Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm

Zülfü Livaneli'nin 1974 yılında Stockholm'de öğrenci evlerinde yaşarken başladığı ilk romanından bahsediyorum. Yıllarca ara verdikten sonra tekrar eline alıp bitirdiği, yayınlanan ve 2001'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü alan, sonra yeniden elden geçirilip psikolojik boyutu güçlendirilerek son haliyle bizlere ulaşan kitabından.

Zülfü Livaneli bu kez 12 Mart darbesi sonrasında mülteci olarak Stockholm'e sığınan Sami Baran'ın hikayesini anlatıyor. Daha doğrusu onun hikayesi üzerinden sürgün yaşamını ve psikolojisini anlatıyor. Darbe dönemlerinde yaşananlara, savrulan ve sönen hayatlara, acılara ve hüzünlere de ışık tutuyor Sami ve arkadaşları üzerinden. Sami'nin yattığı hastaneye o dönemlerde mülteci olarak kaçmak zorunda kalan değil de onları kaçıran tarafta olan bir eski bakanın tedavi için yatırılmasıyla hikaye farklı bir boyut kazanıyor. Vicdan sorgulaması ve intikam almak-bağışlamak ikilemi devreye giriyor. Bir zamanlar nefret ettiği o bakanla tek bir ortak noktaları var: anadilleri. Bir röportajında John Berger'in "anadil anayurttur" sözüne yürekten katıldığını belirten Zülfü Livaneli, Sami Baran ve bakan arasındaki ilişkiye de bu görüşünü yansıtmış. Bu romana çok farklı ve güzel bir tat katan diğer bir şey de hikayeyi iki ağızdan dinliyor olmamız: biri Sami Baran'ın kendisi, diğeri ise yakın arkadaşı olan yazar.

Kitaptan birkaç alıntı:
"...Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil...."
"İntikamın bile bir düzeyi vardı; alçakça olmamalıydı. O zamanlar, hayatımın sonraki yıllarında öğreneceğim bir sözü bilmiyordum. Seneca diyordu ki: 'Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.' "
 " 'Yanlışa karşı çıkıyorum ama doğruyu gereken güçte savunamıyorum. Ben biraz korkağım galiba!' demişti. Karısı onu 'Bütün entelektüeller korkak olur!' diye teselli etmişti. 'Çünkü korku, düş gücünden kaynaklanır.' "
"Batı'nın gözünde iyi Türk-kötü Türk ayrımı bile yoktur, sadece Türk vardır. Öylesine baskın bir damgadır ki bu, bütün kişisel özelliklerinin üstüne çıkar, onları boğar, kişiliğini öldürür. İşte şimdi ben de düşmanımla aynı kimliği, aynı varoluşu paylaşmak zorunda bırakılmıştım. Hastanedeki ve dışarıdaki bütün İsveçliler bana bu adamdan daha yakın geliyordu, onlarla aynı değer ölçülerini paylaşıyordum ama ne yazık ki ben onlara yakın gelmiyordum."
"...bu dünyada kimliği, kişiliği, yüzü silinmiş, hepsi birbirine benzetilmiş milyonlarca mülteci gibi yaşıyoruz ve bunun farkında olmak benim canımı sıkmıyor. Herhalde mutluluk dedikleri bu olsa gerek: Biraz güvenlik, biraz can sıkıntısı."
Ve çok güldüğüm bir bölüm:
"Çok hoş bir insandır annem. Arkadaşları gibi o da her olayı mutfak zamanlamasına göre anlatır. 'Tam fasulyemi ayıklayıp soğanımı soymayı bitirmiştim ki sokaktan bir gürültü geldiğini duydum.' O sırada iki kişinin ölümüyle biten bir trafik kazasından söz etmektedir ama bunu anlamanız biraz zaman alır. 'Geceden ıslattığım barbunyayı süzeyim de kara suyu çıksın diye mutfağa gidiyordum ki tam o sırada askerler koşarak bizim sokağa daldı.' Annemin arkadaşları da böyle konuşur. Eminim insanoğlunun aya ilk ayak bastığı saniyeyi bile tencerede soğan öldürmeyle birleştirerek anlatır bunlar." 
Süper değil mi? :)

Zülfü Livaneli'nin anlatımı, dili her zamanki gibi harika. Kurgu başarılı. En bayıldığım romanı olmasa da bu romanını da çok sevdiğimi söyleyeyim. Okumanızı öneririm. Çok kolay okunan, kısa bir roman bu arada. Yaptıkları işlerin kalitesi bakımından beni şaşırtmayan insanlara hayran olduğumu söylemiş miydim?

İyi okumalar...


2 yorum:

Özge'nin Oltası dedi ki...

İmge'cim ben de çok seviyorum Zülfü Livaneli'nin yazım tarzını. Hemen alıp okumak istedim bunu da. İnşallah en kısa zamanda... Sevgiler...

Imge dedi ki...

Özge,

Tavsiye ederim.. Kısa bir kitap zaten, zamanın olmasa bile iki günde bitirirsin..

Sevgiler.