20-30 Haziran tarihleri arasında buralarda değildim. İso'cumla bir yerlere kaçsak mı diye düşünüp taşınıp, birkaç gün öncesinde feci gaza gelip, Kemer'den Çeşme'ye kadar bir sürü alternatife bakıp, son birkaç gün kala baktığımız için istediğimiz gibi bir yer bulamayıp, "acaba? mersin? hı?" diyip, karar verip, uçak biletlerini alıp attık kendimizi yazlığa. İso'cum üç buçuk gün bizimleydi. Bense dolu dolu on bir gün kaldım bu sene. Bu kadar doğaçlama ve bu kadar uzun bir kaçış harika geldi doğrusu.
Hatırlayan var mı bilmiyorum ama iki sene önceki yaz tatilinde korkunç bir terslik yaşamıştım (2010 yılı Haziran ayı yazılarında baştan sona her ayrıntıyı bulabilirsiniz). O günden sonra deniz fobisi, deniz gözlüğüyle yüzme fobisi, güneşe çıkma fobisi, sahilde koşma fobisi, vs gibi çeşitli yaz fobileri geliştirdim ve hepsinden sırayla kurtuldum. (Kurtuldum dediğime de bakmayın, burnum aksa bile aynanın önüne koşup okuma lambasıyla burun deliklerimin içini kontrol ediyorum hâlâ!) Yazlık fobisinden kurtulmam biraz zaman aldığı için geçen sene yazlığa hiç gitmemeyi tercih etmiştim. Yazlığı o olayla özdeşleştiriyordum. O yüzden bu sene daha da özlemiş halde attım kendimi çocukluğumun ve gençlik dönemlerimin geçtiği yazlığa..
Koskoca 11 gün! Çabucak geçti dediğimde her günü ve geceyi ayrı bir plan, programla geçirdiğimi düşünürsünüz değil mi? Yok işte, öyle bildiğiniz gibi olmuyor oradaki hayat. Mersin Marina'ya gezmeye bile gitmeyi canım istemedi desem? Ya da Narlıkuyu taraflarına.. Ya da yat gezisine.. Ya da Tarsus'a tantuni , Adana'ya kebap yemeye..
Standart bir yazlık günü nasıl olur peki? Sabah uyanılır, 10.00'a doğru balkonda kahvaltı yapılır, deniz hazırlıkları yapılır ve İstanbul'da berbat bir kış sezonundan çıkmış güneşe hasret beden şezlonga atılır. Sonra? Güneş batana kadar orada yatılır! Tamam, arada eve gidip, soğuk meyve, kola, bira ya da yoldaki mısırcıdan mısır, dondurmacıdan dondurma almaya falan kalkılır. Ama onun dışında tüm gün orada yatılır işte. Annemin deyimiyle gün kurusu olana kadar! :) Kitap okunur, sohbet edilir, denize girilir, hayaller kurulur (hayaller şehirdeki hayallerden daha farklıdır bu kez, daha doğa ve açık hava içeren, daha sade yaşam odaklı, daha hırssız, daha gülümseten hayaller), beden ve ruh itinayla dinlendirilir...
Kafanı kaldırdığında hasır şemsiyeyi, önüne baktığında ise ufka kadar uzanan maviliği görmek esastır. Tabi kafanı kaldırdığında masmavi, bulutların istilasına uğramamış bir gökyüzü görmek de esastır. Ama Mersin bu kez şaşırttı bizi biraz. Her an tehditkar bir tavırla arka balkona çıkıldığında uzaklarda görünen dağların üzerine konuşlanmış bulutlar gün içinde mutlaka bir ya da birkaç kez deniz kıyısına da uğradılar. Bazen gece aniden gelip elektriğin kesilmesine neden oldular ve koyu karanlıkta ardı arkası kesilmeyen şimşek ve gök gürültüleriyle etkileyici bir ses ve ışık gösterisi yaptılar.
Bu da kocamın azimli bekleyişinin sonucu yakaladığı şimşek fotoğrafı: http://instagram.com/p/MMJyWyFriZ/ O kadar çok takdir ve övgü bekledi ki bu pozdan sonra bahsetmesem olmazdı. :)
Bazen evin tepesinden denize doğru kapkara yaklaştılar, bir şey olur mu olmaz mı derken yerleri ve bizi birazcık ıslatıp kaçtılar. Bazen kahve molası için eve gelip sahilde bıraktığımız şezlong minderlerini ve havluları sırılsıklam ağırlaştırdılar.
Bazen de sağ gösterip sol vurdular. "Yok canım, bu buluttan bir şey olmaz" diye yürüyüşe çıktığım bir gün kendimi zar zor bir sıkmacı tentesinin içine atıp yarım saat yağmurun dinmesini bekledim! Aşağıdaki kolajda sağ üstteki turuncu plastik çadırımsı şeylerden birinin içindeyim ben de.:)
Yani kısacası ilk bir iki gün "ay ne güzel oldu denizin rengi" "yaşasın, buranın bu halini de gördük" "iyi oldu canım, değişiklik işte!" falan desek de birkaç günün sonunda hiç yağmur yağmayan güneşli bir günde deliler gibi lodos esmeye başlayınca "Eeeeh!! Yeter ulen artık! Biz bu manyak havayı İstanbul'da da görüyoruz yahu!" falan demeye başladık. Tabi ne olursa olsun orada yağmur yağdığında hava 15 derecelere düşüp mont aratmıyor, gün boyu ya da günlerce kapalı kalmıyor, sizi bunalımlara sürüklemiyor buradaki gibi. İstersen yağmurda bile denize girebileceğin kadar güzel bir hava var ve en şiddetli yağmur bile bir iki saat sonra yerini pırıl pırıl, yakıcı bir güneşe bırakıyor.
Yağmur dışında bu sezonla ilgili kısa kısa aklımda kalanlar:
* İlla ki uğranan duraklardan biri olan Sahil Balık yine bir harikaydı:
* Cüreoğulları'nın kaşarlı pidesi, Özkaymak dondurmacısının damla sakızlı Maraş dondurması, bira molaları, akşamları bahçelerinden getirdikleri ürünleri sahile yakın bir yerde kurulan pazarda satmaya çalışan köylülerin harika bir lezzete sahip meyve sebzeleri, o mayhoş yerli domatesler ve çıtır çıtır biberlerle yapılan kahvaltılar, İso'cum yemediği için bizde hiç tüketilmeyen ama orada iki günde bir yediğim közlenmiş patlıcanlar..
* TTNET Wi-Fi hizmeti alana kadar göbeğimiz çatladı, aldıktan sonra azimle kullanmaya çalıştık ama olmadı, ona rağmen üç tane 600 dakikalık paket kullanmışız gibi bir tutar da faturamıza eklendi! Superonline Fiber'in kapımıza ulaştığı anda hem ev telefonumdan hem de TTNet'ten kurtulacağım. Net!
* Akşamları annemle Kelime Oyunu'nun başına geçip, aralarda dönen tanıtım videolarında çıkan ve "z" hariç tüm harfleri çıkan "faraza" kelimesini bulmak için arka arkaya "farama, farasa, farata, faraşa..." diye sıralayan kıza her gün aynı sinir bozukluğuyla gülmemiz...:)
* Annemin sabah benden önce uyandığında kapımı çalıp Ali Biçim usulü "Açar mısınız kapıyı?" demesi..Sonra "Neden?"lere başlaması.. Evet, doğru bildiniz, biz Follow The White Owl serisine çok gülüyorduk..:)) Bir örnekle hatırlatayım.
Ve son olarak öyle bir dinlenmişlik, huzur ve kendine gelmişlik hissi ki önümüzdeki seneye kadar deniz&güneş görmesem olur... desem de inanmayın siz. Hiç olur mu ayol? :) Daha sezon açılışı yaptık. Yani girişteyiz. Gelişme ve sezon finali de bizleri bekliyor elbet. Herkese güneşli, iyot kokulu, kumlu&çakıllı, rakılı&balıklı, buz gibi biralı, masmavi bir yaz diliyorum.
Sırada tatilde okuduğum kitaplar var... Beklerim..
Bazen evin tepesinden denize doğru kapkara yaklaştılar, bir şey olur mu olmaz mı derken yerleri ve bizi birazcık ıslatıp kaçtılar. Bazen kahve molası için eve gelip sahilde bıraktığımız şezlong minderlerini ve havluları sırılsıklam ağırlaştırdılar.
Bazen de sağ gösterip sol vurdular. "Yok canım, bu buluttan bir şey olmaz" diye yürüyüşe çıktığım bir gün kendimi zar zor bir sıkmacı tentesinin içine atıp yarım saat yağmurun dinmesini bekledim! Aşağıdaki kolajda sağ üstteki turuncu plastik çadırımsı şeylerden birinin içindeyim ben de.:)
Yani kısacası ilk bir iki gün "ay ne güzel oldu denizin rengi" "yaşasın, buranın bu halini de gördük" "iyi oldu canım, değişiklik işte!" falan desek de birkaç günün sonunda hiç yağmur yağmayan güneşli bir günde deliler gibi lodos esmeye başlayınca "Eeeeh!! Yeter ulen artık! Biz bu manyak havayı İstanbul'da da görüyoruz yahu!" falan demeye başladık. Tabi ne olursa olsun orada yağmur yağdığında hava 15 derecelere düşüp mont aratmıyor, gün boyu ya da günlerce kapalı kalmıyor, sizi bunalımlara sürüklemiyor buradaki gibi. İstersen yağmurda bile denize girebileceğin kadar güzel bir hava var ve en şiddetli yağmur bile bir iki saat sonra yerini pırıl pırıl, yakıcı bir güneşe bırakıyor.
Yağmur dışında bu sezonla ilgili kısa kısa aklımda kalanlar:
* İlla ki uğranan duraklardan biri olan Sahil Balık yine bir harikaydı:
* Cüreoğulları'nın kaşarlı pidesi, Özkaymak dondurmacısının damla sakızlı Maraş dondurması, bira molaları, akşamları bahçelerinden getirdikleri ürünleri sahile yakın bir yerde kurulan pazarda satmaya çalışan köylülerin harika bir lezzete sahip meyve sebzeleri, o mayhoş yerli domatesler ve çıtır çıtır biberlerle yapılan kahvaltılar, İso'cum yemediği için bizde hiç tüketilmeyen ama orada iki günde bir yediğim közlenmiş patlıcanlar..
* TTNET Wi-Fi hizmeti alana kadar göbeğimiz çatladı, aldıktan sonra azimle kullanmaya çalıştık ama olmadı, ona rağmen üç tane 600 dakikalık paket kullanmışız gibi bir tutar da faturamıza eklendi! Superonline Fiber'in kapımıza ulaştığı anda hem ev telefonumdan hem de TTNet'ten kurtulacağım. Net!
* Akşamları annemle Kelime Oyunu'nun başına geçip, aralarda dönen tanıtım videolarında çıkan ve "z" hariç tüm harfleri çıkan "faraza" kelimesini bulmak için arka arkaya "farama, farasa, farata, faraşa..." diye sıralayan kıza her gün aynı sinir bozukluğuyla gülmemiz...:)
* Annemin sabah benden önce uyandığında kapımı çalıp Ali Biçim usulü "Açar mısınız kapıyı?" demesi..Sonra "Neden?"lere başlaması.. Evet, doğru bildiniz, biz Follow The White Owl serisine çok gülüyorduk..:)) Bir örnekle hatırlatayım.
Ve son olarak öyle bir dinlenmişlik, huzur ve kendine gelmişlik hissi ki önümüzdeki seneye kadar deniz&güneş görmesem olur... desem de inanmayın siz. Hiç olur mu ayol? :) Daha sezon açılışı yaptık. Yani girişteyiz. Gelişme ve sezon finali de bizleri bekliyor elbet. Herkese güneşli, iyot kokulu, kumlu&çakıllı, rakılı&balıklı, buz gibi biralı, masmavi bir yaz diliyorum.
Sırada tatilde okuduğum kitaplar var... Beklerim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder