4 Film + 1 Mini Sergi

Yolunuz Zorlu Center'a düşerse PSM'nin yanındaki sergi alanında 1 Mart'a kadar devam edecek olan Mehmet Dere'nin Papercut sergisine bir göz atın derim. "Kağıt kesiği," sanatçının 65 desen çalışmasının bir araya getirildiği bir sergi. Daha detaylı bilgiyi aşağıdaki görselde yer alan sergi broşüründen alabilirsiniz. Şahsen ben "görünmez hikayeler" toplamayı seven bu genç sanatçının kağıt üzerine karakalem çalışmalarını çok sevdim doğrusu. Bakalım siz nasıl bulacaksınız?


Gelelim film önerilerime. Aşağıdaki iki filmi izlemenizi kesinlikle öneririm. Soldakinin daha da favorim olduğunu da söylemek isterim. Time of My Life, Belçika yapımı bir film. Nic Balthazar'ın yönettiği 2012 yapımı bu film, gerçek bir yaşam hikayesinden, Belçikalı aktivist Mario Verstraete'nin hayatından yola çıkılarak çekilmiş. Mario ve yakın arkadaşlarının üniversite yıllarından itibaren devam eden dostlukları, yıllar içinde yaşadıkları ve ne yazık ki MS hastalığının ağır bir versiyonuna yakalanan Mario'nun ölüme giden sürecindeki yol arkadaşlıkları harika bir dille anlatılmış. Bir yandan da ötanazi, insanın bedenen ve ruhen o insan olmaktan çıktığı zorlu hastalıkların son aşamaları gibi kimi durumlarda onurlu bir şekilde ölebilme hakkı da sorgulanmış. Sonuna kadar desteklediğim bir fikir olduğu için de filmi ayrıca sevmiş olabilirim. Mario'nun da uğraşları sayesinde Belçika, Hollanda'dan sonra bu gibi durumlarda ötanazinin yasallaşmasına izin veren bir ülke olmuş ve Mario da bu haktan ilk yararlanan Belçikalı  olarak çabalarının sonucunu almış. Etkileyici bir film. Özellikle Mario'nun çocuğu Milan ve dindar ve daha geleneksel bir inanışa sahip anne-babası ile olan ilişkileri ve kendisine daima yardımcı olmaya söz veren doktor arkadaşının yaşadığı ikilem beni gerçekten çok etkiledi. Mario'yu canlandıran Koen de Graeve'yi de çok başarılı buldum. İzleyin derim.  

Diğer film ise sevimli bir yaşlılık filmi. İkisi çift biri tek, ileri yaşlardaki  toplam beş yakın arkadaşın yaşlılık dönemlerini aynı çatının altında geçirme kararı almalarını konu ediyor. Sürekli hastalıklardan, yorgunluktan, hafıza problemlerinden şikayet etmek, hepsi bir yana dağılmış çoluk-çocuk-torunlardan medet ummak yerine bir arada yaşayıp birbirimize destek olalım mantığıyla yola çıkan beşlinin hikayesini izleyeceksiniz. Bir nevi dost huzurevi. :) Aslında düşününce de hiç fena fikir değil. Hoşunuza gidecek, sıcak bir film.  


Şimdi gelelim dikkatle yaklaşmanız gereken aşağıdaki iki filme. Ben uyarılarımı yapayım: aşağıdaki filmler ruhlarınızda onulmaz hasarlar bırakabilir. Özellikle sevgili kayınpederime sesleniyorum: "gelininizin blogunda gördüğünüz her filmi almayacağınız konusunda anlaşmıştık, biliyorsunuz. İşte aşağıdaki filmlere, özellikle  de soldaki filme elinizi bile sürmüyorsunuz, aman ha!" :)

Efendim soldaki hikaye New York'ta yaşayan ve birbirlerine aşık olan gay bir çiftin saplantılı birlikteliklerini anlatmakta. Kapağında filmin Berlin ve Sundance Film Festivali'ne katıldığına dair notları görünce beklentimizi pek yükselttiğimiz Keep The Lights On bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı. Kopuk kurgusu, arada bir kaçırdığımız neden-sonuç ilişkileri ile kendimizi filme o kadar veremedik sanırım. Neyse, en azından gay bir çiftin yatak odalarında neler yaşadıklarına dair önemli ölçüde fikir sahibi olduk.. ki bu da bir şey! :) Fazlasıyla cesur sahnelerle dolu bir film, rahatsız olma potansiyeliniz varsa önceden haberiniz olsun derim.  


Sağdaki The Seventh Continent filmi ise bir Haneke üçlemesinin ilkiymiş (benim için ilki ve sonu diyelim). Haneke'ye ilki sondan başlamışım diyorum bazen. Baştan başlasaydım Amour'u falan hayatta izlemezdim sanırım.:P Şimdi yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim: aslında film harika ve çok etkileyici. Gerçekten öyle. Modern hayatın monotonluğu, insanın ruhunu yok ederek robotlaştırdığı o kadar etkili sahnelerle, suskunluklarla, metaforlarla anlatılmış ki hayran oluyorsunuz. Ama ruhun boğulmasını böylesine etkili bir şekilde anlatan bir film ruhunuzu da boğuyor bir yandan. Öyle böyle değil! Filmi izlediğimiz o akşam koltuktan fırlayıp kendimi evimizin 5. kattaki balkondan atmamış olmamı bir başarı olarak görüyorum, o derece! Çok rahatsız edici sahneler var. Çin işkencesinin farklı bir versiyonu sayılabilecek kadar rahatsızlık verici sahneler. O yüzden üçlemenin diğer ikisini izleyecek olan arkadaşlara şimdiden kolaylıklar ve iyi seyirler dilerim. Ama ben Haneke'nin farklı bakış açısını, etkileyici yaratıcılığını ve intihara sürükleme potansiyelini anladım ve yetti. Ayıp ediyor da olabilirim şu an, ama üstat affetsin artık: bu üçlemenin yakınından bile geçmem, net!

İyi hafta sonları hepinize...

Hiç yorum yok: