Son haftalarda izlediğim üç filmden kısaca bahsederek haftaya başlayayım bakalım. İkisini önermeyeceğim, o yüzden aklınızı onlarla karıştırmadan hemen en harika olanından ve mutlaka izlemenizi istediğimden başlayayım: Broken. Koşulsuz Sevgi olarak Türkçeleştirilmiş olan Nisan 2013 yapımı filmin baş rolünde başarılı oyuncu Tim Roth (Archie) var. Aslında bana göre iki baş rol var ve bunlardan biri de 12 yaşında bir genç kız olan Skunk'ı canlandıran Eloise Laurence. Baba kız olarak her ikisi de gerçekten çok başarılı ve doğal bir oyunculuk sergiliyorlar.
Filmin konusuna gelince: aslında Londra'nın banliyö mahallelerinden birinde birbirlerine komşu olan üç ailenin hayatlarına konuk oluyoruz. Bunlardan biri iki çocuğuna -sonradan aralarında bir yakınlaşma da yaşayacağı bakıcıları Kasia yardımıyla bakan- bekar bir baba olan Archie ve ailesi. Archie ilgili bir baba, iyi bir avukat ve düzgün bir profil. Hayatlarındaki en önemli pürüz kızı Skunk'ın şeker hastalığı. Kan değerleri ve iğneleri sürekli takip altında olmalı. Diğer aileninse hayatında pürüzsüz bir şey yok! Üç kızıyla birlikte yaşayan, karısını genç yaşta kaybetmiş bir adam, ama her biri ayrı sorun küpü olan bu aile bildiğin düşman başına denen cinsten. Üçüncü aile ise zihinsel engelli Rick Buckley ve kendi halinde bir çift olan anne-babasından oluşuyor. Film daha çok Skunk'ı merkez alarak ilerlese de bu üç ailenin öykülerinin dramatik bir biçimde kesiştiğine tanık olacaksınız. Ağlak bir film değil ama yine de biraz ağlamaya da hazır olun derim. IMDB'de 9 puan verdim ben, haberiniz olsun. Kaçmaz!
Sırada aylardır izlenmeyi bekleyen birbirinden sıradan, gereksiz, eh işte, olmasa da olur iki film var. İlki Beaver. Kukla olarak çevrilmiş ve gerçekten de baş rolünde Walter'ın (Mel Gibson) hayat verdiği bir kunduz kuklası var. Belki de sadece bu cümleyi bana söyleyen biri olsaydı zaten hiç izlemezdim! :) Neyse, aslında büyük bir beklentiyle izlemezseniz hoş ve boş zaman geçirmek için yaklaşık iki saatinizi de bu filmle harcayabilirsiniz. Ama baş rollerde Mel Gibson ve Jodie Foster (Meredith) olunca ve yönetmenliğini de Jodie Foster yapınca ister istemez beklenti büyüyor ve sonuç hayal kırıklığı oluyor. Walter ve Meredith aslında tam da mutlu aile tablosu oluşturabilecek bir aileleri varken önlerine Walter'ın depresyonu engel olarak çıkar. Ne yaparsa yapsın bunu aşamayan Walter'ın yardımına bir kunduz kuklası yetişir. Bu şekilde yeniden hayata dönen, insanlarla ilişki kurabilen Walter için kuklanın bir kurtarıcı mı yoksa düşman mı olduğunu filmi izleyip görebilirsiniz. Belki psikolojik derinliği daha güzel verilebilseydi, güzel bir aile dramı olabilirdi, ama olumlu/olumsuz etkilenmemiz gereken birçok yerde o duyguları gerçek anlamda hissedemedik. Kısacası 2011 yapımı bu filmi izlemezseniz pek de bir şey kaçırmazsınız.
Sırada Sean Penn için izlediğim ama yukarıdaki film için yaptığım genel yorumların aynısını bu film için de söyleyebileceğim This Must Be The Place (Olmak İstediğim Yer) filmi var. Bu film de 2011 yapımı, Hollywood'da büyük isimlerin abuk subuk işlerle piyasaya çıktıkları yıl olarak tarihe not düşelim lütfen! Sean Penn bir de çapulcu olacak hani, cık cık cık! ;) Gerçi oyunculuk anlamında her zamanki gibi çok iyi ama tek başına bir filmi götürmek için de yeterli olamamış ne yazık ki.
Eski bir rock star olan Cheyenne'in öyküsü anlatılıyor bu filmde de. Dublin'de bıkkın, sıkkın, içine kapanık bir yaşam süren bir karakter var karşımızda. Dış görünüş olarak da The Cure'un solisti Robert Smith'in görünüşünden yola çıkmış yönetmen - ama sanırım bunu söylememe pek gerek yok, zira kapağa bakınca anlayabilirsiniz. ;) Cheyenne'in 30 yıldır görüşmediği babasının cenazesine katılmak için Amerika'ya gitmesiyle birlikte yaşamında bambaşka bir yolculuk başlıyor. Babasının Nazilerin yaptığı Yahudi soykırımıyla bağlantılı öyküsünü öğrenip, peşine düşmeye karar veren Cheyenne, bu süreçte kendi kişisel gelişimine de katkısı olan şeyler yaşıyor ve aslında belki de uzun süren bir çocukluktan geç kalmış bir yetişkinliğe geçiş yaptığı bir olgunlaşma dönemi yaşamış oluyor. Hikaye kulağa güzel geliyor değil mi? Müzikler de güzel. Sean Penn de güzel. Ama bir şey eksikti işte, bilemedim. Çoğu zaman sıkılarak izledik filmi. Belki de ağır akışı bir etkendi. Ya da ne bileyim biraz kopuk işlenmişti, duygu tarafı eksikti, vs. Sonuçta un, yağ, şeker vardı ama helva olmamıştı bence.:)
Daha sık yazabilmek dileğiyle hepinize iyi haftalar diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder