Baharat Adası Zanzibar

İki günlük ada yaşamı bizleri bekliyor. Ve elbette daha nemli bir hava ve sivrisinekler de! Zanzibar'da diğer yerlere göre daha dikkatli olmanız gerek sinekler konusunda, çünkü hem sinek hem insan sayısı fazla olan daha sıcak bir yerdeyiz artık. Dolayısıyla sıtma taşıyan sineklerin sizi bulma olasılığı da diğer yerlere göre daha yüksek. 

Zanzibar, Tanzanya'ya ait 1,651 kilometrekare yüzölçümü olan bir Hint Okyanusu adası. İsmi "zencilerin sahili (zangi bar)" anlamına geliyor. Eski yıllarda Doğu Afrika'da liman tesisleri gelişmeden önce ambar ticareti açısından önem taşıyan bu adanın günümüzdeki ekonomisi tarım ve balıkçılığa dayanıyormuş. Tarım derken en çok baharatlardan bahsediyoruz elbette; özellikle de karanfil, Hindistan cevizi, tarçın ve vanilyadan.  

Bizim de Ada'ya gelir gelmez ilk durağımız buradaki baharat plantasyonu oluyor. Yerel rehber ve çalışanlar eşliğinde bir dürü meyve, baharat ve bitki çeşidini yerinde görerek öğreniyor; tadını, kokusunu deniyoruz. Gerçekten çok keyifli bir deneyim oluyor hepimiz için. İlk olarak ellerimize bir bitki yaprağından yapılmış külahlarımız veriliyor ki istersek denediklerimizi içinde biriktirebilelim diye. Evet, citron ile başlıyoruz. Bu otun en önemli özelliği sivrisinekleri uzaklaştırmasıymış. Faydalı bir eser! ;)


Ağaçların arasına dalalım bakalım, başka neler göreceğiz. Ve bir baş rol oyuncusu daha: tarçın! Çubuk ya da toz tarçın olmasına daha biraz var, zira ağaçtan yeni kazındı kendisi - ve o kazınan yerler zamanla yenilenerek yeniden tarçın kokan kabuklara dönüşüyormuş. Kokuyu tarif etmem mümkün değil size. 


Sırada adını hatırlamasam da tohumlarından çıkan nefis nar çiçeği rengini unutmadığım bir bitki var. Bazılarımız bu harika rengi kaçırmayıp, ruj olarak değerlendirmeyi ihmal etmiyor.;) Sağ alt köşede bir sürü kozmetik üründen tanıdığımız, her derde deva aloe vera bitkisi var. Sol üstteki daldan dala sarmaşık misali yol yapmış bitki ise vanilya. Kokusu yine beni benden alıyor. Arada tezgah açmış bir çocuk da bu bitkilerden yapılmış değişik kremler, kolonyalar, sabunlar falan satıyor bu arada.


Sırada papaya ağacı (sol üst) ve adını bilmediğimiz ama yerlerde de düşen olgun meyvelerini gördüğümüz ve papaya ağacına benzer bir başka ağaç (sağ) var. Üstte ikisinin ortasında çekirdeğini gördüğümüz şey de muskat. Hemen alt sırada ise bayıldığımız iki baharat duruyor; tahmini olan? Sol altta hafif lekeli boz yapraklarını gördüğümüz ağacın bir kısmı kakaoya dönüşecek ve biz de bu kakaoyu bir sürü nefis tatlıda afiyetle tüketeceğiz. Hemen yanında ise karabiber var (tohumları tanıdık gelebilir). İşlenmemiş haliyle bile direkt yemeğe konabilecek kadar yoğun bir karabiber kokusu geliyor her birimizin avucuna tanımamız için bırakılan minik tutamdan.


Zerdeçal, zencefil, kimyon, vs gibi daha bir sürü koku ve tatla tanıştıktan sonra doğal içecek ikramı bizleri bekliyor: Hindistan cevizi suyu! Bakın bizim için nasıl toplanmış Hindistan cevizi meyveleri. Altta en sağdaki fotoğrafta çocuğu göremiyorsanız panik olmayın, bizim de göremediğimiz anlar oldu. Ama videoda izleyeceğiniz gibi sesini duyarak sağ salim tepeye çıktığını anlayabildik en azından. ;)



Bu güzel turun sonunda bizi bir çardağın altına alarak taptaze tropik meyvelerden ikram ediyorlar. Tabi gitmeden önce kıyafet yönetmeliğine uyalım diye şapka, kravat, kolye ve çanta gibi aksesuarlarımızı da onlar temin ediyor. ;P Çantamı burada mumluk, saksı ya da başka bir şey olarak kullanırım diye el bagajımda taşıyarak getirdim ama birkaç gün içinde bozuldu. Eh, ben de çok bozuldum tabi. Ama olsun, fotoğraflarda güzel anısı devam ediyor en azından.;)


Artık hava kararıyor. Biraz baharat alışverişi yaptıktan sonra otelimize gitme zamanı da geliyor. Meşhur karanfil ve vanilya kalmadığı için hazır chicken masala karışımı alıyorum ben de. O yüzden varsa chicken masala tarifiniz, alırım bi dal, ona göre. ;)

91. Yıl Durum Raporu


91. yılda henüz demokrasi ilkesinin çağdaş ve akılcı uygulaması gibi bir aşamaya gelemedik. Eğitim, ekonomi, hukuk, sanayi, dış ilişkiler, her bir şeyi tükettik; hatta "sıfırlamak" üzereyiz hamdolsun! Hâlâ madenlerde ölenlerimizin sayısı yüzlerle, binlerle ifade edilirken nükleer santral kurma planları yapıyoruz. TVlerimizde  "yeşili koruma" temalı kamu spotları dönerken şehirlerimizde birkaç ağaçlık minik yeşil alanları korumak isteyenler kendilerini biber gazına karşı korumak durumunda kalıyorlar. Bu arada her sezon sonu yazlık yerlerde bir sürü orman yangını çıkıyor ki önümüzdeki sezona yeni tatil köyleri yetişsin! Dilimizi doğru kullanan sayıyla gösterilebilecek kadar az kişiye eskiden TRT spikerlerine bakılan hayranlıkla bakılıyor. Yeni TRT'yi hiç sormayın; yeni Türkiye ne ki televizyonu farklı olsun. Ha bu arada yeni Türkiye'de Çankaya Köşkü de yok; AOÇ'un ağaçları katledilerek dikilen bir görgüsüzlük abidesi var artık cumhurun başkanının resmi konutu olarak. Haber ve araştırma yapan gazeteciler ya işsiz ya hapiste; yıkama-yağlama sektörüne kayarak akıllarınca bir dönemsel fırsat değerlendirmesi yapanlar ise küp doldurma peşinde. Ama o küpler dolmuyor, kimse doymuyor bir türlü. Dolaplarımızı, banka hesaplarımızı, midelerimizi doldurmaktan bıkmadık; boşluğuyla tın tın öten tek yer beynimiz kaldı! Hal böyle olunca bari bir faydası olsun bunun, "cehalet mutluluktur" diye mutlu mesut gezelim diyoruz, o da olmuyor. Toplumda herkes birbirine hayatı zehir etmek için adeta yarışıyor. Kim daha saygısız ve sevgisiz olursa büyük ikramiye onun olacakmış gibi bir çaba var herkeste. Cinnet ve depresyon vakalarını, kadın cinayetlerini falan saymıyorum; sadece bu "ben yaptım oldu, var mı?" tadındaki mafyavari tavrın verdiği sıkıntı  ülkede yaşamayı çile haline getiriyor. O yüzden herkes kaçma derdinde, hayallerinde. İçerik, yaratma, üretme gibi kavramları hayatımızdan çıkardık kopyalayıp yapıştırıyor, allayıp pulluyor, günü kurtarıyoruz işte!

Kısacası evlatların senin kadar dayanıklı, akıllı, sabırlı, cesur ve çalışkan çıkmadı maalesef Atam. Cumhuriyet'i bize emanet ettiğini görseydin çok üzülürdün eminim. Ya da bizi görseydin Cumhuriyet'i bize emanet etmezdin. Yani özür diliyoruz senden. Neyi kutluyoruz bilmiyorum, herhalde 91. yılında en azından ismen koruyabildiğimiz için Cumhuriyet'i havai fişekler falan atıyoruzdur. Yoksa bize bıraktığın emanetten geriye çok fazla bir şey kalmadı, çok üzgünüz. 

Ngorongoro Krateri'nde Safari

"Bi krateriniz eksik kalaydı," dediğinizi duyar gibiyim, sevgili okur. Ama öyle demeyin, gerçekten görülmeye değer bir yermiş Ngorongoro. İsmi gözünüzü korkutmasın, söylemeyi hemen öğreniyor, sonra da tekerleme gibi tekrarlamaya bayılıyorsunuz. ;)

1978 yılından bu yana Dünya Mirası kabul edilerek korumaya alınan bu 20 kilometre çapındaki çukuru ağaçlarla kaplı, 600 metre yüksekliğinde adeta bir doğal duvar çevreliyor. Bu dik duvarlara rağmen Serengeti ile Krater arasında bir göç yaşanıyor. Ancak burada su olduğu için göçe hiç katılmayan hayvanlar da var. Doğu Afrika'da yaşayan hemen her türlü hayvanı burada görebilmeniz mümkün. En büyük sürpriz de kraterin dibindeki sodalı göl Magadi'de yaşayan flamingolar oldu bizim için. Biliyorsunuz Nakuru Gölü'nde bile doğru düzgün görememiştik onları. Fotoğraf makinesine pek harika yansımasa da bu kez dürbünle çok güzel izleyebildik flamingoları. 


Flamingo heyecanıyla sırayı şaşırdım tabi. Aslında burada ilk durağımız evrimin ayak izlerini -ya da ilk adımını- göreceğimiz minik bir evrim müzesine de ev sahipliği yapan paleantropolojik bir sit alanı olan Oldupai Gorge oldu. Atalarımızın atalarının ilk olarak Afrika'da yaşadıkları bilgisini doğrular nitelikte 3.6 milyon yıl öncesinden kalma ayak izleri, o zamanki insanımsıların neye benzedikleri, biraz daha günümüze yaklaşınca -yani 1,7 milyon yıl önce!- insanoğlunun atasının kafatasının nasıl göründüğünü hep bu müzede görebiliyoruz. Hayvanların evrimine dair bölümler de var.


Yola devam ederek Ngorongoro Krateri'ne önce en tepeden, güzel bir fotoğraf noktasından bakıyoruz. Buradaki dev boynuzlarla fotoğraf çektirmek için herkes adeta sıraya girince İso'cum da eksik kalmak istemiyor. Yine uçsuz bucaksız, bu kez çok farklı bir doğa parçası var karşımızda. Afrika her noktasıyla bizi büyülemeye devam ediyor. Bu bomboş görünen topraklarda ne safarisi olur ki diye düşünüyor, ama aşağılara indikçe gördüklerimize pek şaşırıyoruz. Gezinin en sürprizli yerlerinden biri olmaya aday burası. 


Öğle yemeği için mola verdiğimiz -ve bazı kuşların saldırma tehlikesine karşı kumanyalarımızı araçlarda yemek zorunda kaldığımız (zira gruptan sandviçini üzerimize pike yapan kuşlara kaptıran oldu!)- gölün kıyısında birçok kuş çeşidi görmek mümkün. Krater genelinde 400'e yakın kuş türü yaşıyormuş. Favorim daha önce bir iki yerde daha gördüğümüz, sağ üst köşedeki taçlı turnalar (crown crane) oldu. Ama bunların dışında da irili ufaklı, müthiş estetik kuşlarla karşılaştığımızı söylemeliyim.  


Aşağıda solo performans sergileyen dostlarımız bulunuyor. Gergedan, devekuşu, aslan ve yaban domuzu en artistik pozlarıyla sizlere selamlarını yolladılar. ;)


Burada da şimdiye kadar karşılaştığımız en büyük sırtlan sürüsünü iş başında yakaladık. Toplam sayı on beşe yakındı ama olay anına odaklandığımız için bu kadarını çekebildik. Yine bir av sonrasıyla karşı karşıyayız. Ve sırtlanlardan iki tanesi muhtemelen geriye hiçbir şey bırakmayacakları bir gunu başını ara sıra dinlenerek sote bir yere taşımaya çalışırlarken ciplerimizin önünden de geçiyorlar. Gördüğümüz çok etkileyici sahnelerden biri daha.


Artık yavaş yavaş geldiğimizden farklı bir yoldan yukarı tırmanarak Krater'e tepeden bakan Ngorongoro Serena Lodge'a gitme zamanı. Üzerimize battaniyelerimizi sarınarak yemek öncesinde Dolunay'a karşı birer kadeh bir şey içmezsek ayıp olur, değil mi? ;) Otelimizden memnun kalıyoruz. Çok keyifli, manzarası güzel bir otel. İçindeki hediyelik dükkanında çalışan Masai de bizi tam sefamızın ortasında yerimizden kaldırarak heyecanla yanına çağırıp, çalıların arasında yuvarlanıyormuş gibi ilerleyen kocaman bir oklu kirpi gösterince safarinin otele gelince bitmediğini bir kez daha hatırlıyoruz. ;) Akşam da Afrikalı akrobatların, yerel müzikler ve danslar eşliğinde yaptıkları gösteriyi izliyoruz.


Artık safari bitti. Müthiş bir düzen ve uyuma sahip yaban hayattan ayrılacağız. Hani yurtdışında parklarda gördüğümüz manzaraları dönünce "ay şekerim harika, kimse kimseye bakmıyor: bir yerde bikinili kızlar uzanmış güneşleniyor, bir yerde yaşlılar kitap oynuyor; çocuğunu gezdiren de var sevgilisiyle öpüşen de; etnik müziğini yapan da var sporunu yapan da... ne güzel!" diye anlatır ama döner dönmez özümüze dönerek "bu yaşta giydiği şeye bak ayol" ya da "el ele tutuşsunlar tamam, ama öyle de öpüşülmez ki sokak ortasında"ya bağlarız ya hani. Doğada bu yok işte! O kadar farklı türün -uçanın, kaçanın, sürünenin, zıplayanın- hep bir arada, birbirlerinden bir zarar görmedikleri sürece dönüp de birbirlerine bile bakmadıkları bir dünyadaydık. "Ama avlanma?" demeyin. Bizim için çalışıp, para kazanıp, yiyecek almak için Migros'a gitmek ne ise, bir aslanın da bir gunuyu afiyetle yemesi o işte! Neyse ki bizler gibi ihtiyaç fazlasını depolamıyor, karnı doyunca duruyor, üstüne tatlı niyetine bir de ceylan devireyim demiyor. Doğanın her anından dersler çıkarmak mümkün. Korkan tarafın zarar görmediği sürece korktuğuna hırlamaması, saldırmaması, sadece tetikte durarak gözlemlemesini bile insanlık aleminde benimsemiş olsaydık belki ırk, dil, din savaşlarının büyük bir kısmı hiç yaşanmazdı!

Neyse... Bu konu uzar da uzar. Ertesi gün öğleden sonra on iki kişilik uçaklarla Zanzibar'a uçmak üzere Arusha Havaalanı'na gideceğiz. Havaalanı öncesindeki durağımız ise Meserani Yılan Parkı. Burada bir sürü yılan çeşidini camların ardından görüyor ve özelliklerini öğreniyoruz. Camlar parladığı için pek hoş fotoğraflar çekemiyoruz, ama olsun. Burası sadece bir yılan parkı değil aslında. İçeride pek çok sürüngen ya da baykuş, kaplumbağa, akbaba, sarı babun gibi hayvan var. Vahşi doğadan gelip de kontrollü ortamlarda hayvanları izlemek biraz içimizi burksa da bu dev yılanlarla kendi ortamında karşılaşmayı kesinlikle istemeyeceğimizi hepimiz biliyoruz! ;)



Departure Lounge'u ve uçuş bilgileri panosuyla bir kasaba otogarını andıran havaalanında minik uçağımıza biniyor, arkamızdan nur inmiş şekilde havalanarak, sağ salim Zanzibar'a iniyoruz. Bu arada safari sırasında araç tutmasına karşı hiç ilaç kullanmam gerekmedi. Ama bu uçuş öncesi önlem olarak bir tane ilaç aldım ve iyi ki de almışım dedim, çünkü neredeyse herkes altüst olmuş şekilde indi uçaktan. Aklınızda olsun, bu minikler feci sarsıyor. Motion sickness'tan muzdaripseniz, önleminizi alın.


Şimdi okyanusun tadını çıkarma zamanı. Ama önce baharat adasının baharatlarını tanıyalım, değil mi? ;) 

Serengeti'de Tüm Gün Safari

Büyük Göç'ün en iyi gözlemlendiği yer olan Serengeti'de bu muhteşem doğa şovunun bir parçasına tanıklık ettiğimizi söyleyerek bu yazıya başlamak isterim. Göçe katılan hayvanlar sadece gunular, zebralar ve impalaların bir türüymüş. Toplam gunu nüfusu ise 1,6 milyonmuş. Sanırım Serengeti'nin düzlüklerinde, muhteşem bir düzen içerisinde 1 milyonunu falan görmüş olabiliriz! Tamam, belki abartıyorum, çünkü Büyük Göç'ün asıl mevsimi olan yaz aylarında değiliz. Ama yağışlı mevsim başlamadan önce de güneye göç eden bir grup hayvan olurmuş ve o yüzden bu da göçün bir parçası sayılırmış. Göç eden gunular birkaç yerde karşımıza çıktılar, çünkü ardı arkası görünmeyen upuzun bir kuyruk oluşturmuşlardı. Aralarındaki uyumu ve düzeni hayranlıkla izledik. O yüzden İso'cuma not: "Bir daha öyle maça gidip gelirken metroda 'Serengeti!!' diye bağırmak yok. Artık azgın kitleye durumu izah edersin. ;)


Şaka bir yana benim de çok ciddi bir teorim var: yaban hayattan herhangi bir hayvan sürüsünü, hadi diyelim bir grup gunuyu İstanbul'a getirsek. Ve bir süreliğine Beşiktaş meydanındaki ışıklarda yolun karşı karşıya iki tarafına koysak. Ya da bir kısmını metronun içine, bir kısmını dışına koysak. En geç bir hafta, bilemedin 10 gün içinde son derece düzenli bir şekilde karşıdan karşıya geçerler ya da metroya inip binerler. Biz "medeni" hayat insanlarının ise son 15 yılını gözlemlediğim kadarıyla hiçbir gelişme olmadığı gibi "geriye gitmeyelim buna da şükür" noktasındayız şehir yaşamındaki düzen anlamında! Hâlâ birbirimizin üstüne üstüne yürüyerek, dirsek-omuz atarak, kuyrukta kaynak yaparak, soldan sallana sallana giderek, metroya önce bir kendimi atayım da inen inemesin binen binemesin diyerek tersine evrilmenin nefis örneklerini sergiliyoruz her gün sokaklarda. 

Neyse! Ünlemi bırakıyorum, doğaya dönerek sakinleşiyorum şimdi. Gunuların en yoğun doğum ayının da Şubat olduğunu unutmayın. Safari tarihlerinizi bu döneme denk getirirseniz iki-üç haftalık bir dönem içinde 500,000 yavrunun doğumundan mutlaka bir ya da birkaçını yakalarsınız. 

Sırada yollarda objektifimize takılanlar var. Akbabalar, yaban domuzları ve aslanlar tanıdık. Yaban tavuğu adını verdiğimiz şu kuş cinsinin lacivert ve benekli desenlerine bayıldık ve bir mola yerinde çok yakınımızda görme fırsatı da yakaladık. Sağ alt köşede ise Bambi olarak tanıdığımız dik-dik duruyor. Ürkek ve minik -ve elbette besin zincirinin en zayıf halkalarından- olduğu için sürekli sote yerlerde rastlamak, hatta çoğu zaman rastlayamamak mümkünmüş. Biz güzel bir poz alabildik kendisinden. 


Nefis bir bonus olarak tam 27 tane filden oluşan kocaman bir fil sürüsünü önce uzaktan gördük, sonra aracımızla tam geçecekleri yere giderek önümüzden geçmelerini izledik. En önde ve en arkada en kocaman erkek filler sürüyü gözetirlerken, dişiler ve çocuklar sohbet ederek arada yollarına devam ediyorlardı.


Ve sırada hayvanlar aleminin en nazlıları, en kamuflaj meraklılarından biri var: leopar! Genellikle onları ağaç dallarında uyuklarken yakalayacağımızı biliyorduk. Bizi yanıltmadılar. Ama bir değil iki tane birden karşımıza çıkarak Masai Mara'da hiç görünmemelerini affettirdiler bize. Altlarından da sanırım yine o fil sürüsünün bir kısmı geçip gitti. ;) Gruplar halinde değil tek başlarına yaşamayı seven bu büyük kedilerden iki tanesini birden yan yana görünce onların bir çift olabileceklerini düşündük. 


Yolumuza devam ederken biraz daha uzaktan da olsa bir leoparı daha ağaç dalında ve sonrasında inerken görebildik. Neyse, artık gözümüzü ağaç dallarından ayırmadan gitmemize gerek yok. Üç leopar hiç de fena sayılmaz.


Agama adı verilen mavi ve kırmızı kertenkeleye merhaba dediniz mi? Bakın duvarın üzerinden size bakıyor. Tamamını görmek için buraya tık tık. Devekuşlarını da ilk kez görüyoruz. Hiç uçamayan ve hayatları boyu hiç ses çıkarmayan devekuşları sadece ölürken ilk ve son kez ses çıkarıyorlarmış. Çok hüzünlü geldi bana bu bilgi. Güzeller güzeli Thomson ceylanları ve babunlar burada da bol bol karşımıza çıkıyorlar.


Aslandan yana çok şanslı olduğumuzu artık biliyorsunuz. Ve işte karşınızda gördüğüm en güzellerinden biri duruyor. Ve yine mimiklerini görebilecek kadar yakınındayız. Üzerinde durduğu sosis ağacının meyveleri ise fillerin ve babunların en sevdikleri yiyeceklerdenmiş. 


Bir kez daha su aygırlarıyla dolu bir gölet var karşımızda. Gün boyu kendilerini serinletmek için ve güneş yanığı olduklarından dolayı suyun içinden çıkmayan su aygırları sadece geceleri otlamak için karaya çıkarlarmış. Otobur olmalarına rağmen insanlara karşı saldırgan olabilen hippoların ağırlığı 2,5 ile 4,5 ton arası değişiyormuş. Bu arada ciple su birikintilerinden geçerken dikkat edin, üstünüze çamurlu su sıçrayabilir ve sizi bir anda bir Hint kadınına dönüştürebilir. Ha alın ha çene, ne fark eder ki. ;P


İnanmayacaksınız ama günün kapanışını yine aslanlarla yapıyoruz. İki dişi ve karşılarındaki çalılıklardan kafayı kaldırmış onları izleyen bir erkek aslan daha çıkıyor karşımıza. Bunlar da diğerleri gibi çok güzeller. Dönüp yüzümüze bile bakmamalarına, bizi hiç takmadan kendi hallerinde oyalanmalarına hâlâ içerliyoruz, alışamadık. Güzel oldukları kadar küstahlar da doğrusu! ;)


Artık otelimizin tadını çıkarmak için dönüşe geçme zamanı. Doğaya karşı açık havada yağmur duşu, masaj, köpük banyosu içinde şarap yudumlamak falan gibi sefa eylemlerini yemek öncesindeki iki üç saatlik süreye sıkıştırmamız gerekiyor. Çoook çalışmamız lazım çook! ;) 

Victoria Gölü'ne Uğrayıp, Serengeti'ye Devam Edelim

Tanzanya'ya öyle zorlu bir giriş yapıyoruz ki hepimiz ilk gece otelimizde dayak yemiş gibi erkenden uyuyoruz. 10 saatimizi safari cipinin içinde yollarda geçirdik, sınırı geçerken bekledik, üstelik hiç hayvan falan görmeden, kumanya şeklindeki öğle yemeklerimizi soğuk bir birası bile olmayan bir mola yerinde yedik. Programın bu gününü içinde bir miktar safari olacağı için çekilebilir diye düşünmüştük gezi öncesi incelerken, ama çok çekilmez ve gereksiz yorgunluk sayılabilecek bir günmüş. Fest Travel'a geribildirim olarak da yazdım: Masai Mara ve Serengeti arası kesinlikle pırpır uçaklarla yapılmalı ve bu bir günlük yorgunluk ve  kayıp zaman da safari için harcanmalı. 

Neyse ki otelimiz nefis bir otel. Yorgunluğumuzu alacak cinsten. Sefa için çok uygun. Sadece odadan çıkıp resepsiyona ya da iki adım ilerideki restorana bile giderken oda anahtarınıza bağlı düdüğü çalarak görevli bir Masai'yi ya yürüyerek ya da akülü arabayla size eşlik etmesi için çağırıyorsunuz. Neden mi? Çünkü otel vahşi yaşamın tam ortasında ve sınırları içerisinde leopar, fil ve aslan görülmüş! Soroi Serengeti Lodge, bence gezinin en güzel oteliydi. Kahvaltısı zayıf olsa da kahvaltı yaptığımız nefis vadi manzarasını görünce "yediğimiz içtiğimiz kimin umurunda, karşımızda böyle bir manzara varken" dedik. Yemekleri ve odaları çok güzeldi. Odanın ahşap terasının bir bölümünde aynı yemyeşil vadiye karşı bir açık hava duş bile vardı. Sizi görebilecek tek canlıların aşağıdan geçen filler olabileceği bir yerde, tertemiz havada ve doğada duş aldığınızı, sonrasında bornozlarınıza sarınarak terasta, akşam yemeği öncesinde bir şişe Güney Afrika şarabı devirdiğinizi düşünsenize. Bana kulak verin, safari yorgunluğu anca böyle atılır, dostum!


Yolculuğun bu kısmında otelimizin de içinde yer aldığı Serengeti Ulusal Parkı'na gelmeden önce ilk durağımız Victoria Gölü kıyısındaki bir balıkçı köyü oluyor. Yine safari dışındaki tek aktivitemiz köy ziyareti ve yerel halkın yaşamını, kültürünü yerinde gözlemleme olacak (ki bana göre bu da en az  safari kadar güzel). Victoria Gölü yaklaşık 69,000 metrekarelik yüzölçümüyle Afrika'nın en büyük, dünyanın ise üçüncü büyük gölü (ikinci büyük tatlı su gölü) durumunda. Nil Nehri'nin de su kaynaklarından biri olan bu gölün adı elbette İngiltere kraliçesinden geliyor. Hemen kıyısında yer alan Lamadi Köyü'ndeki yaşamı yerel rehberlerden dinliyor, onlarla birlikte köyde dolaşıyoruz.  


