"Bir ara gezeriz ya" dediğiniz her sergiyi en iyi ihtimalle son gün apar topar yakalarsınız, demiş bir blogger. ;) O yüzden kendisi ilgi alanına giren sergileri duyar duymaz gidip gezermiş. Ne var ki 14. İstanbul Bienali şehrin çeşitli köşelerine yayılınca ve sevdiceği her an dünyanın başka bir köşesinde olup da onu yakalaması zorlaşınca Bienal'in Büyükada'daki bölümünü kendisi de son gününde, yani 31 Ekim Cumartesi günü gezebilmiş. Üstüne de neyse artık, Arter ve diğer durakları kaçırsak da buna da şükür, diyerek Bienal defterini mutlu ve gururlu bir şekilde iki seneliğine kapatmış.
Bienal'in harita eşliğinde gezdiğimiz Büyükada bölümü gerçekten çok güzeldi. Adanın boşalmış sonbahar sokaklarında dolaşarak gezmemizin de bunda çok büyük etkisi olduğu kesin.
Büyükada'da ilk durağımız vapurdan iner inmez iskelede yer alan başka bir vapur olan Kaptan Paşa Deniz Otobüsü'nün içiydi. Marcos Lutyens'in Neurath'ın Gemi Askıları enstalasyonu için o rüzgarlı günde dengede durmakta zorlanarak deniz otobüsünün içinde gezindik. Lutyens'e göre "bizler açık denizde kendi gemisini inşa etmek zorunda olan denizciler gibiyiz." Geminin uzun zaman önce yitip gitmiş başka gemilerin parçalarından inşa edildiği hissine kapılsanız da aslında bu eski parçalar eski bir iskelete yeni bir yaşamın soluğunu üflüyorlar.
Yazmaya bayılırım Kaptan Paşa, beni Güverte Jurnali'ne götürsen de bir iki satır bir şeyler karalasam, olmaz mı? ;) Üst kat güvertesine çıktığınızda Pınar Yoldaş'ın Boğaz'ın suyunu gemiye pompalayan Suyun Kalbi çalışmasını göreceksiniz.
Buradan çıktıktan sonra hemen karşıdaki merdivenlerden yukarı çıkarak Splendid Palas Oteli'ne gidiyoruz. Burada William Kentridge'in Ey, İçli Makine adlı video çalışması var. Rizzo Palas'taki Ed Atkins çalışması kadar bayılmasam da buna yine de yıllar sonra yürüyerek nefis bir Büyükada turu yaptığım için zaten çok mesudum, hiç sorun değil.
Sırada Mizzi Köşkü var. Burayı daha önce gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Ne kadar güzel bir yapı, hayran oldum. İçindeki Susan Philipsz işi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Batan gemi Elettra'nın deniz altındaki kalıntılarından yola çıkarak oluşturduğu ses enstalasyonu ve fotoğraf baskılarından çok binanın kendisini izledim ben sanırım.
Sırada yine terk edilmiş köşklerden biri var: Rizzo Palas. Binanın içinde gezinen kediler, eski dolaplar, şilteler, kırık dökük koltuklar, açık camlardan içeri giren rüzgarla uçuşan perdeler... bildiğin korku filmi setindeyiz sevgili okur. Gıcırdayan merdivenlerden yukarı çıktığımızda ise dev ekranda Ed Atkins'in Hisser adlı nefis video çalışması bizi karşılıyor. Sıradan bir gazetecinin sıradışı ölümünü (odasında bir çukur oluşuyor ve adamın vücudu ve yatağı bir daha bulunamıyor. bkz. Jeffrey Bush. Ah! Bu korku filmi ortamına yakışır bir hikaye, ne dersiniz?) çok gerçekçi bir simülasyonla anlatan bu video çalışması gerçekten çok etkileyiciydi.
Dışarı çıkıp da videonun ve ortamın etkisinden kurtulduktan sonra, güneşin vurduğu bu güzel köşke baktığımda bu yapının da güzelliğini fark ettim. Bu güzelim metruk köşkler ne olacak acaba? Ruhsuz yapılara dönüşmeseler de, orijinaline benzer şekilde restore edilip ziyarete falan açılsalar olmaz mı? Olmazsa da bu halleriyle kalsalar ve sadece yıkılmamaları sağlansa, ona bile razıyım!
Sırada Çankaya Caddesi 57 numaradaki Daria Martin videosu var. Eşikte adlı bu çalışmada haddinden fazla empati ve duyulara odaklanılmış. İsocum tamamını izledi ama ben yarısında çıktım, çünkü Haneke'nin Seventh Continent'ı tadındaydı ve bağrımı falan parçalayasım geldi bir süre sonra, içimi sıktı. Ben de o arada sokaklarda biraz fotoğraf çektim. ;)
Ve gelelim Bienal'in Büyükada bölümünün en merak edilen son durağına: Troçki Evi. Troçki'nin sürgün sırasında yaşadığı terk edilmiş evin bakımsız bahçesinden aşağı inip de Adrian Villar Rojas'ın denizin üstüne yerleştirilmiş, birebir boyutlardaki 29 adet hayvan heykelini görünce herkesin gözleri fal taşı gibi açılıyor ve yüzlerde bir "Vay canına!" ifadesi okunuyordu diyebilirim. Biz de istisna değildik. Tüm Annelerin En Güzeli gerçekten çok etkileyici bir çalışmaydı. Sırtında geçmişlerini ve geleceklerini taşıyan o dev hayvan heykellerine hayran olmamak mümkün değil diye düşünüyorum.
