Yörük Köyü'nden sonra yaklaşık 1,5 saat içinde Amasra'da oluyoruz. Burada ilk önce şehre tepeden bakıp Fatih Sultan Mehmet'in de lalasıyla birlikte buraya ilk geldiğinde "Lala, lala, çeşm-i cihan (dünyanın gözü) bu mu ola?" diyerek şehrin güzelliğine hayran kaldığı Bakacak Tepesi'nde kısa bir mola veriyoruz. Hava sisli olduğu için tepede bakacak hiçbir şey göremiyor, "neyse artık Google'dan bakarız" diyerek dönüyoruz. Yani anlayacağınız hayaller soldaki Google görsellerden alınmış fotoğraf, gerçekler ise sağdaki benim fotoğrafım oluyor. :P
Olsun, moral bozmak yok. Kara kış vakti yollara düşüyorsan capcanlı mavilerle, yeşillerle değil puslu grilerle karşılaşmayı göze almış olman lazım ey gezgin! Şehir merkezine gelir gelmez meydanda Fatih Sultan Mehmet ve lalasının heykelini göreceksiniz. Kale içindeki sokaklara daldığınızda ise Fatih Cami sizleri bekliyor. Burası 9. yüzyılda bir Bizans kilisesi iken 1460'da Fatih'in fethinden sonra camiye çevrilmiş.
13. yüzyılda Cenevizlilerin hakimiyetinde olan bu güzel sahil şehrinde kale içinde gezinirken Cenevizlilere ait izlere rastlıyorsunuz (bkz. sağdaki kapının üstündeki semboller). Fatih'in Bakacak Tepesi'nden bakıp şehre nasıl bayıldığından bahsetmiştim ya hani. İşte onun üzerine demiş ki: "Bu güzel şehre zarar vermek istemem. Savaşarak almayayım burayı, siz paşa paşa kalenin anahtarını bir zahmet getiriverin bana." Ve geliş o geliş işte. Alt sıradaki fotoğraflarda da tarihi Roma dönemine dayanan ve 8. ve 9. yüzyılda Bizanslılar döneminde onarım gören Kemere Köprüsü'nü görebilirsiniz.
Elbette Amasra ile birlikte anılan önemli isimlerden biri de çok genç yaşta, Bodrum'da bir trafik kazasında -hem de doğum gününde- hayatını kaybeden rockçı Barış Akarsu. Deniz kıyısında bir parkta elinde gitarıyla sizleri karşılıyor. Heykeltıraş ise Tankut Öktem. Ne kötü bir tesadüf ki onu da İstanbul'da üzücü bir trafik kazasında kaybetmiştik. Bu heykel Barış'ın ölümüne çok üzülen sanatçının Amasra halkına içinden gelerek yaptığı bir anı hediye niteliğindeymiş. Her ikisi de nur içinde yatsınlar.
Sisin izin verdiği kadar manzaralar aşağıda. Burayı bahar ve yaz aylarında hayal edebiliyorum. Capcanlı renklerin yakışacağını tahmin ettiğim, çok şirin bir sahil ilçesi. Deniz görmek isteyen Ankaralılarla dolup taşıyormuş yaz aylarında - ki çok mantıklı, çünkü Ankara'ya çok yakın. Limana ve şehir merkezindeki sahile tepeden ve deniz seviyesinden bakınca gördüklerim aşağıda. Sahil boyunca sıralanan balık lokantalarını görüyorsunuz değil mi? Kısaca cennet de diyebiliriz. ;)
Biz turdan ayrılarak buradaki balık lokantaları içinde -Dido'nun tavsiyesi üzerine- Canlı Balık'a (Mustafa Amca'nın Yeri) gidiyoruz ve gerçekten çok memnun kalıyoruz. Amasra'da balık kadar baş rolde olan bir şey de salata. İçinde bazen kırk çeşit malzeme olabiliyormuş salatanın. Ve şu an aklıma gelince bile ağzım sulanıyor diyebilirim. Karadeniz mezgiti ve barbun karışık söylüyoruz. Un ve mısır unu karışımına bulanarak kızartılmış balıklar taptaze, çıtır çıtır. Garsonlar ilgililer. Ortam ferah ve tertemiz. Denizin dibinde, buz gibi havada sıcacık kaloriferin yanındaki masalardan birine kurulup, birer de kadeh rakımızı tokuşturunca mutluluğun resmini kulaklarımıza varan ağızlarımızla çizmiş oluyoruz. ;) (Bu arada benim için balığın vücudumdaki serotonin üretimine etkisi kesinlikle çikolatadan kat kat fazla! Ölçmek isteyen bilim insanı olursa bu rakamlarla da kanıtlayabilirim. ;) ) Üstüne de tabi ki sıcak helva, balığın olmazsa olmazı olarak sofraya geliyor. Bence yolunuz Amasra'ya düşerse yemek molası için mutlaka gelmeniz gereken bir adres burası.
Yemek sonrası biraz da çarşı içinde gezindikten sonra otobüsümüz bizi bekliyor. Yani altı saatlik yolculuk da bizi bekliyor. Işınlanmayı hâlâ keşfetmemiş olmamız büyük kayıp insanlık adına. Çünkü bazı yolları yaşamak da güzeldir evet, ama siste, karanlıkta, hiçbir şey görmeden yapılan yolculuklar yerine beni ışınlasanız evime de bir an önce kahvemin yanında aldığım lokumları yemeye başlasam, bilgisayara fotoğrafları yüklesem, yazılarımı yazmaya başlasam çok daha güzel olurdu doğrusu. ;)
Neyse, sonuçta sağ ve salim ve köy peyniri, eriştesi, Safranbolu lokumu, yaban mersini, kuru üzüm, çörekotu, dağ kekiği, safran kolonyası vs gibi tüm ganimetlerimizle eksiksiz olarak evimize varıyoruz bu gezinin sonunda da. Ve ben rehaveti atar atmaz, yani ertesi gün, haritamın başına geçerek bir sonraki rotanın hayallerini kurmaya başlıyorum tabi. ;)
Not: Gezinin tamamıyla ilgili tüm fotoğraflar ve fotoğrafları kolajlar içinde değil, tek tek görebilmek için buraya bakabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder