Venedik'te Aylak Olmak ;)

Geldik gezinin aslında son tam gününe. 23 Nisan Cumartesi günü Venedik sokaklarında gönlümüzce kaybolmak, kilise, galeri, dükkan, ilgimizi çeken ne varsa içeri dalmak ve şurada bir aperitivo, burada bir şarap, şurada bir dondurma molası vererek gezmek için bir koca günümüz var. Gerçi çoğunluğu yağmurlu bir gün  ama olsun, keyfimizi bozamaz yağmur falan. 

Otelimize çok yakın olan Accademia Köprüsü üzerinden geçerek San Marco oklarını takip etmeyi ve o muhteşem meydanla yıllar sonra bir kez daha kavuşmayı planlıyoruz. Burası en güzel Venedik manzaralarından birini görebileceğiniz köprülerden biri. Gallerie dell'Accademia ve Peggy Guggenheim müzelerini gezmeyi tercih edenler illa ki buralara gelirler, ama bizim gibi müzesiz bir gün geçirmeye karar verenler de bu köprüye kadar uzanmayı unutmasınlar derim. ;)


Bu yazıda Venedik'le ilgili önemli bilgiler vereceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçekten aylak aylak gezeceğiz, ona göre. Bilgiler için gezi blogumun ilgili yazılarına (toplam 3 yazı) bir göz atın derim ama. Orada aradığınız her şey var. Bizi bırakın kanalların, köprülerin, yakışıklı gondolcuların arasına lütfen. ;)


Vitrinindeki dondurma heykeliyle dikkatimizi çeken bir modern sanat galerisine dalıyoruz yürürken. İçeride birbirinden güzel çalışmalar var. Şehrin kendisi kadar renkli bir galeri burası. Favorim ise David Kracov'un Book of Love'ı oluyor. Nefis değil mi? 


Ve sonunda Avrupa'nın bana göre en güzel meydanındayız. San Marco Meydanı, asıl sahipleri olan güvercinlerle karşılıyor yine bizi tüm güzelliğiyle. Dükler Sarayı, Çan Kulesi, Bazilika, üzerinde timsahıyla birlikte St Theodore ve kanatlı aslan heykelleri bulunan sütunları, her şey yerli yerinde. Sokak lambaları, mimari estetik, kafelerden gelen klasik müzik sesleri, her şey o hatırladığım rüya gibi ve yine çok etkileyici. Çok büyüleyici bir masal burası. Defalarca dinlesen sıkılmazsın. 



Yine dalıyoruz gözümüze kestirdiğimiz bir ara sokaktan. Bu kez Rialto Köprüsü taraflarına gitme niyetindeyiz. Feci bir yağmur bastırdığında kendimizi önümüze çıkan bir kitapçıya atıyoruz. Burası bir harika dostum! Bir sürü referans kitabı, kartpostal, eski dergiler, süs eşyası, defter-kalem, vs üst üste yığılmış. Sahaf, bitpazarı, kırtasiye, kitapçı karışımı bir yer. Hatta dükkanın içindeki gondolun içine de yığılmış bir sürü ıvır zıvır. Ve yangın çıkışına dikkat lütfen. ;) Ee, buraya sokaklardan çok kanallar hakim ne de olsa. O yüzden aklınızda olsun, İtalya'da Venedik plakalı araç görürseniz anında uzaklaşın. Hepsi berbat şoförlermiş. :P


Eveeet, Rialto Köprüsü'nün tadilatta olduğunu bilmeyenler el kaldırsın! ;) Biz ara sokaklardan yürüyerek, fotoğraflar çekerek, Rialto oklarını takip ederek bir geldik ki köprüyü sarıp sarmalamış İtalyanlar. Kıh kıh. Neyse, zamanında görmüştük zaten, boş ver diyerek tabana kuvvet yürümeye devam o zaman. Ne de olsa boşa geldim diyeceğiniz hiçbir köşe yok burada. Her yer harika mnzaralarla, fotoğraf karesi gibi güzelliklerle kaplı.


Bu arada önümüze daha önce görmediğimiz birçok kilise de çıktı, bazılarının içine girip gezdik de hatta, ama isimlerini bile hatırlamıyorum, kusuruma bakmayın e mi? Kilise merakım bu kadar işte. Ama tipini sevdiklerimden bazıları aşağıda. 


Venedik'te Ne Yesek?

* Gelelim en önemli konulardan birine: yesek yesek ne yesek? ;) Venedik'te yeme-içme diğer İtalyan şehirlerine göre çok daha pahalı ve bana göre özelliksiz. Deniz ürünleri ağırlıklı seçimler yapacaksınız elbette bu deniz şehrinde. Biz ilk akşam güzel bir restoranda güzel bir akşam yemeği yiyelim, diğer gün serbest format oradan oraya kendimizi atalım dedik. Güzel akşam yemeği için seçtiğimiz yer La Caravella oldu ve şiddetle öneririm. Harika yemekleri, nefis tatlıları ve birbirinden şeker tonton garsonlarıyla on numara beş yıldız bir restoran. 


* İkinci güzel restoran önerim de Rialto Köprüsü yakınlarındaki Bancogiro olacak. Tavşan etli ve bademli gnocchi ve greyfurt soslu levrek tartar olaydı. Açık havada Grand Canal'a karşı oturmak ise paha biçilmez. 


* Meşhur Cafe Florian'da San Marco Meydanı'na karşı bir sabah kahvesi -ya da bizim gibi sabah şarabı ;)- içmeye uğramalısınız. Arka fonda canlı orkestranın çaldığı klasik müzik eşliğinde meydanı seyrederek bile huzur dolabilirsiniz. 


* Gelelim bence gezinin en lezzetli tiramisusuna. Evet, kendisini Venedik'te, sıradan görünümlü, hatta florasan ışıklı, esi bir snack barda şans eseri keşfettik ama tadını unutamadık!  Tiramisu seviyorsanız mutlaka Tiziano'ya uğrayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. 

  
Onun dışında orada bir şarap, burada bir Martini Rosso, hadi şurada bir daha şarap tadında geçip gitti Venedik'teki kalan zamanımız. Yabancı bir yerde aylaklık gibisi yok bana göre. Ha bu arada ilk kez "İso buradan ev alsak yaa!" şımarıklığı yapmadım. Aylak olabilirim ama sonuçta ben de bu maddiyatçı dünyanın ayakları yere basan bir bireyiyim. Temeli kanalda, giriş kapıları sular altında olan binalara yatırım yapacak göz var mı bende? Floransa'dan alırız, bazı hafta sonları kaçarız işte buraya. (En ayakları yere basan halim bu, üzgünüm. ;) )

Aah ah, bize yaşattığın tüm güzellikler için teşekkürler İtalya. Tanrı seni korusun, bizi de sık sık seninle buluştursun dilerim. Bir dahaki buluşmamıza kadar hep böyle kal.

Burano ve Murano Adaları

Ah Venedik! Masal dünyası. İtalyanlar bir masal anlatsa o Venedik olurdu zaten. Gerçek dünyaya ait değil gibi. Gerçek bir şehir değil gibi. Ama çok büyüleyici, çok rüya gibi, çok romantik. Bizim bildiğimiz anlamda gerçek dünyaya ait değilmiş gibi görünen pek çok yer var aslında. Ama bu masal diyarların hepsi çok uzak. Aklıma ilk gelenler Afrika'nın herhangi bir yeri, Hindistan, Küba... Buralara ha deyince gitmek çok kolay olmayabilir ama masalsı bir hafta sonu geçirmek için bile Venedik'e gitmek mümkün. O açıdan da insana mutluluk veren bir yer bence.

Yalnız ikinci gidişimde de gördüm ki aslında burada dolu dolu birkaç gün daha geçirilir, çünkü çok fazla müze, galeri, kültür-sanat etkinliği var ve biz bunların hiçbiri için fırsat bulamadık tabi. Bir de minik bir uyarı notu: hava açısından her zaman tedarikli olmalısınız bu şehirde. Ağustos ortasında geldiğimizde de çılgın bir yağmura yakalanmıştık, bu kez de en serin, en üşüdüğümüz ve en ıslak durak burası oldu. 

Anlayacağınız artık 22 Nisan gününe geldik. Santa Lucia Tren İstasyonu'nda indikten sonra Lido yönüne giden vapura atladık ve Zattere istasyonunda inerek çok merkezi, temiz, kahvaltısı güzel, odaları geniş bir otel olan Domus Cavanis'e ulaştık. Aşağıda odamızın baktığı güzel avlu, gezi boyunca sürekli ağrıyarak beni deli eden ayaklarıma reiki verirken oturduğum yatak ve hemen karşısında bavullarımızı koyduğumuz divan benzeri bölümün olduğu oda görüntüleri var. Banyo eski ve küçüktü. Onu da belirteyim. 

  
Hey adamım! Bir doz şifa aldıysan, hemen o ayakları ayakkabılarına bir şekilde tıkıştır ve en az 20,000 adım için yollara düş bakalım! Önümüzdeki yarım gün Burano ve Murano Adaları'nı gez ki yarın tüm gün kanallar, köprüler arasında aylaklık edebilesin. ;)

İlk durak ana karaya yaklaşık 1,5 saat vapur mesafesindeki Burano Adası. Bu iki adaya ilk gelişimizde hiçbir şey anlamayacak kadar kısa sürelerle ve şakır şakır yağmurluyken uğramıştık. Şimdi renklerin tadını çıkarma zamanı. 

  
Bu şirin ve rengarenk adada oturanlar evlerini boyatmak istediklerinde devlete başvuruda bulunuyorlarmış. İşin uzmanları da bir araya gelip hangi rengin adanın görselliği açısından en uygunu olacağına birlikte karar veriyormuş. Öyle kafaya göre "ben yaptım oldu" keyfiyeti mümkün değil elbet. İnsanın içini açan bu güzel evleri dışında adanın en meşhur şeyi ne derseniz, dantelleri diyebilirim. 


Çok aç olmamıza rağmen adanın en iyi iki restoranından birinde yemek yiyemedik ne yazık ki. Çünkü siesta zamanına denk geldik. Siz giderseniz mutlaka ya Trattoria da Romano ya da Trattoria Al Gatto Nero da Ruggero'da yemeye çalışın. Ve elbette artık Venedik sınırlarına girmemizle birlikte mutfaktaki tema da değişiyor: deniz ürünlerine geçiyoruz. 

Burayı bitirdiysek vapura atlayıp Murano'ya gitme zamanı. Açıkçası Burano'dan sonra burası gözüme daha bir yavan geldi. Aslında daha büyük ve cam işçiliği üzerine yoğunlaşmış bir ada olduğu için çok daha ilgi çekici yerleri vardır eminim ama bizim orada olduğumuz Cuma öğleden sonrasında her yer terk edilmiş gibiydi. Cam atölyelerini geçtim dükkanları bile kapalıydı. Sokaklarda tek tük insan vardı ve sanki Pazar akşamı sakinliğindeydi. Adam ana meydana çıkan tükkanının kapısına süpürgeyi çapraz koyup gitmiş, daha neyin derdindesin kardeşim?! ;)


Gerçekten de bu adanın en merkezi noktası bu Santo Stefano meydanı. St. Stephen Kilisesi ve onun 19. yy'dan kalma saat kulesi ve önünde bulunan camdan yapılmış yıldız patlaması heykeli görülmeli. Geri kalanı yine kanallar, yine köprüler, yine güzellikler, falan filan işte...


Evet, yarım gün gibi bir sürede bu iki adayı da gezmeyi bitirdikten sonra akşam saat 18:30 gibi yeniden Venedik'te oluyoruz. Güzel bir akşam yemeği için yerimiz hazır ama yeme-içme-alışveriş notlarım başka bir yazıda sizlere ulaşacak. Önce özlediğimiz Venedik'le bir hasret giderelim değil mi? ;)

İyi haftalar!

Mario Prassinos - Bir Sanatçının İzinde

Dün bir iş için Beyoğlu'na inmem gerekti. Hazır gitmişken gezerim diye Pera Müzesi ve Arter'de ne var ne yok diye de baktım ve ta taam! Pera Müzesi'nde bir gün önce başlayan Mario Prassinos - Bir Sanatçının İzinde sergisini gördüm ve daldım içeri. Gerçi 8 Haziran'ı bekleyip 4. Jameel Ödülü sergisini de gezebilirmişim ama n'apalım artık, bu sefer tek katlık bir sergi turu oldu. 

Mario Prassinos, İstanbul Pera'da Rum-İtalyan kökenli sanatçı bir ailede dünyaya gelmiş ve 6 yaşına kadar da burada yaşamış. Sonrasında ailesiyle birlikte Fransa'ya yerleşmiş ve gençlik yıllarında Avrupa'da etkili olan sürrealizmin büyüsüne kapılıp gitmiş. Kitap illüstrasyonlarından dekor ve kostüm çalışmalarına, peyzajdan dokumaya farklı tür ve tekniklerde birçok işe imza atmış olan sanatçının 100. doğum yılı şerefine hikayesinin başladığı yer olan İstanbul'da ve Pera'da bu sergi bizleri bekliyor. 

Aşağıdaki çalışmaları sanatçının 1937'de Dali ve Picasso ile birlikte L'Art Cruel sergisine davet edilmesinin hemen ardından Galerie Billiet-Vorms'da açtığı kendi ilk kişisel sergisinden. Küçük boyutlu bu çalışmalarında köşeli formları tercih eden Prassinos, çizgi ve deseni öne çıkarmış. Üstte ortada yer alan Savaşçı resmindeki metal zırha bürünmüş eller, ona eklenen duman ve sesi temsil eden çizgisel efektler yaklaşan savaşa ve yükselen faşizme karşı sanatsal bir protesto niteliğinde. Soldaki büyük resim Ocak, hemen yanında alttaki ise Sherlock Holmes. Tabi bizim bildiklerimizden olmadıkları kesin. ;) 


Portreler de sanatçının kariyerinde önemli bir yere sahipler. Onlar da bizim bildiğimiz portrelerden biraz farklı aslında. Mario Prassinos tuvalinde bir erk, bir ata figür olarak babasını resmettiğini yıllar sonra itiraf etmiş. Babası edebiyat öğretmenliği yaparken bir yandan da resim ve fotoğrafla ilgilenen ve Rum halk dilini savunan devrimci duruşa sahip bir kişilikmiş ve sonunda sürgün yaşamaya mecbur edilmiş. Sanatçının hayatında babasının çok önemli bir yeri olduğu görülüyor. 


1941 yılında Paris'e taşınan Prassinos, dokuma çalışmalarıyla meşhur komşusu Jean Lurçat sayesinde yün ipliklerle tanışır ve buz kez bambaşka eserler ortaya çıkarır. Bunların arasında Turquerie (alttaki kolaj sol üst) ve Türk Gülü (alttaki kolaj sağ üst)gibi verdiği isimler aracılığıyla geçmişi çağrıştıran imgeler de ortaya çıkarmıştır. Sol altta yer alan Pembe Nişanlılar ve sağ alttaki düğümlerin ilmek ilmek işlenmesi sonrasında ortaya çıkan ise Othello.


Aşağıda ise yaptığı kitap kapağı tasarımlarından benim ilgimi çeken iki tanesi yer alıyor. Soldaki Kafka'nın Dava'sı (1946), sağdaki ise Jean Paul Sartre'ın Bulantı'sı (1954). 


Sanatçının en sevdiğim çalışmaları ise ağaçlar oldu. Üsküdar'daki evlerinin terasından gördüğü servi korulukları ve Petits Champs'taki ağaçlar çocukluğundan kalma güçlü imgeler olarak sanatçının son dönem eserlerinde belirgin bir şekilde öne çıkmışlar. Üstte ortadaki çalışma Türk Peyzajları, Küçük Ay da Üsküdar'daki terastan akılda kalan bir imge olmalı.

Belki hatta şu ağaç baskı kuzgunlar bile bizim buraların kuzgunlarıdır, kim bilir? ;)


Kısacası değişik bir isim var karşımızda. Ve siz onun yaptıklarını 14 Ağustos'a kadar gezebilirsiniz. Ama çok da acele etmeyin ve on gün daha başlayıp 8 Haziran'da başlayacak sergiyle birlikte gezin bunu da derim. O zaman daha dolu dolu bir deneyim yaşamış olursunuz. ;)

Hadi ben kaçtım. Bebek Şenliği'yle biten haftanın sonu da pek güzel olur bence. ;) 

Bologna

Şimdi sizi bir ay öncesine, 21 Nisan gününe götürüyorum. Floransa'dan ayrılıp bir geceliğine Bologna'ya geldiğimiz güne. San Gimignano ile birlikte daha önceki İtalya seyahatlerimizde hiç yolumuzun düşmediği şehirlerden biri burası. Burada da şehrin adeta simgesi sayılan eğik kuleleri Torre Garisenda ve Torre Asinelli'nin hemen yanıbaşında, tertemiz, çok merkezi, çok uygun fiyatlı ve çok tatlı sahibesi olan bir B&B'da kalıyoruz: B&B 051. 051 Bologna'nın uluslararası telefon kodu aynı zamanda. Burada bir gün içinde görülmesi gereken her yeri (detaylıca ve müze, vs gezileri olmasa bile) görürüz diye düşünmüştük. Yanılmamışız. Cristina'nın bize verdiği harita ve önerdiği restoranlar sayesinde ne Tourist Information'a ne de Internet'e bakmaya gerek kaldı bu arada. Giderseniz mutlaka ondan fikir alın derim. Üstelik bir de bizim gibi Kaş aşığı çıktı hatun, iyi mi! ;)


B&B'den çıkar çıkmaz eğik kulelerin temelinde buluyoruz kendimizi. Sonra da Bologna'nın hava yağmurlu da olsa güneşli de olsa korunmak için hiçbir şey yapmanıza gerek bırakmayan kemerli yapılarının arasında gezinmeye başlıyoruz. İstikamet meşhur Piazza Maggiore olsa da önce farklı dönemlerden kalma yedi kiliseye ev sahipliği yapmış olan -halen dördü ayakta- Santo Stefano'ya gidiyoruz. Burada çarmıha gerilmiş İsa'nın önünde duran mumlardan birini yakarak ilk kez bir kilisede bir dilek tuttum. Benim için Hızır, İsa, Musa, Evren, Allah, fark etmez. İçimden çok gelince ve içimden geldiği yerde dilemeye inanırım. Gerçekleşince dileğimi size de söylerim. Öncesinde olmaz ama, uğuru kaçar derler. ;)


Öğle saatlerinde acıkır gibi olunca önce bir tur Via Drapperie üzerinde bulunan Mercato di Mezzo adlı pazar yerindeki nefis büfemsi yerler arasında dolaşıp birer küçük bira ile aşağıda gördüğünüz ahtapot salatasını bölüştük. Sonra Cristina'nın dediği yerlerden biri olan 051'e oturup nefis bir şarküteri&peynir tabağı eşliğinde yeni şaraplar denedik. Burası da Via Pignattari üzerinde ve Mercato di Mezzo ile birbirlerine çok yakınlar. Her ikisi de Maggiore Meydanı'na çıkan ara sokaklar üzerinde ayrıca. Yerel şarap sorduğunuzda "lambrusco" önerebilirler, bence almayın. ;) Gazlı ve meyvemsi bir kırmızı şarap gazozu gibi bir şey. Şarap demem ona ayol! 


Karnımız doyduğuna göre artık Piazza Maggiore'ye bir göz atabiliriz ne var ne yok diye. Buradaki en önemli yapı kuşkusuz 14. yy'dan kalma Gotik San Petronio Bazilikası. Tuğla ön cephesiyle alışık olduğumuz görüntülerden farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Belediye Binası, Emniyet Müdürlüğü, Adalet Sarayı vs gibi resmi dairelerin olduğu binalarla çevrelenmiş bu ana meydanın bence Bazilika kadar etkileyici olan ikinci yapısı ise Neptün Çeşmesi (Fontana del Nettuno). 1567'de tamamlanan ve başta elbette Neptün olmak üzere harika heykellerle çevrelenmiş bu çeşmenin mimarı Giambologna'ymış. Bir de bir not daha: meydanın gündüzü olduğu kadar gecesi de çok fotojenik.



Burası da bittiğine göre şehre tepeden bakma zamanımız geldi demektir. Hayır, 500 basamak çıkacak göz yok bizde! O yüzden Asinelli'ye çıkmıyoruz. Onun yerine kişi başı 3 Euro vererek San Petronio'nun arkasındaki bir asansörle adı sanı olmayan bir seyir terasından şehre bakıyoruz. Gördüklerimiz hiç de fena değil. Daha ne görecektik ki zaten, kırmızı kiremitlerle kaplı Kızıl Şehir işte altımızda. Bence mantıklı bir alışveriş oldu bu. ;)


Bir günde ancak bu kadarı görünüyor valla. Biz akşamı ettik böyle gezinirken. Arada dükkanlara bakıp aperitivo molası falan da vererek yaptık bunları hatta. Hiç ulaşım aracı kullanmadan. O kadar küçük bir merkezi olan, derli toplu bir şehir işte burası da. Aslında büyük bir şehir tabi ve dev bir tren istasyonu var. Neredeyse havaalanı gibi. Ama üniversite ve ticaret şehri olduğu için ve konum olarak çok orta noktada olduğundan öyleymiş. Turistik gezi açısından bir, maksimum iki gün yeter diyorum şahsen.

Şimdi akşam yemeği zamanı. Bolonez sosun doğduğu topraklarda elbette bolonez soslu spa.., pardon tagliatelle yiyeceğiz. İtalyanların bolonez sosu asla spagetti ile yemediklerini, ev yapımı, taze tagliatelle ile birlikte servis ettiklerini unutmayın. Spagetti kuru makarna türü ve genelde ortası delik şeritlerden oluştuğu için bu sosun hakkını asla veremezmiş onlara göre. Bunu Cristina'dan öğrendikten sonra, tabi ki nerede yememiz gerektiğini de ona soruyoruz. Ve ilk kez hiçbir Internet araştırması yapmadan, onun dediği iki yerden birine atıyoruz kendimizi: Trattoria da Gianni.  Menüsü her ne kadar giriş-gelişme-sonuç ;) alternatifleriyle dolu olsa da bizde sadece tek bir tabaklık yer var. Onu da buraya kadar gelmişken yemeden gitmeyelim diye yiyoruz: birer kadeh şarap eşliğinde tagliatelle bolognese. Gerçekten enfes.


Yemek faslını kısacık pas geçmiş olsak da geceyi hemen bitirmek olmaz. Orada bir kadeh daha, şurada bir kadeh daha, hadi kapanış limoncello'su derken gecenin 12'si oluyor bile. Zaten şarap kadehleri elimin bir uzantısı, bir uzvum haline dönüşmüş olabilir bu gezi boyunca. Kıh kıh..


Neyse, külkedisine dönüşmeden odaya gitsek iyi olur. Yarın yine bir tren yolculuğu ile bu kez Venedik'e ulaşacağız. Gezinin en heyecanlandığım bölümlerinden biri geliyor, çünkü ben Venedik'e de hiç doyamamıştım ilk gidişimizde. Sadece bir güncük geçirmiştik ve hiç yetmemişti. Bu kez kanalların, köprülerin tam ortasında kalacağımız iki gecemiz var. Bakalım bizi neler bekliyor oralarda? 

San Gimignano

Floransa günlerimizden birini günübirlik San Gimignano keşfine ayırdık. Kişi başı 6,80 Euro ödeyerek otobüs terminalinden kalkan otobüslerle Poggibonsi'de aktarma yaparak ve yaklaşık bir buçuk saat içinde bu Ortaçağ kasabasına varıyorsunuz. Burayı yıllar önce yaptığımız turda da o kadar çok duymuştuk ki gözümüzde biraz fazla büyütmüşüz sanırım. Yani tamam, çok güzel korunmuş, orijinal pek çok kulesi ayakta, şarap bağlarının manzarasına tepeden bakan, taş evleri ve sokaklarıyla gezmesi keyifli bir kasaba burası buna lafım yok. Ama bu adamlar yarım saat mesafedeki Siena gibi bir güzelliğe sahipler, dostum! Kimse kusura bakmasın ama buranın Siena yanında esamesi okunmaz bence. ;) 


Ama hakkını yemeyeyim tabi, hani İtalya'da korunmuş kültür-tarih-doğa üçlüsünden bol bol olduğu için biraz şımarıklık yapıyor olabilirim. Ve San Gimignano da onlar arasında görülmeye değer olan bir kasaba. Sadece "daha güzelini gördüm ki!" demek istedim hani. ;) (Bkz: Siena ve Pisa) Otobüsten indikten sonra şehre San Giovanni kapısından giriyorsunuz. Aynı adı taşıyan ana cadde boyunca dükkanlara bakarak ilerliyor ve üstteki kolajda gördüğünüz Duomo Meydanı'na geliyorsunuz. Yani şehrin ana katedralinin olduğu meydan. Yani  en görkemli, en gösterişli meydan burası. Varın gerisini siz düşünün. ;)


Ara sokaklara dalmak yine çok keyifli. Hediyelik eşya ve deri dükkanları, sanat galerileri, küçük trattoria'lar ve şarap butikleri arasında geziniyoruz biz de. Eski şehir ve doğa iç içe. Kimi zaman şehrin kapılarından birinden dışarı adımınızı attığınızda sapsarı papatyaların arasında buluyorsunuz kendinizi. Bazen de mor salkımların altından geçerek yeniden şehrin sokaklarına dönüyorsunuz. Arada bir sürü küçük kilise, müze, çeşme falan da gözünüze çarpıyor. Duomo yakınlarındaki Tourism Information'dan bir harita alarak hepsiyle ismen tanışabilirsiniz. Ya da boş verip gördüğünüz kadarıyla yetinirsiniz. Biz ortaya karışık yaptık. Haritayı aldık ama içgüdülerimizle gezdik. ;)  


Yemek molasını da içgüdülerimizle -ki oburluk içgüdümüz çok gelişmiştir- seçtik. Ve bu huzur dolu avluya bayıldık. Altına oturduğumuz ağacın altına süzülen güneş ışıkları, Pablo Neruda'dan Kediye Övgü şiiri, buz gibi bir şişe beyaz şarap, nefis ev yapımı makarnalar bizim için mutluluğun resmini oluşturan öğeler oldular o gün Quattro Gatti'de. 


Uzun ve keyifli bir öğle yemeğinin ardından biraz daha turladıktan sonra otobüs saatine biraz daha zaman olduğunu görerek şarap bağları, zeytin ve galiba erguvan ağaçlarına bakan seyir terasına bakan barda birer kapanış şarabı da içtikten sonra şehre girdiğimiz kapıdan çıkarak Floransa'ya döndük. 


Akşam 18.30 gibi Floransa'da olarak son akşamımızı oradaki sevdiğimiz duraklarda winery crawl yaparak geçirdik. ;) Ve ertesi gün Floransa'yı da geldiğimiz noktadan, yani Santa Maria Novella Tren İstasyonu'ndan ve yine doyamadan terk ettik.  Neyse üzülmüyoruz, Hıdır ve İlyas bize orada bir ev ayarlıyor nasılsa. ;) Şimdi istikamet Bologna!

Benim En İyi Dostum Kahvem, Kahve Makinem

İş yerinde gün boyunca motivasyonunuzun yüksek olması gerekiyor. Bir önceki gün geç yatmış olsanız da, sabah çok erken saatte kalkmış olsanız da hatta gün içerisinde pek çok çalışmayı aynı anda yapmanız gerekse de sizden yüksek motivasyon beklenebilir. İşte bu noktada devreye muhteşem kokusu ve muazzam aromasıyla kahve giriyor. Ofislerde ve iş yerlerinde kahvesiz bir gün geçirmek, ıssız bir adaya düşmekle eşdeğer diyebiliriz.



İş Yerinde Güne Türk Kahvesi ile Başlayın

Özellikle sabahları bol köpüklü bir Türk kahvesi ile gün başlamanın keyfi doyumsuzdur. Sabahları güne Türk kahvesi ile başlamanız gün içerisinde de daha keyifli ve daha enerjik hissetmenizi sağlar. Dikkatinizi toplamanız kolaylaşır, çünkü işe konsantre olma sürecinizi hızlandırır. Toplantı bitimi ya da öğle yemeği gibi işe kısa süreli molalar verdiğinizde en iyi dostunuz Türk kahvesi olabilir.

Gün İçerisinde Filtre Kahve ile Kendinizi Yenileyin

Sadece sabahları değil, gün içerisinde de motivasyon desteğiniz hazır. Gün boyunca motivasyonunuzun düştüğünü hissettiğiniz anda filtre kahve ile dikkatinizi yeniden toplayabilirsiniz. Filtre kahve daha az miktarda kafein içeriyor olmasına karşın konsantrasyonunuzu daha hızlı yükseltir. Ayrıca tercihinizi filtre kahveden yana kullandığınızda kendinizi “günde 1 fincan kahve” ile sınırlandırmanız da gerekmiyor. Çünkü filtre kahve size her gün birkaç fincan içebilme ve güne yayabileceğiniz bir keyif yaşama şansını sunuyor. İş yerinde her ihtiyaç duyduğunuzda bir fincan filtre kahve ile kendinizi yenileyebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Floransa Lezzet Durakları

Geçen gelişimizde çok eksik kalan şeylerden biri de yeme-içme duraklarıydı ki bu kez onların da hakkını fazlasıyla verdik. İtalya zaten yeme-içme anlamında bir cennet. Ve bu cennetin sadece pizza ve makarnayla sınırlı olmadığını biliyoruz değil mi? Hemen her bölgesinin de ünlü bir yemeği var diyebiliriz. Floransa'nın da bifteği meşhur. "Bistecca Fiorentina" adıyla sipariş edeceğiniz bu nefis etin porsiyonları genelde çok büyük. O yüzden iki kişi için bir porsiyon söylemelisiniz. Ve bu nefis et az pişmiş geliyor. Orta ya da iyi pişmiş isteseniz bile içi pespembe (ki ben bayılırım, ama genelde bizim damak zevkine çok uygun değil biliyorum), aşağıda gördüğünüz şekilde dilimlenmiş, koca bir tabak gelecek karşınıza. İlk günümüzde Roma'dan çok aç gelip, otele yerleşip, biraz da dolaşarak kurt gibi acıktıktan sonra bu fazlasıyla doyurucu lezzeti deneme hakkımızı kullanalım dedik ve şehrin hemen her restoranında yapılıyor olmasına rağmen methini birçok yerde duyduğumuz Trattoria Za Za'da yemeye karar verdik. Seçimimizden de çok memnun kaldık. Ben bu kadar leziz bir et uzun zamandır yememiştim diyebilirim. 


Evet, İtalya yan gelip pizza-makarna yeme yeri değildir desek de o nefis karbonhidrat canavarlarını hiç yemeyeceğiz de demedik tabi ki. İki müze arası karbonhidrat caizdir, diyerek ikinci gün attık kendimizi şehrin en iyi pizzasını yaptığı söylenen La Bussola'ya. Ben pizzacı olmadığım için lazanya söyledim gerçi.  Burası da servisiyle, nefis pizza ve makarna ve şarap çeşitleriyle bayıldığımız bir yer oldu. Gözü kapalı tavsiye! Ama kapalı mekan, ona göre. 


Floransa'da bir tiramisu ya da aperitivo molası için Piazza della Republica'daki Gilli'de oturabilirsiniz. Servis elemanları suratsız da olsa, güzel bir meydan kafesi molası olacaktır.


Öğle yemeklerinden biri için Mercato Centrale'yi tercih edebilirsiniz. İçinde birbirinden çekici lezzet durakları var. Peynir&şarküteri, makarna, et, deniz ürünü, ne tercih ederseniz alıp ortadaki masalara oturarak yiyebileceğiniz keyifli bir pazar burası. 


Gelelim Floransa'daki en leziz gecelerimizden birini geçirdiğimiz All'Antico Vinaio'ya. Aslında aşağıdaki fotoğrafta bizim en sevdiğimiz akşam yemeğini de görüyorsunuz. Şarap yanına değişik peynir ve şarküteri ürünlerinden oluşan tabaklarla ömür geçirebilirim ben şahsen. Burası o anlamda bir cennetti. Burada bir sürü şarap çeşidini kadeh olarak da deneme fırsatınız olduğunu unutmayın. Bize servis yapan genç çocuğu da hayallerimin objesi yaptım anında. Hemen fesat düşünmeyin yahu, yine benim şurada şöyle bir mekan açsak, servisi böyle, garsonu şöyle olsa tadında hayallerimden biriydi işte. ;) Ama burayı mutlaka denemelisiniz. Gezinin en favorileri listesine bile girdi diyebilirim. Gerçi çok az yer liste dışı kaldı ama neyse. ;)


Güneşi Ponte Vecchio'ya ve Uffizi Gallery'ye ( sanat notları bu yazıda) karşı batırmak isterseniz bir akşamüstü Signorvino'nun nefis manzaralı balkonunda yer kapmanızı öneririm. Harika bir şarap barı burası. Yine cennete düşeceğiniz yerlerden biri. Dünyanın en güzel şaraplarının, en estetik görüntülere karşı içildiği, en güzel lezzetlere eşlik ettiği bir cennet burası. Hiçbir yeri gezerken yapmadığım kadar çok "Tanrı bu ülkenin her santimetrekaresini korusun" diye içimden geçirdiğim bir yer İtalya


Bu bahsettiğim duraklar dışında bir sürü yerde birer kadeh şarap molası verdik. Her birini ayrı ayrı sevdik. Bir sürü şarap çeşidi denedik, notlar aldık. İnsanlara, meydanların günün her saatindeki hallerine, sokaklara, Arno Nehri'ne, şehrin her köşesine bir kez daha aşık olduk. Ve iyi ki üç geceliğine gelmişiz, en çok zamanı buraya ayırmışız dedik. Son olmamasını ve bu güzel şehirle yeniden, uzun uzun buluşmayı diledik.  

Sırada San Gimignano var. 
İyi haftalar!

Sanat Dolu Floransa

Roma'da iki gün geçirdikten sonra 2008 yılındaki gezimizde sadece bir güncük geçirebildiğimiz için tadı damağımızda kalan Floransa'ya geliyoruz. Bu kez üç gece burada kalacağız ve şehre doymayı umuyoruz. Bu arada 2008 yılındaki gezi notlarım için buraya ve buraya bakabilirsiniz. Santa Maria Novella Tren İstasyonu'nda indikten sonra yaklaşık 7-8 dakika içinde burada kalacağımız B&B'ye ulaşıyoruz. Locanda Il Salimbecco, merkezi konumundan, oda büyüklüğü ve sevimli rustik dekorasyonundan memnun kaldığımız ama gıcırdayan yatağı nedeniyle bilsem kalmazdım dediğimiz bir yer oldu. Neyse, akşamları yorgunluktan gıcırtı falan da duyulmayabiliyor aslında (ama ben ayak ağrım yüzünden genelde sabaha karşı bir saatte zırlayarak uyandığımdan sonrasında uyumamız zor oluyordu hani. ;) ).

Şehirden kareler ilk yazılarımda var. O yüzden bu sefer sanat notlarıyla karşınızda olacağım. Kilise, katedral işim olmaz diyenleri bile günde üç öğün istavroz çıkartacak kıvama getirebilecek güzellikteki Santa Maria del Fiore Kilisesi'nin güzelliğini gece ve gündüz defalarca izlemelere doyamadık. Yapımına 1296 yılında başlanan şehrin bu güzel Duomo'su 1436'da tamamlanmış. Rönesans döneminin en etkileyici Gotik yapılarından biri olarak gören herkeste hayranlık uyandıracağına eminim. Her santimetrekaresi ince işçilik adeta! 


Ama şehirde bizim için ulvilik anlamında bir numaralı yerin Piazza della Signoria (Senyörler Meydanı) olduğunu söylemeliyim. Böyle bir yerin varlığı bile hayallerin ötesinde bana göre. Palazzo Vecchio, önünde Michelangelo'nun David heykelinin kopyası, hemen yanında Neptün Çeşmesi, hemen karşısında o kemerli Loca içindeki birbirinden güzel heykeller, onların arasında huşu içinde oturan insanlar, içeri doğru dönünce Uffizi Gallery'nin avlusu, meydana yayılan bir klasik müzik sesi... Gerçek dünyaya ait olamayacak kadar güzel bir yer burası. Ve sadece oradaki heykeller, çeşmeler değil olay. Yüzlerce yıldır içe sindirilmiş, sahip çıkılmış müthiş bir kültür ve o kültüre saygı iliklerinize kadar o ruhu hissetmenize neden oluyor. "İstanbul dışında bir yerde yaşamak zorunda kalmayalım hiçbir zaman," diyen İsocum'un bile ilk kez "Burada yaşamayı isterdim," dediği bir yer Floransa. (Bana bakmayın, ben zaten İtalya'nın her köyüne, kasabasına dahi atlayan, Paris'e, Nice'e, Barselona'ya, San Francisco'ya, görmememe rağmen Antigua&Barbuda Adaları'na, Yunanistan'a bile sarkan, hadi gidiyoruz deseniz garage sale ile üç gün içinde ev eşyalarını satıp, iki saate de bavulumu hazırlayacak kıvamda bir tipim uzun zamandır! Floransa'ya yaşamaya taklalar atarak falan giderim o yüzden de İso pek cool bu konuda, ikna edemiyorum onu. ;)


Akşam bir kafede oturup bir şeyler içerek tam bu muhteşem Loca'yı izlerken karşısındaki binada genç bir kız ahşap panjurların ardından balkona çıktı, dirseklerini demirlere dayayarak bir süre meydanı ve Dolunay'ı izleyip içeri girdi. İso ile aynı şeyleri düşünerek birbirimize baktık. Böyle rüya gibi bir hayat var. O kızın gerçekliği o. İçinin sıkılması, üzülmek falan mümkün değil ki o meydana karşı otururken. Terapi gibi bir balkon orası. Bir sonraki hayatımda öyle bir hayatım olacağını bilsem bir an önce ölmeyi bile isteyebilirdim doğrusu! Aah ah! 


Geçen sefer bir güne sığdıramadığımız şeylerden biri de Uffizi Gallery ve Galleria Dell'Accademia gezileriydi. İkisi için de biletlerimizi gitmeden önce online aldık. Uzun kuyruklardan kurtulmak için bunu yapmanızı öneririm. Bunun için birçok sayfa var ve biz burayı tercih ettik. Dolayısıyla 19 Nisan Salı günü önce Uffizi'yi bitirip, öğle yemeği molasının ardından da orijinal David'i görmeye gittik. Çoğunlukla Medici ailesinin devlete bağışladığı eserlerin bir arada bulunduğu müzede ağırlıklı Rönesans dönemi eserleri yer alıyor. Söylememe gerek yok, içeride birbirinden güzel tablolar ve heykeller sizleri bekliyor.  Bunlar arasında illa görülmesi gereken Botticelli, Leonardo da Vinci, Raffaello odaları zaten oklarla belirtilmiş. Kaçırmanız imkansız.   


Leonardo muhteşem bir deha olabilir ama ben kendisine pek bayılmam sevgili okur. Bu da benim haddini bilmezliğim olsun. Botticelli'nin The Birth of Venus ve Spring tablolarına ise bayıldım diyebilirim. Heykellerde ise Roma dönemi tek kelimeyle muhteşemdi. Tabi ki bu kadarcık kolaj ile kalmıyor ve hem müzelerde hem de meydanlarda gördüğümüz güzelim eserleri bir Facebook albümü olarak burada sizlerle paylaşıyorum. 


Gelelim Galleria Dell'Accademia gezisine. Açıkçası buraya gelirken "çok da gerekli mi acaba?" diye içimden geçirmedim desem yalan olur. Hani diğer pek çok heykelin yanında asıl amaç David'in orijinalini görmek ya. Sanatın ve sanatçının dostu bir blogger olarak kopyası da kurtarmaz mı diye düşündüğümü itiraf ediyorum.;) Ve feci şekilde yanılmışım, kopyası kurtarmıyormuş, onu da itiraf ediyorum. David heykelinin orijinali inanılmaz etkileyici. Sanki canlı gibi. Sanki gerçekten bakıyor gibi. Sanki bir dokunuşla ten rengi, saç rengi, göz rengi falan ortaya çıkacak ve David o havalı duruşunu bırakıp, o güzel ayaklarının üzerinde sana doğru ilerleyecekmiş gibi. Ah Michelangelo! Dünyayı güzelleştirip gitmek böyle bir şey işte. Sonsuza kadar var olmanın en güzel yolu sanat. Görmenizi kesinlikle öneririm.   



Neyse, şimdi yine kaçıyorum. Yarın için bana şans dileyin bakayım. Mini bir taşınma süreci başlatıyoruz yaz dönemiyle ilgili olarak. Onun ilk adımı gerçekleşiyor yarın. Evden bazı eşyalarımız Aşk'a doğru yola çıkacak. İşler kolaylasın Floransa'nın lezzet durakları ve Ponte Vecchio manzaralarıyla yine karşınızda olacağım. O zamana kadar unutmayın: bu albüm de sizi idare eder. ;) 

Yıllar Sonra Bir Daha Roma

Roma'ya 2008 yılında gittiğimizde gezilmesi gereken tüm tarihi ve turistik yerleri görmüş, hatta Galleria Borghese, Hayvanat Bahçesi gibi insanların genelde ilk seferlerde -ya da belki de hiç- gezmedikleri yerleri bile detaylıca gezmiştik. O gezi sonrasında Roma ile ilgili yazdığım o 11 yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Peki, ne eksik kalmıştı derseniz? Bir, İtalya'nın hiçbir yerinden hiçbir zaman "Tamam, yetti!" diye ayrılmadık biz. Hep "defalarca gelinir buraya" diye döndük. İki, yeme-içme-sefa için boş boş sokaklarda dolanma-her meydanda bir aperitivo molası verme gibi aktiviteler eksik kalmıştı. Ki İtalya söz konusu olduğunda bunları eksik bırakmak ayıptır, günahtır!

O yüzden bu yazı şehrin kendisinden çok fazlasıyla bol miktarda yemek içerir, haberiniz olsun. ;) Başlamadan önce de elbette Roma'da iki gece kaldığımız, Carlo tarafından çok güzel bir şekilde ağırlandığımız, İspanyol Merdivenleri yakınındaki Rome Frattina 27'den bahsetmem gerek. Lokasyon, temizlik, fiyat-kalite açısından kesinlikle önereceğim, harika bir B&B burası. Gittiğimiz gün, yani 16 Nisan Cumartesi öğleden sonra saat 15.30 gibi eşyalarımızı buraya bırakır bırakmaz kendimizi bir paralel sokağımızdaki Antico Caffe Greco'ya attık. Bir kahve ve tiramisu molası sonrasında sokakları arşınlamaya başlayalım dedik. Hayatımda yediğim en lezzetli tiramisu olduğunu söyleyemeyeceğim ve biraz da tuzlu bir yer ama yine de burası ortamı için bile görülesi yerlerden. Roma'nın en eski kafesi burası. 1760'dan bu yana hizmet veren ve çok az değişmiş kaç kafe biliyorsunuz, söylesenize? 


En turistik yerlerden başladık yürümeye. İspanyol Merdivenleri şu an restorasyonda olduğu için basamaklarda oturan insanlar yok. Ama yine de Spagna meydanı ve meşhur alışveriş caddesi Via del Corso tıklım tıklımdı. Trevi Çeşmesi önü de öyle. İlk gördüğümde çok etkilenmemiştim bu çeşmeden, sanki adım başı bu kadar harika şeylerle karşılaşıyormuşuz gibi hangi havalardaysam artık! Bu kez daha bir sevdim keratayı. ;)


Pantheon ve Castel Sant'Angelo yıllar sonra yine aynı derecede etkilendiğim yerlerdendi. Özellikle Pantheon'un ihtişamı bence çok büyüleyici. 8 yıl önce mantar şapkamla fotoğraf çektirdiğim köprüde bu gidişimde bir fotoğraf daha çektirdim. İsocum iki fotoğrafa bakınca "aynı görünüyorsun, yıllardır hiç değişmedin valla" dedi. Ben kalp İsocuuum! ;) Ha bu arada Vatikan'a da ta buradan uzaktan bir selam çakmakla yetindik bu kez. Geçen sefer o nefis Vatikan Müzesi'ni saatlerce gezip hayran kalmıştık ama bu kez din ve gezme işlerini baya bir ayırdık birbirinden. ;)



Yemeklere döneyim biraz. İlk akşam için İstanbul'dan arayıp rezervasyonumuzu yaptırdığımız Trattoria Da Enzo Al 29'a gittik. Rezervasyon mutlaka yaptırın, çünkü ufacık tefecik, sıkış tıkış, yerel bir trattoria burası ve saat 22.00 gibi çıkarken kapıda hâlâ kuyruk vardı. Nefis yemekler denedik burada. Başlangıç olarak meşhur kızarmış enginarlarından ve burrata peyniri aldık. Ana yemek olarak da İsocum meşhur carbonara'yı denedi, bense domates soslu ve parmesanlı işkembeyi. İkisi de müthiş lezzetliydi. Burası duyduğumuz kadar varmış gerçekten de. Mutlaka gidin derim.   


Hazır sakatat olayına girmişken bu işin piri olarak not ettiğimiz Cul de Sac'a da bir uğrayalım demiştik Roma'ya gitmeden önce. Ertesi gün de geç öğle yemeği olarak Roma'nın en sevdiğim meydanı olan Piazza Navona yakınlarındaki bu nefis mekana gittik. Bu iki restoran bizim için Roma'nın en leziz yanı oldular. Cul de Sac'da çok fazla şarap çeşidi de var. Seçtiğiniz yemeğe göre önerilerine kulak verin derim. Biz burada üç tabak söyleyip bölüşmeye karar verdik. Ben her zamanki gibi "aç değilim" diye oturup yüzde elliyi tabağını sıyırarak temizleyen taraf oldum. Söylediklerimiz hardal ve fesleğen soslu dil (tongue), Roma usulü işkembe (tripe) ve ağır ateşte pişmiş sığır kuyruğuydu (oxtail). İhtiyaç duyarsanız anahtar kelimeler parantez içinde.;) Bu arada ben genelde Montepulciano şarabı severim ve bu gezide de çoğu zaman onu içtim, ama birkaç yerde de tavsiye üzerine Montalcino da içtim ve ona da bayıldığımı söyleyeyim dedim. Şarap cennetinde denemek isterseniz aklınızda olsun.  


Bu kadar yemeği nasıl yaktık derseniz, her gün 20,000 adım atarak diyebilirim. O yüzden sokaklara düşme zamanı. Bu iki gün içinde en çok Trastevere'nin şirin sokaklarında, Piazza Navona ve Campo de Fiori'de dolaştık desem yeridir. Her birinde yeterince zaman geçirerek, bazen alışveriş, bazen pazar gezme, bazen bir Martini Rosso, bazen de sadece nehre bakma molaları vererek... Tamam, itiraf ediyorum, bir kez de Giolitti'de gelato molası verdik. Buraya utanan maymun iyi giderdi aslında. ;)


Navona'dan görüntülerle bitireyim bu yazıyı... Fotoğraflar bol. Geziden telefonlar ve fotoğraf makinemde toplam bine yakın fotoğraf ile döndüğümüze göre Instagram'da darlarım sizi bol bol. ;) Ama bu yazıları kısa ve pratik tutmalıyım çünkü bir yandan da bambaşka yaza hazırlık koşturmacaları içindeyim. Keyifli bir telaşe var başımda, şikayetçi değilim ama lafı kısa kesmem gerek anlayacağınız. ;)


O yüzden artık 18 Nisan sabahı oldu bile ve biz Roma Termini tren istasyonundayız. İstikamet 10:35 treniyle Floransa. Üç gece orada kalacağız. ilk gittiğimizde tadı damağımızda kalan o açık hava müzesine bu kez doyabilecek miyiz bakalım? 

İyi haftalar!