Eh, bu kadar sanat acıktırıyor, arkadaşlar. Ruhumuz doymuş olabilir ama karnımız zil çalıyor. Saat de neredeyse 15.00'e yaklaşıyor. O zaman bir öğle rakısı hiç fena olmaz değil mi?
Bienal ve ertesi günü yapılacak seçimlerle ilgili muhabbet ederek -kedi dışındaki ;)- her şeyi nefis mevsim salatası eşliğinde silip süpürdüğümüz bu leziz mekanın adı Lido idi. Hem servisten, hem de taptaze meze ve deniz ürünlerinden çok memnun kaldık. Kesinlikle öneririm. Seçim tahminlerimiz ise tabi ki tutmadı; yine de 8 puancık farkla ben daha çok yaklaşan taraf oldum!
Eh, açık hava, bol rüzgar, bol hareket, öğle rakısı derken akşam 18.00 vapuruyla Kabataş'a dönerken de şöyle görüntülerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. ;)
Tadı damağımızda bir gün geçirdik. İstanbul'un bu kadar yakınında ne güzel bir kaçamak yeri olan Adalar'a yıllardır neden gelmediğimizi düşündük. Gerçi sebebi yine İstanbul'un bunaltıcı kalabalığı ama olsun, en azından sezon dışındaki güzel havalarda bir gün kalmalı ya da günübirlik huzur kaçamakları yapılabilir her zaman. Şimdi ilk hedefimiz daha önce hiç görmediğimiz Burgazada. Bakalım, hedef koymak gerçekleştirmenin yarısı mıymış göreceğiz. ;)
Hafta sonu Bu arada bugün Contemporary İstanbul başlıyor, biliyorsunuz değil mi? Gidebilenlerin hafta sonu kalabalığına kalmadan gezmesini öneririm. Biz galiba Cumartesi günü oralarda olacağız. Yaşasın sanat dolu hafta sonları! ;)
Ve gelelim Bienal'in Büyükada bölümünün en merak edilen son durağına: Troçki Evi. Troçki'nin sürgün sırasında yaşadığı terk edilmiş evin bakımsız bahçesinden aşağı inip de Adrian Villar Rojas'ın denizin üstüne yerleştirilmiş, birebir boyutlardaki 29 adet hayvan heykelini görünce herkesin gözleri fal taşı gibi açılıyor ve yüzlerde bir "Vay canına!" ifadesi okunuyordu diyebilirim. Biz de istisna değildik. Tüm Annelerin En Güzeli gerçekten çok etkileyici bir çalışmaydı. Sırtında geçmişlerini ve geleceklerini taşıyan o dev hayvan heykellerine hayran olmamak mümkün değil diye düşünüyorum.
Eh, bu kadar sanat acıktırıyor, arkadaşlar. Ruhumuz doymuş olabilir ama karnımız zil çalıyor. Saat de neredeyse 15.00'e yaklaşıyor. O zaman bir öğle rakısı hiç fena olmaz değil mi?
Bienal ve ertesi günü yapılacak seçimlerle ilgili muhabbet ederek -kedi dışındaki ;)- her şeyi nefis mevsim salatası eşliğinde silip süpürdüğümüz bu leziz mekanın adı Lido idi. Hem servisten, hem de taptaze meze ve deniz ürünlerinden çok memnun kaldık. Kesinlikle öneririm. Seçim tahminlerimiz ise tabi ki tutmadı; yine de 8 puancık farkla ben daha çok yaklaşan taraf oldum!
Eh, açık hava, bol rüzgar, bol hareket, öğle rakısı derken akşam 18.00 vapuruyla Kabataş'a dönerken de şöyle görüntülerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. ;)
Tadı damağımızda bir gün geçirdik. İstanbul'un bu kadar yakınında ne güzel bir kaçamak yeri olan Adalar'a yıllardır neden gelmediğimizi düşündük. Gerçi sebebi yine İstanbul'un bunaltıcı kalabalığı ama olsun, en azından sezon dışındaki güzel havalarda bir gün kalmalı ya da günübirlik huzur kaçamakları yapılabilir her zaman. Şimdi ilk hedefimiz daha önce hiç görmediğimiz Burgazada. Bakalım, hedef koymak gerçekleştirmenin yarısı mıymış göreceğiz. ;)
Hafta sonu Bu arada bugün Contemporary İstanbul başlıyor, biliyorsunuz değil mi? Gidebilenlerin hafta sonu kalabalığına kalmadan gezmesini öneririm. Biz galiba Cumartesi günü oralarda olacağız. Yaşasın sanat dolu hafta sonları! ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder