Ben kaçırmamışımdır okumuşumdur bu kitabı kesin lisede, üniversitede ama hatırlamıyorum, bir daha okuyayım diye aldım ve anladım ki hiç okumamışım, gerçekten kaçırmışım zamanında. Yazıklar olsun bana, bir de kitap kurdu geçiniyorum! Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm adlı artık bir klasik sayılan romanından söz ediyorum. Aslında bir nevi kendi yaşam hikayesinden bir kesit olan bu harika romanı mutlaka okumalısınız. Çok çocuklu bir köylü ailenin öyküsü olarak başlıyor, daha sonra çocukların biraz büyümesiyle birlikte büyük şehre taşınmaları ve şehirde tutunma hikayeleriyle devam ediyor.
Köyde tulumbayla konuşan, "ağabeyim kadına gidiyorsa ben niye erkeğe gitmiyorum" diye cesur sorular soran (tabi üstüne postalarca dayağını da yiyen), bir göz odanın içinde masasının başına oturup sayfalarca şiir yazan, evin en küçük kızı Dirmit'te yazarın kendisini göreceksiniz. Elbette sürekli baskı altında tutulmaya çalışan bir kız çocuğu olarak ailesine ve topluma karşı elinden geldiğince direnişini de. Ya da kaçışını, yok sayışını mı demeliyim, bilemedim. Bildiğim tek bir şey var, o da bu toplumun büyük bir çoğunluğunda özellikle kız çocuklarının ruhunu köreltmek, yaşam enerjilerini ve yaratıcılıklarını yok etmek için inanılmaz bir çaba var ve çok yazık oluyor o ortaya çıkamadan yok olup giden potansiyele. Nefis bir roman, okuyun mutlaka.
"İyi ki izledim, ama sever misiniz bilmem, korkudan öneremiyorum" notu verdiğim iki film var sırada. ;) Şöyle ki, bir aşk hikayesi olarak izleyeceğiniz The Lobster aşka o kadar değişik, absürt ve sarsıcı bir yerden bakıyor ki yönetmen Yorgos Lanthimos'un yazarken ne kullandığını merak ediyorsunuz. Kolay ulaşılabilir bir kafa değil çünkü ve çok zekice dokundurmalar var filmde. Kısaca anlatacak olursam, filmde yalnızlığın yasak olduğu bir dünya var. Bir otelde toplanan yalnızlar ve çiftler var. Yalnızların çiftlerin dünyasına girmek için mutlaka kendileriyle yüzde yüz uyumlu bir eş bulup birlikte yaşamayı başarmaları gerekiyor. Belli bir süre bunu başaramayanlar bir hayvana dönüşecekler. Ayrıca otelde kalacakları süreyi uzatmak için otelin dışındaki ormanda hayvana dönüşmeden kaçarak yaşamayı sürdüren yalnızları yakalamak için çıkılan av günleri de mevcut bu dünyada. Çok değişik, çok etkileyici bir bakış açısıyla aslında günümüzdeki kalıplar içinde yaşanan ilişkilere ve yalnızların üstüne vahşice gidilme durumuna dikkat çekmiş yönetmen. Ben sevdim doğrusu.
Iron Lady, yani Demir Leydi ise tabi ki Meryl Streep'in canlandırdığı Margaret Thatcher'ın hikayesi. Erkek egemen dünyada yaklaşık 12 yıl İngiltere başbakanı olarak görev yapan muhafazakar kanadın kadın lideri Margaret Thatcher'ın güç odaklı, sert ve tavizsiz bakış açısı ve uygulamaları anlatılıyor. Ancak kendisini yaşamının son yıllarındaki haliyle ve sürekli hafızasında beliren kocasıyla ilgili görüntülerle baş etmeye çalışan yaşlı bir kadın olarak gördüğümüz için hakkıyla gıcık olamıyoruz. Bir de tabi Meryl Streep oynadığı için gıcık olamıyoruz sanırım, çünkü kadın yine mucizeler yaratmış Thatcher'ın hem seksenli yaşlarını hem başbakan olduğu yıllarını canlandırarak. Sık karşılaştığımız sağcı, muhafazakar parti lideri örnekleri gibi Thatcher da işçi ve emekçinin düşmanı, uzlaşma yoksunu, savaş sever (ama en azından kendi politikaları yüzünden şehit düşen askerlerin ailelerine el yazısıyla mektuplar yazacak kadar da duyarlı! Artık kadın olmasının mı İngiliz olmasının mı farkı bilemem), sermaye sever, sosyal devleti yok sayan ve yok eden bir lider olmuş. Eylemlerde polislerinin müdahaleleri, protesto gösterileri, o dönem Londra'daki bombalamalar, Falkland Adaları için verilen yüzlerce şehit falan gibi örnekleri görünce ve bunların yaklaşık 30 yıl öncenin İngiltere'sinde yaşandığını görünce kendi ülkemizle ilgili çok fazla bir şey beklememeye karar verdim. Bizim daha temizinden bir 200 yılımız falan vardır herhalde!
Gerçi bugün mutluyuz, umutluyuz yine. En azından Can Dündar ve Erdem Gül özgürlüklerine kavuştular haksız yere cezaevinde kaldıkları 92 günün ardından. Yine de tam sevinememe ve ardından hep başka bir şey bekleme gibi bir ruh hali oluştu bende ya neyse.
İyi seyirler, iyi hafta sonları herkese.
2 yorum:
Merhaba İmge, nice mutlu yaşlara :) The Lobster'ı çok merak ettim. Bu haftasonu izlenecekler arasına girdi bile. Çok teşekkürler bu güzel öneriler için.
Çok teşekkürler Epicurious. ;) The Lobster sonrasında içinden bana saydırmak yok ama, ona göre. ;) Bu arada daha iyisindir ve eski hızlı tempona kavuşmuşsundur -ya da kavuşmak üzeresindir- umarım. Sevgilerimle.
Yorum Gönder