Köyün bir numaralı geçim kaynağı balıkçılık. Erkekler sürekli balık peşindeler. Kadınlar erkeklerin getirdikleri balığı onlardan satın alıp (evli bile olsalar), balık pazarında satarak ayrı bir gelir elde ediyorlar. Yoksa paranın tamamının marihuanaya gittiğinden şikayetçiler. Erkeklerin ayık kafayla gezmedikleri bir köymüş burası. Sabah kurulan balık pazarı biz gittiğimizde çoktan bitmiş olduğu için kıyı da balık ayıklayan, çamaşır -ya da çocuk ;)- yıkayan köy kadınlarına kalmıştı. 


Köyün tamamı ise çocuklardan oluşuyor gibi bir görüntü hakimdi. Her yerde gruplar halinde oynayan, bağrış çağrış bizi takip eden minikler vardı. 


Arada bir elinizi tutup, sizinle birlikte yürümeye başlayan bir minik görürseniz şaşırmayın. Kısa süreli yol arkadaşınızla tanışın ve el ele yürümeye devam edin. Bazıları iki kişinin arasına girebiliyor; amaç iki el tutmak değil, beni uçurun demek, ona göre. ;)


Köyün ana caddesi boyunca yürürken yol boyunca sıralanmış evler ve dükkanları da görme fırsatı buluyoruz. Berberden, manifaturacıya, açık hava sinemasından, hediyelik eşyacıya bir sürü harap ama renkli kulübenin yanından geçiyoruz. Piknik tüpü üzerinde balık kızartan yaşlı teyzeler kendilerine baktığımızı görünce hemen ikram etmeye kalkıyorlar. İçten ve güler yüzlü kadınlar ve çocuklar köyü burası. 


Artık köye veda zamanı. Şimdi İso'cumun benden daha çok merak ettiği Serengeti'yi göreceğiz. Maç zamanlarında metrodaki "Serengeti! (alkış) Serengeti! (alkış)" tezahüratlarından olsa gerek bu merak. ;) Bakalım şehirde metroya binerken karşılaştığımız düzensiz güruhun karşılığını doğada görecek miyiz? Hiç sanmıyorum, ama Serengeti'de safari detayları bir sonraki yazıda olacak. 


Ama kısaca Serengeti Ulusal Parkı'ndan bahsedeyim girizgah niteliğinde. Burası 14,763 kilometrekarelik alanıyla Masai Mara'nın neredeyse on katı büyüklüğünde bir doğal yaşam parkı. İçeri girer girmez fark edilen ilk özelliği ise çok daha yeşil olması ve geniş düzlüklerden çok ağaçlıklı alanlarının göze çarpması. "Bu kadar genişlik ve ağaçlığın safari anlamında bize bir faydası mı, zararı mı olur?" diye düşünmeden edemiyor insan. Sanki burada işimiz biraz daha zor gibi. Yine de 35 tür ova hayvanı, 5 büyük ve iki yüzden fazla kuş çeşidine ev sahipliği yapan bu devasa alanın bize bir güzellik yapacağına dair umutluyuz. Bakalım haftaya hep birlikte göreceğiz. ;)

İyi hafta sonları!

İstanbul'daki Hayattan Kısa Kısa Notlar

Afrika notlarıma bir gün mola veriyorum. Tatile gitmeden önce denediğim birkaç lezzet durağı ve dönünce izlediğim filmler ve okuduğum kitaptan bahsetmezsem olmaz. Başlıyoruuuz!

* Alın size bir Pazar planı. Polonezköy'de kahve ve yürüyüş; üstüne Kavacık'taki Bayramoğlu Döner'de döner. Buranın dönerinin methini duya duya bir hal olmuştum ki yürüyüş sonrası İso'cum akıl edince gidip denedik. Gerçekten övgülerin hepsini hak eden müthiş bir lezzetmiş. Yağ oranı süper ve etler kurumamış. Kocaman mekan ama hıphızlı servis. Ambiyans yok, hüplet, çayını iç ve kalk usulü. 


* Galata'daki Serdar-ı Ekrem Sokak'ta yer alan Aheste'yi ve Kuledibi'ndeki Velvet Cafe'yi denedim tatil öncesi Nazoş'la. Bugün de siz bu satırları okurken muhtemelen İstanbul Modern'de buluşmuş, sonrasında da bir yerlerde oturmuş Afrika konuşuyor olacağız (şu gıcık "yapıyor olacağım" kalıbı değil bu; sanki burada doğru kullandım gibi, kulağımı tırmalamadı, ne dersiniz? ;) ). Aheste'nin (galiba kinoalıydı) salatası ve avokado salatası ve yoğurtla servis edilen Meksika fasulyesi mücveri çok güzeldi. Ortamı da çok başarılı. Bir akşam uğrayıp enteresan lezzetlerle dolu tadım menüsünü de denemek istiyorum. Velvet ise kahve ve tatlı molası için uğranabilecek, şirin mi şirin bir yer. Rengarenk sokağında ve minderlerinde keyif yapmak da içeride oturmaktan daha güzel bana göre. Galata'ya yolunuz düşerse bu iki mekana da uğrayabilirsiniz. 


* Gelelim kitap önerime. Paul Auster yazar da ben sevmez miyim hiç? Bir sürü kitabını okusam da her sahaf gezisinde mutlaka eskilerden, okumadıklarımı tamamlamak için bakınmayı ihmal etmem. Son sahaf turlarımdan birinde aldığım Kehanet Gecesi'ni de yine bir çırpıda okuyuverdim.Hatta Instagram'da da bu adamın bitmeyen kitabını yapsalar notuyla paylaştım. ;) Yine New York, yine iç içe geçen hikayeler, yine rastlantılar, yine başrollerde her zamanki gibi Paul Auster'ın kendisi gibi zihnimizde canlandırdığımız bir yazar. Ama yine çok keyifle okunan ve bitmesin istenen bir roman. Sydney ve Grace hikayesi üzerinden hayali Nick ve Eva ikilisine geçişler, Trauste'nin babacanlık rolünün dışında ilişkinin bir parçası olma fikri, sinema senaryosu olarak değinilen zamanda yolculuk konusu, mavi takım üyeliği ve mavi defter kendime minik hatırlatma notları olarak bu yazıda bulunsun.  Bir de bu kez bonus olarak kitabın çevirmeni İlknur Özdemir'in Paul Auster ile onun evinde yaptığı söyleşi de var en sonda (ki çevirmen olarak birlikte çalışma fırsatı da bulduğum İlknur Hanım'ı kıskanmadım değil hani o noktada ;) ).


* Sırada filmler var. İlki 2008 yapımı ve hem konu hem oyunculuklar anlamında çok beğendiğim Doubt (Şüphe) filmi. Kilise okulunda geçen filmde Philip Seymour Hoffman, sevilen, hoşgörülü, daha modern bir bakışı olan Rahip Flynn rolünde. Kilisenin baş rahibesi olan Rahibe Beauvier (Meryl Streep) ise kuralları olan, sıkıcı sayılabilecek kadar katı, prensipli, ahlakçı bir kadın. Rahip Flynn'in okuldaki çocuklardan biriyle fazlaca yakınlaştığını ve aralarında uygunsuz bir ilişki olabileceğine yeterli kanıtı olmasa da fazlasıyla inanan Rahibe Beauvier, Rahip'e karşı bir savaş açar ve okuldan uzaklaştırılmasını sağlar. Ancak erkek egemen ve iki yüzlü bir sistemin içinde Rahibe'nin bu savaşta galip gelip gelmediği yoruma açıktır. Nefis oyunculuklar, güzel diyaloglar görmek için izleyebilirsiniz.


İsmi Düzenbaz olarak Türkçeleştirilen American Hustle ise Oscarlar sırasında adını sürekli duymuş olmasaydım alıp da izleyeceğim bir film olmazdı büyük olasılıkla. Tam da beklediğim gibi çıktı. Çok etkilendim mi, hayır. İzlemek kayıp mı, hayır. İzlemesem de olur mu, evet. Başarılı dolandırıcı Irving (Christian Bale) ve sonradan iyi bir ekip oluşturduğu sevgilisi Sydney (Amy Adams), yine dolandırıcılık planları yaptıkları bir olayda FBI ajanı Richie'ye (Bradley Cooper) yakalanırlar. FBI ajanı da onlara proje bazlı iş teklif eder: "yani peşinde olduğum isimleri yakalamam için bana yardım edin, sonra serbestsiniz" anlaşması. Böylelikle bizim dolandırıcılar politika ve mafya camiasında da boy göstermeye başlarlar. İşte böyle, boş zamanınız varsa beklentisiz izleyebilirsiniz.

Yarın Victoria Gölü kıyısında bir balıkçı köyü gezeceğiz ve Serengeti'ye giriş yapacağız. Yani blogda yine İstanbul'dan uzaklaşma vakti. Ama gerçek hayatta İstanbul'u yaşamaya ve yazı konusu biriktirmeye elbette devam! ;) 

Masai Mara'da Akşam Safarisi

Masailerden ayrılıp otelde öğle yemeği ve dinlenme molası verdikten sonra yine araçlardayız. Bakalım sabah harika görüntülerle bize günaydın diyen Afrika savanalarının akşamüstü sürprizleri neler?

Çocuklarıyla akşam gezintisine çıkanlar var bu kez ağırlıkla. Önce bir yaban domuzu ve iki yavrusunu görüyoruz. 


Sonra aile saadeti içinde salına salına gezinen fillerle karşılaşıyoruz. Ama filler açısından bize en cömert davranan yer Serengeti oluyor. Tam 27 filden oluşan kocaman bir sürü arabalarımızın önünden geçiyor resmi geçit tadında. Tabi daha iki gün var onları görmeye. ;)


Yolumuza devam ederken rangerların cipi ve birkaç cipin daha toplandığı bir alana gidince bir çita ve dört yavrusunun oynaştıklarını fark ediyoruz. Çitalar evcilleştirilebilen hayvanlarmış, patilerinde tırnakları yokmuş diğer kedigillerden farklı olarak. O yüzden yavrularıyla ilgili kaçakçılık durumları söz konusu olabilirmiş. Rangerların orada bulunmalarının sebebi anlaşılıyor böylece. Dünyanın en hızlı koşan hayvanı olarak bilinen çitanın avlanmak için en fazla 1,5 dakika koşabildiğini biliyor muydunuz? Vücut ısısı koşu sırasında çok yükseldiği için beyni ve kalbi daha fazlasına izin vermiyormuş. O yüzden üç saniye içinde 100 km'lik bir hıza ulaşıp, yaklaşık bir dakika içinde de avını yakalayıp sakinleşmesi gerekiyormuş. 


Çita ailesinin yanından da ayrılıyoruz. Aile derken doğada anne ve yavrular var; babalar ortalıkta yoklar! Gözlemlediğim kadarıyla insan"oğlu"nun büyük çoğunluğunun da doğaya en -ve tek- uyumlu oldukları alan bu. :P 

Yola devam! Tek başına ya da sürüler halinde akşam karanlığı bastırmadan bir şeyler atıştırmak üzere dolananlar çıkıyor karşımıza. Soldaki sekreter kuşu. Patrondan kaçmış olsa gerek. :P Sağda ise gunular ve zebraların kardeş kardeş otladıklarını görüyoruz.  


Tam "sabah safarisinde daha şanslıydık" yorumları yavaş yavaş başlamışken bir erkek aslan haberi alarak direksiyonu bodur bir ağacın bulunduğu kayalara doğru çeviriyoruz ve ta ta ta taaam!! Nefis bir erkek aslan var karşımızda. Hemen ilerisinde de dişisi uzanıyor, ama hiç istifini bozmuyor. Yaşasın, biraz şu yakışıklıyı izleyelim, derken bizim aslan yerinden kalkıp, minik bir daire çizip, tam önümüzde ihtiyaç molası verip, kayalıkların karşı ucuna geçiyor.


Hımm, burada daha mı iyi oldu ne? Yaklaşık yarım saat aslanın her hareketini inanılmaz yakın bir mesafeden izliyoruz. Metro Goldwyn Mayer aslanı tadında esnemesi, gözlerini mayışan kediler gibi tatlı tatlı yumup açmasını, başını çevirip biraz da profilimi izleyin demesini... Bize hiç sıkılmadan çok güzel pozlar veriyor bu artist! Yine bir kükreme duyamıyoruz ama olsun, bu görüntüler paha biçilmez. 

Yetişkin bir erkek Afrika aslanı ortalama 200 kg civarındaymış. Şimdi biraz karizmasını dağıtacağım izninizle, çünkü günün 20 saatini uyuyarak geçiyorlarmış. Avlananlar da dişilermiş üstelik! Ama avın en güzel yerini önce erkek aslan yiyip, lütfettiği kadarını dişilere bırakıyormuş. Karısını evlere temizliğe gönderip, kendisi tüm gün kahvehanede aylaklık eden, sonra da kadının kazandığı parayla her gün kendine bi' küçük açan tiplere benzemiyor mu sizce de?! Besin zincirinin en tepesinde, insan ve timsah dışında düşmanı yok, kendini gösterip bir kükredi mi karşısındaki "eyvallah" diyerek topuklayabilir, ama doğada bu kadar da "imaj her şeydir" durumu olması ilginç değil mi diğer hayvanlar alın teriyle emek zahmet yaşarlarken yahu?


Neyse... Doğanın düzeniyle ilgili bu eleştirilerimi kendisinin duymasını hiç istemem. O yüzden bu arkasından konuşmalarım da aramızda kalsın olur mu? ;)

Şimdi nefis günbatımı görüntüleri izlemeye gidiyoruz çeşitli noktalardan. Afrika savanalarında günbatımının ne kadar meşhur olduğunu bilirsiniz. Çok bulutlu bir gün olduğu için en güzel günbatımları bizim olamasa da yine de gördüğümüz manzaraların büyüleyici olduğunu söylemeliyim. Bilgisayarlarınızın arka fon resmi yapabileceğiniz ve ara sıra üzerinde çalıştığınız pencereyi küçülterek dalıp gidebileceğiniz güzellikte fotoğraf kareleri yakalamak mümkün bu saatlerde. 


Günü batırdıktan sonra artık otele doğru dönüşe geçiyoruz. Ne kadar güzel bir gün olduğunu düşünerek, konuşarak, birbirimize fotoğraflarımızı göstererek ilerlerken rehberimiz Turgay Bey'den bir sürpriz geliyor: mızıka! Bizler kendimizden geçmiş halde günü baştan alıp adeta tekrar yaşarken, aracımızın penceresinde uçsuz bucaksız savana akıp giderken, Turgay Bey de mızıkasıyla eşlik ediyor bize otele gidene kadar, nefis bir gün kapanışı sunuyor bize.  Rüya gibi gezimizin en rüya günüydü 3 Ekim 2014 Cuma'sı. 

Belki de sırf bu yüzden tekrar gitsem -ki gitmek isterim- sadece "Kenya'da Masai Mara'da bir kampta kalıp sabah ve akşam safarilerine katılsam yeter," diye düşünüyorum. Ama tura katılan birçok insanın favorisi de Serengeti oldu. Ve yarın sınırı geçerek Tanzanya'ya giriş yapacağız. Yani Serengeti'yi merak edenler buralarda olsunlar derim. ;)

Masailerle Tanışma

Sabah doğada yaptığımız şampanyalı kahvaltı sonrasında yağmur eşliğinde 180 kişilik bir Masai köyüne varıyoruz. Masailer Kenya'nın güneyi ve Tanzanya'nın kuzeyinde yaşayan, hayvancılıkla uğraşan, yarı-göçebe yerli halk. Nüfuslarının bir milyon civarında olduğu söyleniyor. Daire şeklinde sıralanmış kerpiç evlerden oluşan birkaç ailelik köylerinde yaşıyorlar. Mesela bu 180 kişilik köy aslında 5 aile! Çok eşlilik ve çok üremek yaygın anlayacağınız. Köyün varlıklı erkekleri -yani en çok hayvana sahip olanları- çok sayıda kadını eşi yapabiliyor ve bir sürü çocukları olabiliyor. Ben de aşağıda köyün evlenme çağındaki genç erkekleriyle birlikteyim, hani aklınızda olsun. :P 


İlk kolajda köyün bizi karşılamak üzere toplanan erkekleri ve kadınlarını görüyorsunuz. Aşağıdaki kolajda ise yüzleri gözleri  kir, pas ve sinek içinde olmalarına rağmen gamsız tasasız, kırlarda bayırlarda oynayan köy çocukları var. Çocukluğun hafif ruh hali içinde olduklarından mı, yoksa doğal ötesi yaşadıklarından mı, yoksa başka bir alternatif bilmemekten mi bu mutlulukları diye düşünüyor insan. Köyde iş bölümü şöyle: kadınlar süt sağmak, yemek, çocuk bakımı ve hatta şu kerpiç evlerin yapımıyla uğraşıyorlar; erkekler ise hayvanları otlatmaya götürüyor, avlanıyor ve geceleri olası vahşi hayvan saldırılarına karşı köyü koruyorlar. Bana adil göründü. 


"Evleri kadınlar mı yapıyor?" diye hayrete düşmüştük ama malzemeler taşındıktan sonra bu kerpiç evleri yapmakta da pek sorun yok gibi görünüyor. 10 yılda bir de evler artık iyice harap olunca tamamını yıkıp, köyü yeniden başka bir yere inşa ediyorlarmış. 

Bize evlerini açıp, içini gezmemize izin verdiler. İçeriye ancak başımızı eğerek girdik ve içeride de  o şekilde durmaya devam ettik. "Burası salon," dedikleri yerde iki kocaman adım atmak mümkün değildi. Salon olduğunu gösteren tek işaret ise yer zemininde oturmak için bir seki çıkıntısı da olmasıydı. Yatak odası da iki ayrı gözün olduğu, ortada ateş yanan, yanında karanlıkta göremediğim bir hayvan yavrusu (muhtemelen yavru köpek ya da minicik bir kuzu) uyuyan, yerde yatılan bir odacıktı. Bir de kiler dışında hiçbir şey olmadığı gibi bu odaların ne olduğunu anlamamıza yardımcı olacak hiçbir eşya da yoktu içeride. Elektrik elbette yok. Medeni bir hayatta köy evi bile olsa görmeye alışkın olduğumuz tuvalet, duş, giysi dolapları, kap-kacak-çatal-bıçak, vs gibi araç gereçler hiç yok. Bildiğin dört duvardan oluşan, hayvan-insan bir arada yaşanan bir mağara aslında. Sokakları ise hayvan pislikleri ve yağmurdan dolayı ıslanan toprağın çamurunun karışımından oluşuyor ve onlar yalınayak, biz çamur içindeki botlarımızla o evlere girip çıkıyoruz. Dünyanın bir ucunda aklınızın almayacağı ilkellikte, böyle de bir kabile yaşamı var yani, sevgili okur. İlkellik tarafı biraz problem olsa da içtenlik konusunda bir sıkıntı yok ama: bir dahaki gelişte otelde kalmayın, evlerimiz size açıktır, diyorlar defalarca. Bilmiyorlar ki biz tüketen beyazlar sadece sırt çantamızı boşaltsak evlerinde adım atacak yer kalmaz! ;) 


Bir erkeğin yetişkinliğini ispat etmesi için iki aşama var: birincisi 12-15 yaşlarındayken sünnet olması, ikincisi ise köyden ayrılarak vahşi doğada tek başına hayatta kalmayı başarması. Ve bu süre öyle günlerle değil yıllarla ifade edilen bir süre! Sünnette de anestezi, hijyenik koşullar falan yok elbette; ama bağırmak ya da acı çekiyormuş gibi bir yüz ifadesi yapmadan, güçlü durması gerekiyor erkeğin. Yoksa karizma çiziliyor sosyal hayatta. Yaban hayat mücadelesini de başarıyla tamamlayıp, savaşçı bir yetişkin erkek olarak köye dönen erkek artık evlenmeye de hak kazanıyor. Kadın sünneti de varmış eskiden ama artık yok olmaya yüz tutmuş bir gelenekmiş. 

Karşılamayı köyün yetişkin ve savaşçı erkekleri yapıyorlar. Geleneksel dansları ve zıplamaları eşliğinde. O da ne? Aralarında yetişkin bir beyaz erkek de görüyorum sanki? ;) 



Son olarak da Masai diyetinden bahsedeyim biraz sizlere. İncecik, uzun boylu ve kaslı erkek ve kadın vücutlarının sırrını açıklıyorum: bol fiziksel hareket, protein ve kan! Evet, doğru duydunuz. Masailer süt ve et tüketmenin yanı sıra hastalık, sünnet sonrası, yaralanma, vs gibi özel durumlarda iyileşmeyi hızlandıracağını ve vücuda güç vereceğini düşündükleri için sürülerindeki inek, sığır, vs gibi hayvanların kanını içiyorlarmış. Uuu çok sert! Hayvanın şah damarından enjeksiyon yöntemiyle kanı alarak hayvanı öldürmeden kan tüketme yöntemini de bulmuşlar. Size kırmızı bir içecek ikram ederlerse falan dikkat edin yani. ;P 

Artık kadınların el emeği göz nuru yaptıkları takıları ve dekoratif objeleri görmek için rengarenk pazar alanına gidebiliriz. Üstlerinde gördüğünüz o birbirinden renkli takılar, kumaşlar, filin kuyruğundaki kıllardan ya da dik-dik (nam-ı diğer) boynuzundan yapılmış aksesuarlar, kabile liderinin dekoratif asası, vs gibi ilginç şeyler bulabileceğiniz bu pazardan alışveriş yaparak köyün ekonomisine de katkıda bulunabilirsiniz. Pazarlık şart!


Şimdi öğle yemeği -ve elbette duş!- molası  için otele dönme zamanı. Sonra akşam safarisine çıkacak ve günü savanada batıracağız. 

Masai Mara'da Sabah Safarisi

Masai Mara'da ikinci günümüzün sabahında kahvaltı falan yapmadan erkenden düştük yollara. Bakalım günün ilk yarısında nelerle karşılaşacağız. Hımm, şu karınca yuvası tipli tümseğin üzerinden bize bakan iki akbabaya bir selam verelim önce. 


Yola devam ederken sabah sporlarını yapan topileri görüyoruz. Keçigillerden olan topiler koşarak ve boynuz tokuşturarak kondisyon çalışmalarını yapıyorlar. Ee, doğa güçlü olanı sever malumunuz. 


Daniel'ın telsizine gelen bir haberle birlikte ana yoldan çıkıp, içerilere doğru yol alıyoruz. Ve buna kesinlikle değen bir ikiliyle karşılaşıyoruz burada. İki genç ve erkek aslan. O kadar cool bir halleri var ki ciplerimize doğru yürürken ve yanımızdan geçip giderken! Biz heyecandan yerimizde duramıyoruz, biraz olsun bize dönseler, bi kuple kükreseler diye içimiz içimizi yiyor, ama bu nefis ikili gayet kendilerinden emin adımlarla, salına salına, dümdüz ileriye bakarak geçip gidiyorlar yanımızdan. Ve gerçekten cipten elimizi uzatsak dokunabileceğimiz kadar yakınımızdan. Güne güzel başladık. Yola daha bir keyifle devam edebiliriz artık. 


Ve o da ne? Yine inanılmaz bir manzarayla karşı karşıyayız. Bir sırtlan devirdiği -ya da başkalarının devirdiği- bir gunuyu yemiş bitirmiş! Av sahnesi görmeyi çok isterdik ve Daniel'ın "National Geographic ekibi av sahnesi çekimi yapmak için 3 ay falan kalmaya geliyorlar buraya, biliyorsunuz değil mi?" tarzı alaylı uyarılarına rağmen bir av görme umudumuzu hiç yitirmedik. Ama olmadı maalesef. Biz de av sonrasıyla idare ettik, ama hiç fena bir sahne değildi gerçekten de. Sırtlan yiyeceğini yemiş giderken - ya da belki akbabalar üşüştüğü için onlardan korkup giderken- kanlı ağzıyla son bir kez dönüp o nefis yemeğine bakışı inanılmazdı. Bu sahne belgesellerden o kadar tanıdıktı ki! Tam da bunu düşünürken İso'cum bana dönüp, "Sana da TV'den bildiğin bir ünlüyle falan karşılaşıyormuşsun gibi oluyor mu bunları gördüğünde?" dedi. Daha iyi ifade edilemezdi, çünkü belgeselleri yaşıyor gibiydik. ;) Sırtlandan sonra akbabaların çığlık çığlığa o gunudan geri kalanları yemelerini izlemek çok etkileyiciydi. Gözlerini oymaları, iç organlarını deşip dağıtmaları ve kısacık bir süre içinde geriye hayvanın derisinin içi boşalmış bir halde kalması karşısında büyülenmiş gibi bakakaldık. Gün gerçekten güzel başladı!


Yola devam ederken bir de baktık dört aslan daha! Tembel tembel yatmışlar, aralarında sohbet edip, huzur ritüeli tadında birbirlerini yalıyorlar. Ve bir sıçrayışta 8 metre ileri atlayabildiklerini düşünürsek bize en fazla bir sıçrama mesafesindeler. Aslandan yana şansımız açık bugün. 


Ama artık acıkmaya başlıyoruz. Saat sabahın 9.30'una geliyor ve biz iki saatten uzun süredir safarideyiz. Akbabalar bile yemeklerini yediler ama biz daha kahvaltımızı etmedik. Bugün kahvaltıyı doğada yapacağız. Otelimiz dün su aygırlarını görmek için gittiğimiz Mara Nehri'ne tepeden bakan yerlere bizler için masalarımızı hazırlamış çoktan. Girişte şampanya ikram eden Masailerimiz de var. Daha ne olsun, değil mi? 


Bu rüya gün böyle güzel başladığı gibi, hatta daha da güzel devam etti. O yüzden üç yazı halinde yazmayı planlıyorum, çünkü bize göre tüm gezinin en güzel günüydü. Hippo homurtuları eşliğinde kahvaltımızı yaptıktan sonra yeniden yollara düşme zamanı. bu kez istikamet bir Masai köyü. Tam yoldayken yağmur bastırıyor, ama bizler de hayvanlar kadar olağan karşılıyoruz bu durumu. Doğaya uyum sağlamayı öğreniyor muyuz ne? Yoksa şehir hayatındaki gibi eziyete neden olmadığı için doğa olaylarının tadını çıkarmayı mı becerebiliyoruz? Neyse, her gün bir iki saat yağmur yağıyor, ama ya biz yoldayken ya da işimiz bitip otele döndüğümüzde yağdığı için safari programımızı aksatmıyor. Aksine bize nefis manzaralar ve yağmur sonrası tazeliği sunarak keyfimize keyif katıyor. Aşağıda da yol üstü manzaralarımız olarak yağmurdan bizim gibi keyif alan bir zürafa ve yine bir aslan göreceksiniz. ;) 


Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında bir Masai köyüne varıyoruz. Şimdi Masailerle tanışma zamanı. Yepyeni bir kültüre merhaba demek isteyenler benimle gelsin. ;)