Perispri & Silsile & West Side Story

Kısa kısa keyif notlarıyla haftayı kapatayım dedim. Önce geçen hafta sonu aileyle Pazar bruch'ı için seçtiğimiz Perispri ile başlayayım. Biraz geç ama nefis bir keşif oldu benim için. Balat'ta böyle bir mekan olduğunu hiç bilmiyordum, önünden geçsem bile sadece sanat galerisi sandığım için keşfetmeyebilirdim. Troya Otel'in hemen yanında, girişinde Cahide Erel yazan bir lezzethane burası kendi deyimleriyle. Sanatçı Cahide Erel'in seramik ve heykel atölyesi var girişinde. Kocaman, yüksek tavanlı bir loft daire düşünün. Alt kat atölye-galeri, üst kat ise kafe-restoran. Mobilyalardan avizelere, masalardaki runner'lardan peçeteliklere, konsollara, üzerlerindeki şamdanlara, kahvaltılıkların servis edildiği kaselere, likör kadehlerine, tepsilere, masalardaki minik heykelciklere kadar her detayı son derece zevkli ve özel bir yer burası. Cahide Hanım da keyifli hikayeleriyle masanızı şenlendirirse değmeyin gitsin keyfinize.  


İster bruch'a, ister akşam yemeğine gidin ama mutlaka deneyin bu güzel mekanı. Rezervasyon için: 0-212-521 54 43 Perispri ne demek derseniz onu da kendi sayfalarından aldığım şekliyle aktarayım: 

"Perispri, ruhun bedenle bağ kurmasını sağlayan yarı maddi, akışkan bir maddedir. Kimine göre varlığın özü, kimine göre ‘varolan’ın kendisidir. Perispri hiçbir zaman yok olmaz, bedenler değişse de ezeli ruhu yeni bedenlerle ebediyete taşır. ‘Perispri’ hep vardır; bazen sezgi, bazen déja vu, bazen de anımsama sanılır."
Çok hoş değil mi?

***

Film önerime gelince hiçbir fikrim olmadan, böyle bir film bile olduğunu bilmeden aldığım ve izlediğimiz Türk filmi Silsile'yi sevdik ve değişik bulduk. Oyuncuların hepsini de pek seviyor olmamızın da rolü büyük bunda sanıyorum. Nehir Erdoğan, Tardu Flordun, İlker Kaleli ve Esra Bezen Bilgin gibi genç ama çok başarılı isimlerin yer aldığı filmi Ozan Açıktan yönetmiş. Faruk (Tardu Flordun) işini bilen, ünlü bir iş adamı. İzinlerini, ruhsatlarını kendi yöntemleriyle hallettiği mekanlar işleten, çevresi olan, parasıyla avukatları, polisleri çıkarlarını koruyacak şekilde kullanabilen bir adam. Ece (Nehir Erdoğan) onun sevgilisi. Cenk (İlker Kaleli) ise yurtdışından bir süreliğine gelmiş en yakın arkadaşı. Cenk ile Ece arasında zamanında bir ilişki yaşanmış ve çok da bitmemiş belli ki Cenk'in evinde bir yakınlaşma doğuyor yeniden aralarında. Ama evde bir adam bir de telefonuyla çekim yapan genç bir çocuk daha olduğunu fark ediyorlar o heyecanlı anlar sırasında. Basit bir haneye tecavüz mü, yoksa bu tipler bir planın parçası olarak mı evdeler o hengamede anlayamasak da işte asıl Silsile böyle başlıyor. Olaylar zincirinin sonunda ise bir gecede her şeyin nasıl değişebileceğine tanık oluyorsunuz. Severek izleyeceğiniz bir film.


Son olarak West Side Story'ye gittiğimizi ve bayıldığımı yazacağım ama "bana ne faydası var bunun?" diye soracağınızı biliyorum. Kusura bakmayın, olur mu, maalesef biraz geç kalmışım yazmak için.;) Ama Zorlu PSM'ye teşekkür etmeden ve bloga bu güzel müzikali de not düşmeden geçmek istemedim. Hem illa İstanbul'da gitmeniz şart değil ki. Belki New York'ta, Londra'da ya da bambaşka bir yerde yakalarsınız Jetler (Amerika'da doğmuş Polonya kökenli gençler) ve Köpekbalıkları (Porto Rikolu göçmenler) arasındaki bitmek bilmez çekişmenin hikayesini. İki düşman çete arasında aşk yaşanır mı peki? Etliye sütlüye bulaşmayıp, elalem ne der demeyip, pılıyı pırtıyı zamanında toplayıp uzaklara vınlarsan olur, olmayacak iş değil. Ben bunu anladım bu hikayeden. Başroldeki aşık çift anlayamadı, yazık oldu, o ayrı. ;) (Hikaye bir klasik olunca bu da spoiler sayılmaz. :P


1-18 Mart arası Zorlu'da sahne alan bu Broadway klasiğini biz de 15 Mart gecesi izleyebildik. Jerome Robbins'in orijinal koreografisini Joey McKneely sahnelemiş. Müzikler, o sesler, kostümler, dekor şahane. Bilet satın alırken ikinci kategorinin kenarda köşede kalan koltuklarındansa balkondan üçüncü kategorinin önlerinde bir yer seçmemi öneren satış görevlisi de en bir şahane! Hayatımda ilk kez ve tereddütle balkon denemesi yaptım, ama bundan sonra müzikaller için tercih bile edebileceğimi fark ettim. Sahnenin tamamına hakim bir konum. Kısacası bu sezonun "iyi ki"lerinden. 

Yarın ben yine minik bir kaçamak için ortadan kayboluyorum. Beni Instagram'da bulabileceğinizi biliyorsunuz. Haftaya Cuma ise İstanbul trafiğinde direksiyon sallamaya başlayacağım. Savulun yoldan! Hava atmıyorum yani, kendi iyiliğiniz için. ;) 

İyi hafta sonları!

Uçurum İnsanları

"Biraz da Jack London bizi bunaltsın, n'olacak ki," derseniz size harika bir önerim olacak: Uçurum İnsanları. ;) Konusu ve tarzı itibariyle George Orwell'in Paris ve Londra'da Beş Parasız romanının ikiz kardeşi sayılır. Yıl 1902. Bu kez Jack London tedbil-i kıyafet yoksulların arasına karışarak aç, işsiz ve evsizlerin halinden anlamaya çalışıyor. Onların kaldıkları yerlerde kalıyor, gün boyu hiçbir şey yemedikleri için kiliselerin dağıttığı bir bardak sıcak çay içebilmek uğruna soğukta yüzlerce kişiyle birlikte kuyruğa giriyor, giysisini emanete bırakarak bir gece kalacağı üstünde çatısı olan bir zemin parçası buluyor. Sokaklarda uyumasına izin verilmeyen evsizlerin perişanlığını, çöpleri karıştırıp yiyecek bulmaya çalışan açları, hasta halleriyle sokaklarda yaşam mücadelesi veren yaşlıları bize anlatıyor.

Hayat her yerdeki yoksullar için olduğu gibi Londra'daki yoksullar için de çok zor ne yazık ki. Okudukça içiniz parçalanıyor. Jack London bu romanıyla ilgili olarak başka hiçbir kitabım için yoksulların ekonomik açıdan aşağılanmasını inceleyen Uçurum İnsanları kadar kalp ağrısı çekip gözyaşı dökmedim, demiş. Yüreğim kaldırır diyorsanız okuyun derim. Yok, bahar geldi, içimi karartmayayım şimdi derseniz, sizi anlarım. Ben ruhumu karartma pahasına okudum ve sevdim. Hariçten gazel okumamayı tercih eden gerçek bir aydın olan Jack London'ın bu samimi tarzını da daha bir çok sevdim. 

...Alıntılar...

* "...Eski zamanlarda canavarlar kendilerini ispat etmek için, savaş arabalarıyla dövüşür ve insanların kafasını tepeden çeneye kadar yararlarmış. Neticede güçlü bir adamı temiz bir kılıç darbesiyle öldürmek, sinsi sanayi ve siyaset oyunlarıyla onu ve sonraki nesilleri hayvana çevirmekten iyidir..."

* "...asker dediğin, Bernard Shaw'un tabiriyle görünüşte ülkenin kahraman ve vatanperver savunucusudur; fakat aslında günde üç öğün yemek, barınak ve giyecek için kendini ateşe atmayı kabul eden talihsiz bir adamdır..."

* "umutsuzluk ve sefalet
    başlarındadır doğumdan beri;
    çirkin küfürler, daha çirkin gülüşlerdir,
    onların ilk ninnileri." (Mathilde Blind'ın Sokak Çocuklarının Dansı şiirinden) 

* "...Hayat bu kadar tekinsiz, mutlu olma imkanı bu kadar uzak olunca, hayatın ucuzlaması ve intiharların yaygınlaşması kaçınılmaz olur... İntihar eden herkesin aklı başında insanlar olduğunu söylemiyorum; nasıl ki intihar etmeyen herkesin aklı başında insanlar olduğunu söyleyemiyorsam. Bununla birlikte yiyecek ve barınak yokluğu, insanların aklını kaybetmesinin en büyük sebeplerinden biridir..."

* Ve belki de kapı gibi bir  özet ve son söz olabilecek tek ama içi dopdolu şu cümle:  Medeniyet, ortalama insanı daha iyi duruma getirmeye zorlanmalıdır.

İyi okumalar!

Dopdolu Bir Adana Kaçamağı

40'a bir kala ehliyet aldığımdan bahsetmiştim daha önce. İşte o ehliyeti İstanbul'dan almaya kalksaydım, üç ay falan beklemem gerekecekti. O yüzden üç günlüğüne işlerin çok daha kolay yürüdüğü Adana'ya gideyim, hem ziyaret hem ticaret hem de oburluk olsun dedim. ;)

Tabi ki her zamanki gibi ilk akşam kebap masasında bol sohbetle geçti. Göl manzaralı Onbaşılar'a gittik ve manzarası dışında hiçbir şeyi beğenmedik. Bizimkiler beni uyarıp duruyorlardı ama yine de merak ediyordum orayı. İnsanların genelde misafirlerini götürmeyi tercih ettikleri, Adana'nın nispeten şık kebapçılarından biri burası. Ama kebabı ve servisi çok vasat diye duymama rağmen denemek istedim. Gerçekten çok vasatmış! Yani zaten İstanbul'da manzaraya doyuyor ve hava parası veriyorsanız, burada zamanınızı bunlarla değil mis gibi kebaplarla değerlendirin derim. Kısacası Adana'da kötü kebapçı yoktur derdim, varmış. Olan bizimkilere oldu, bile bile bir de benim için lades demiş oldular. ;)


İkinci gün her zamanki Adana duraklarımdan biri olan Ç.Ü. Diş Hekimliği Fakültesi'nde genel diş kontrolümü yaptırıp, Oğuz Hoca sayesinde bembeyaz dişler ve sağlıklı gülüşlere  ;) kavuştuktan sonra biraz alışveriş molası verdik. Şehre inmeden önce evden ve inerken geçtiğimiz köprüden gördüğüm karlı dağ manzaraları enfesti. Bu mevsimde Adana'nın etrafını saran dağlarda bu kadar kar olduğunu hiç hatırlamıyordum. Bu sene kışın Çukurova'da bile ne kadar sert geçtiğini çok net gösteren görüntüler bunlar. Uçakta da Adana için alçaldığımızda dakikalarca karlı dağların ve düzlüklerin üstünde uçtuk. Şok şok şok!  


Tabi ki şehir içi ve gündüzleri tişörtler ya da uzun kollu da olsa ince bir penye ile çok rahat güneşin altında oturabileceğiniz mis gibi bir bahar havası var şehirde. Akşamları hâlâ serin olsa da gündüz sıcağı yazı bile hatırlatıyor. Pek de terapi gibi geliyor İstanbul kışından çıkan bünyeye. Bir terapi kaçamağı da fahri teyzelerimle Marina restoranda buluştuğumuz öğle yemeği oldu. Uzun zamandır görüşmemiştik, çok keyifli bir sohbet eşliğinde hem içeride hem restoranın göle bakan bahçesinde harika vakit geçirdik. Pek severim onları, iyi ki varlar!


Akşamına acemi şoför olarak babamın arabasını ele geçirdim ve üniversite kampüsünde birkaç tur atarak en güzel günbatımı izleme noktasını bulduk. Kaş'ın günbatımlarını özlediğim şu günlerde gölün karşı kıyısını turunculara boyayarak batan güneş de ruhuma iyi geldi. Sahi Kaş'a kaç ay kaldı? 


Cuma günü akşam yola çıkmadan önce birkaç alışveriş durağı daha vardı aklımda. Önce öğlene doğru kahve molası için Storie Store'a uğrayalım dedik. Aslında itiraf ediyorum sadece bir bakalım nasıl bir yermiş diye uğradık, kahve içmek aklımızda bile yoktu. Ama bu harika konsept mağaza ve kahve dükkanına bayılınca hemen uzatılmış bir molaya çevirelim fırsatı dedik. İçeride çok güzel tasarım ürünler, keyifli kahve köşeleri, masalarda ilham verici kitaplar, duvarlarda ve hatta tuvalet kapılarında hoş yazılar, lezzetli kahveler ve yanına sağlıklı atıştırmalık tatlar bulabilirsiniz. Dışarıda da oturma yerleri mevcut, ayrıca bisiklet kiralamak isteyenler için bisikletler de mevcut. Malum Adana iklimiyle ve düzlüğüyle tam bir bisiklet şehri. Siz siz olun kahve molası için Storie'ye mutlaka uğrayın, içinizi ısıtacak bir mekan olmuş.  


Swarm check-in'i sayesinde arkadaşım Go Adana'nın'da yakınlarda olduğunu öğrenince buradan kalkıp ona bir merhaba demeye bu kez Geko Cafe'ye uğradık. Orada da bir çay içerken şehrin yaklaşan Portakal Çiçeği Festivali'nin coşkusunu şimdiden yaşamaya başladığını fark ettik. Hem Festival hem de Adana'nın sosyal ve kültürel hayatında neler olup bittiği ile ilgili bilgi almak için Go Adana mutlaka takibinizde olsun derim. Adana için harika bir iş yapıyorlar bana göre. Her şehre lazım bir ekip! 


Kahve ve çay molalarından sonra şehrin içindeki alışveriş duraklarımıza uğruyoruz ve akşama doğru yorgunluktan bayılmadan önceki durağımıza gidiyoruz. Burası aynı zamanda havaalanı ve gut öncesi son durak ;) : Vedat Milor'un da test edip onayladığı Ciğerci Mahmut. Hah şöyle, oturduk mu kağıtlarla kaplı salaş masalara, söyledik mi şalgam suyumuzu, biz bir şey söylemeden geldi mi ezmesi, soğan salatası, yeşilliği... işte şimdi Adana'dayız. ;) Ciğeri gerçekten olay. Ve uçakta yanımda oturacak olan kişiye şimdiden geçmiş olsun diyerek soğanlı ve kimyonlu minik dürümler halinde ciğerleri kendimden geçerek hüpletiyorum. Diş fırçalamak ve nane şekerleri kar etmemiş olabilir ama mazeretim geçerli: Adana uçağındayım sonuçta! ;)

Dolu dolu, bol yemeli-içmeli, iş halletmeli, keyif yapmalı, hasret gidermeli, sohbet etmeli üç günlük Adana kaçamağından sonra İstanbul'da da beni çok keyifli bir ekibin beklediğini öğreniyorum. E o zaman uçaktan iner inmez evden önce son durak olarak gecenin 11'inde bavulumla Bosphorus Brewing Company'ye gitmek ve bira tokuşturmak farz oluyor. Masanın en genç üyesinden de "wow! rock star gibi giriş yaptın içeriye" yorumunu duyup kendimi pek bir havalı hissediyorum. ;) Bavulları barın arkasına atıyoruz ve kadehlerimizi bir kez daha "ehliyetli bir rock star olmama" kaldırıyoruz. ;) İstanbul trafiği bana hazır mısın bakalım?! ;)

İyi haftalar!

Tonle Sap Gölü & Apsara Dansı & Siem Reap Gecesi

Siem Reap'te tapınak gezmeleri dışında yapılacak birkaç şey daha bulunuyor. Bunların en başında da Tonle Sap Gölü'nde tekneyle gezinti yapmak geliyor. Burası Asya'nın en büyük göllerinden biri. Mekong Nehri bağlantısıyla Vietnam'a bile uzanıyor bir yandan. Üzerinde kocaman bir yüzen köy var. Üstelik Ha Long Bay'dekinden farklı olarak kültür turizmi için gezdirilen bir yerden çok okuluyla, marketiyle, hastanesiyle ve restoranıyla falan gayet de yaşamın sürdüğü bir yüzen köy burası. 


Gölün çok harika bir görüntüsü ve kokusu olduğunu söyleyemeyeceğim. Rengi bildiğiniz kahverengi, koku da yer yer fena olabiliyor. Vietnam'da olsa farklı olurdu galiba. Kamboçya çevre bilinci ve temizlik anlamında Vietnam'ın oldukça gerisinde. Yıllar boyu yaşanan savaşlar, Kızıl Khmerler yönetiminde yaşanan aydın kesimin kıyımı, soykırımlar sonucunda ülke hem ekonomi hem de nitelikli nüfus anlamında bir daha belini doğrultamamış ne yazık ki. Rehberimizin deyimiyle "bir zamanlar Vietnam'ın, Tayland'ın bile topraklarına sahip bir imparatorlukken şimdi cahil ve tembellerin yaşadığı fakir bir ülke" olmuşlar. 


Yüzen köyün içinde alışveriş ve kahve molası için durabileceğiniz bir mola yeri de bulunuyor. İçinde küçük çaplı bir timsah çiftliği de bulunan bu yerde kurutulmuş timsah eti de satın alabiliyorsunuz.  


Apsara Dans Gösterisi

Siem Reap'te Borei Angkor Resort & Spa'da kaldık. Çok güzel bir beş yıldızlı otel, tavsiye ediyorum. Otellerin pek çoğunda akşamları geleneksel Apsara dans gösterileri oluyor. Bizim otelde olanların günleri bize uymadığı için yine otelimizin concierge'inin önerisi ve yönlendirmesiyle Crystal Angkor Restaurant'taki Apsara dansını izlemeye gittik bir akşam. 



Yarı tanrıça yarı kadın olan Apsaraların Angkor döneminden kalma olduğuna inanılıyor. Tanrılar ve şeytanların süt denizini çalkalayarak ölümsüzlük iksirine ulaşmaya çalıştıkları o efsane zamanında doğmuşlar. Khmer anıtlarının hemen hepsinin duvarlarında Apsara figürlerine rastlamak mümkün. Angkor Wat'ta da görmüştük hatırlarsanız. O yüzden ağırlıklı olarak güzel kadınların yer aldığı bir dans gösterisi bu. Kadınların el hareketlerinin hepsinin de bir anlamı var. Kamboçya'da kişi başı 18-40 USD arası fiyatlara akşam yemeğiyle birlikte bu bir saatlik gösteriyi izleyebilirsiniz. 

Daha Daha...

Bunlar ve tapınaklar dışında Siem Reap'te ne yapabiliriz derseniz, bence çıkıp Barlar Sokağı'nı ve gece pazarını dolaşabilirsiniz. Hem alışveriş hem yeme içme anlamında inanılmaz canlı bir sokak burası. Gezinin son akşamında çok yorgun ama her şey tıkır tıkır yolunda gittiği için çok mutlu olanlar el kaldırsın! ;) Bir de çok susamış olanlar el kaldırsın, neden iki kişi olarak üç bira söylemiş olduğumuzu gerçekten hatırlamıyorum desem. ;)


Bu arada sokak yemeklerinin tadına bakmak isterseniz sizi aşağıdaki tezgaha alalım. Bu turda sadece fotoğraflarını çekebildim ama bir dahaki Uzakdoğu turunda ufaktan denemelere de başlayacağım valla. Benden önce Angelina Jolie denedi, çok bozuldum zaten. ;)


Ben de illa ki değişik bir şey denemem gerektiğini düşünerek "bana oradan bir porsiyon timsah barbekü çek" dedim o akşam. Sert ve yağsız tavuk eti gibi bir şeydi, pek bayıldığımı söyleyemem. Oysa ballı akrep ya da tarantula çöp şiş nefis olurdu eminim. ;) Olsun, değişiklik güzeldir, onların da zamanı gelecektir elbet. 

Bir masalın daha sonuna geldiysek eğer, önümüzdeki masal gezilerin hayallerini kurma ve planlar yapma zamanı da gelmiş demektir. Uzakdoğu'nun açılışını çok doğru adreslere, çok iyi programlanmış bir şekilde giderek yaptık. Bundan sonraki uzak durağı da yine Uzakdoğu'dan seçebilecek kadar da çok sevdik buraları. Bakalım, bir dahaki buluşma ne zaman olacak bu gülünce gözleri kaybolan sıcakkanlı, minnak insanlarla?

Bayon & Ta Prohm & Preah Khan Tapınakları

Sizi birbirinden güzel tapınakların arasında gezdirmeden önce Angkor Wat dahil diğer tüm tapınaklarda gözünüze çarpacak şu delikli taşlardan bahsetmeden geçmeyeyim dedim. Duvarlardaki koca taş bloklarının üstündeki delikler, o taşların kolayca kaldırılması için varlarmış. O dev tapınakların yapımı için taşlar aşağıda anlatıldığı şekilde kaldırılıp, üst üste yerleştirilmiş. 


Siem Reap'te Angkor Wat dışında da görülmesi gereken çok etkileyici tapınaklar var. Bunların en başında da antik başkent Angkor Thom'un (Büyük Şehir) içinde yer alan Bayon Tapınağı geliyor. Küçük olmasına rağmen en az Angkor Wat kadar sevdim ben burayı. 12. yy'ın sonlarında Kral VII. Jayavarman zamanında Khmer İmparatorluğu'nun başkenti olan Angkor Thom'daki ana tapınak burası. Kulelerde yer alan yüzler -kimi Tanrıların yüzleri, kimi Kralın yüzü olduğunu iddia ediyor- harika bir görüntü yaratıyor. 49 kuleden günümüze ulaşabilen sayısı ise 37. 


Bayon Tapınağı aynı zamanda duvar resimleri açısından da çok önemli. Burada Khmer İmparatorluğu zamanında gündelik yaşamın nasıl devam ettiğinden savaşlara, mitlere ve hikayelere kadar pek çok konuda bilgi sahibi olabileceğini çok net duvar resimleri bulunuyor. Çömlek yapan kadınlar, go oynayan figürler, Cham savaşları, horoz dövüşleri, balıkçılar, ağaçların üstünde gezinen maymunlar gibi pek çok duvar çizimi bizi o günlere götürüyor. 


Tapınak çıkışında yol üstünde dev bir Buddha heykeli daha görüyoruz. Ve diğerinin duvar resimlerine çok benzer resimlerin yer aldığı Baphuon Tapınağı'nın önünden geçip, kendisine uzaktan selam ediyoruz. 


Daha sonra antik şehrin en önemli yerlerinden birine ulaşıyoruz. Burası Elephant Terrace, yani Fil Terası. Fil heykelleri restorasyonda olduğu için pek harika fotoğraflar çekememiş olabilirim, ama seyir terasının büyüklüğü hakkında biraz fikir verebilmişimdir diye umuyorum. Burası 300 metre uzunluğunda ve Kraliyet Meydanı'na bakan bir teras. Kralın zaferle savaştan dönen ordusunu seyrettiği ve büyük milli kutlamaların yapıldığı yerler buralar. Ayrıca fillerin terbiye edildiği bir meydanmış ve adını oradan almış diye de öğrendik.


Angkor Thom'a aşağıdaki Zafer Köprüsü (Victory Gate) üzerinden giriş yapıyorsunuz bu arada. Burada da durup bir fotoğraf molası vermenizi öneririm. Üstündeki heykeller ve giriş kapısı çok güzel. Heykellerin ne yaptığını biliyorsunuz artık değil mi? Dev yılanı taşıyorlar, daha doğrusu çekiştiriyorlar iki tarafından. Hatırlamayanlar için Churning of the Sea of Milk efsanesi için Angkor Wat yazısına dönüyoruz. ;)


Sırada Ta Prohm ve Preah Khan Tapınakları var. Bu iki tapınağın da ortak özellikleri çok az restorasyon gördükleri için devasa ağaçların arasında kalmış gibi görünmeleri. Ta Prohm o anlamda çok daha etkileyici, resmen ağaçların dev köklerinin arasından tapınak kapıları falan çıkıyor. 

İlk olarak Preah Khan'dayız. Burası tapınaktan çok bin öğretmeniyle bir Budist üniversitesi ve kendi başına minik bir şehir gibiymiş.İçindeki stupa'lar (Budist türbesi diyelim hadi), iç içe geçen kapılar, taşların üstündeki oyma figürler ve hepsinin dev ağaçların arasında yer alması harika görüntüler sunuyor gezenlere.  



Ta Prohm daha küçük olmasına rağmen sanırım ağaçların daha etkileyici olmasından dolayı kendisini çok daha fazla sevdim. Ağaçlar gitgide tapınak kalıntılarına zarar verir mi bilmiyorum ama keşke hiç restore edilmese ve bu vahşi ve doğal güzellikleriyle kalsa diye düşündüm. Başınızı her çevirdiğiniz yerde aşağıdakine benzer görüntülerle karşılaşıyorsunuz. Büyüleyici değil mi? 


Tomb Raider filmine de sahne olmuş güzellikteki bu tapınağın tarihini falan sormayın bana, çünkü bilmiyorum. Tek bildiğim aynı şekilde 12. yüzyıldan kalmış olması, antik şehrin bir parçası olması. Ama şunu biliyorum ki içimde uyandırdı o her an bir yerlerden bir orman perisi karşıma çıkacakmış hissini ömür boyu unutmayacağım. Şehrin en sevdiğim yerlerinden biri oldu bu özelliğiyle Ta Prohm benim için.  

Artık Kamboçya'da görmeye geldiğimiz tüm tapınakları gördük. Sırada Siem Reap'in diğer durakları var. Galiba onunla birlikte gezinin kapanış yazısı da sonunda geliyor. On gün gezip bir ay yazmak bir harika dostum. ;)

İyi haftalar!

Görülmeden Ölünmez: Angkor Wat

Kamboçya'da Siem Reap'e gelme sebebimiz dünyanın en etkileyici tapınağı -hatta tapınak şehri- olan Angkor Wat'ı görmek elbette. 162 hektarlık bir alana yayılan ve 12. yüzyıldan kalma bu muhteşem taş tapınak kompleksi Khmer imparatorluğunun en büyük kültür mirası denebilir. Kral II. Suryavarman tarafından önce Hindu tapınağı olarak yaptırılıp sonradan yavaş yavaş Budist tapınağına dönüşen yapı kocaman bir jungle'ın ortasında yer alıyor. Girdiğimiz kapısı itibariyle bizi ilk karşılayan görüntüsü aşağıda. Rehberimiz Veasna da bu turda bize eşlik eden isim. 


Angkor Wat'ı gezeceğiniz gün ayağınızda dünyanın en rahat ayakkabısı, yanınızda su ve şapka, vücudunuzun açıkta kalan yerlerinde güneş kremi olduğundan emin olun. Dev mesafeler arasında gezecek, bol bol merdiven inip çıkacaksınız. Ve "churning of the sea of milk" Hindu miti/inanışı ile pek çok yerde karşılaşmaya hazır olun. Bir çevirmen olarak "süt denizinin çalkalanması" diyeceğim benimle dalga geçeceksiniz, biliyorum. En iyisi ben size bu efsaneyi anlatayım biraz. Tanrılar ve asura'lar (şeytanımsılar da diyebiliriz) Mandara Dağı'nın etrafına dolanmış dev bir yılanı (Vasuki) iki ucundan tutup 1000 yıl boyunca çekiştirerek kozmik denizi (Süt Denizi) harekete geçiriyorlar. Bu hareket sonucu ölümsüzlük iksiri amrita ortaya çıkıyor. Tüm bu aktivitenin en ortasında Tanrı Vishnu var. Deniz yaşamını ise timsahlar, balıklar, ejderhalar ve kaplumbağalardan anlıyoruz. Bu efsaneye pek çok yerde rastlasak da en belirgin ve güzel tasviri aşağıdaki 49 metrelik duvar boyunca olanı.


Aslında bir nevi iyilerle kötülerin mücadelesi tadındaki efsanenin sonucunda ortaya çıkan figürlerden biri de apsara'lar. Bunlar Hindu mitolojisinde bulutları ve suyu simgeleyen kadın figürleri. Bir nevi su perisi diyebiliriz. Tapınağı gezerken birçok sütunda ve duvarda apsara figürü görmeniz mümkün. Pencere sütunları ve korkulukların da tasarımı nefis bu arada. 


Çok sayıda merdiven çıkacağız demiştim değil mi? Bu aşağıda gördüğünüz tarzda olanı en normallerinden biri. O kulelerden birinin en tepesine de çıkacağız. Bu arada şu an tapınağın hava koşullarından dolayı kararmış kumtaşı renginde olduğuna bakmayın. Öncesinde baya kızılmış.  


Evet en tepeye de çıkacağız demiştim size. Hem de ortadaki gibi dimdik bir merdivenden. Aşağıdaki insanlar bit gibi görünene kadar tepeye çıkıyoruz. Çıkması kadar inmesi de zor bir merdiven burası. İnerken arkamdaki, çıkarken önümdeki düşse mahvoluruz senaryoları geliyor akla. Bildiğin domino taşı gibi aşağıdaki bit insanların yanında buluruz kendimizi mazallah! En tepeye Bakan adı veriliyor. Dört ana yöne uzanan koridorlarının her birinin ucunda Buddha ve Vishnu heykelleri bulunuyor. Bunların dışında bir sürü duvar çizimlerinin ve sütunlu avlunun da yer aldığı tepe noktasından baktığınızda etrafta sadece uçsuz bucaksız jungle görüyorsunuz. Bu tapınağın uzun yıllar gizli saklı kalmasına hiç şaşırmamalı. Bu kadar korunaklı bir yerde olması en büyük avantajı olmuştur herhalde. O jungle'ın da etrafı suyla dolu bir hendekle çevriliymiş. Buradan bakabilirsiniz. 



Tapınağın bazı yerlerinde orijinal kızıl rengin korunduğu bölümleri görebiliyorsunuz. Asıl renk aşağıdaki sütunlarda gördüğünüz kızıllıktaymış. Ayak bastığımız nokta da tapınak kompleksinin tam orta noktasıymış. Turist keklemesi olabilir, olsun varsın artık, turistliğin günahı olmaz. ;) 


Ve yaklaşık 3 saatin ardından çıkışta o meşhur yansıma fotoğraflarının çekildiği noktadayız. Gündoğumu ya da günbatımı gibi havalı saatlerinden birinde orada olmasak da görüntü harika. Gezinin kapanışında Kamboçyalı bir lokumun gülüşünü de bonus olarak yanımıza alarak ayrılıyoruz buradan.   


Aracımızı beklerken bir sürü üç tekerli motorlu tuk-tuk'un beklediği alanda biraz oturuyoruz. Tapınaktan çıktık dedikten sonra bile yürüdüğümüz mesafeye dikkatinizi çekerim. O yüzden burayı gezerken rahatlık en önemli şey. Kamboçya'nın sıcağı da gayet etkili. Tuk-tuk şoförlerinin ağaçların altında araçlarına kurdukları hamaklarda bayılmalarından anlayabilirsiniz durumu. Dolayısıyla güneşe karşı da donanımlı gitmelisiniz.  


Son olarak Kamboçyalılara "ehe ehe sizin bu Angkor'u da yüz yıllar sonra ta uzaklardan gelen Fransız kaşif Henri Mouhot keşfetmiş, di mi?" falan demiyorsunuz sakın. Evet adam kaşif, evet Uzakdoğu tapınaklarının masterını yapmış, evet 1860'ta Angkor'a ulaşmış falan ama tapınağı keşfetmemiş yahu. Kamboçyalılar orada bir tapınakları olduğunu zaten yapıldığı zamandan beri biliyorlar ve hac yeri olarak da kullanıyorlarmış. Ama şunu demek mümkün: Henri Mouhot sayesinde Batı dünyası Angkor Wat'ı keşfetmiş. Bir de keşif notları arasına "Angkor görülmeden ölünmez" notunu düşmüş ki görünce ne kadar haklı olduğunu anlıyor insan. 

Burası anlatmakla bitmeyecek bir tarihi, mitolojik ve mimari zenginliğe sahip. Ama benim aktarabileceklerim bu kadarla sınırlı kalıyor. Kendimi çok şanslı hissettiğim bir seyahat deneyimiydi Angkor Wat'ı gördüğümüz gün. Tüm seyahatseverlerin bu deneyimi ve bu mutluluk hissini yaşamasını can-ı gönülden dilerim. Haftaya Siem Reap'in diğer nefis tapınaklarını gezmeye devam edeceğiz. 

İyi hafta sonları!

İstanbul Kırmızısı, Müttefik, Pastoral Amerika

Önce canım Ferzan Özpetek'in İstanbul Kırmızısı ile başlayayım. Evet biliyorum, kimse beğenmedi. ;) Ben bile izlerken nefis oyunculuklara, İstanbul görüntülerine, durum sahnelerine bayılmama rağmen eski Ferzan Özpetek filmleriyle kıyaslama yaparak "yok, olmamış sanki" dediğim oldu. Aslında sonradan düşündüğümde Ferzancığımın o gürültülü, bol kahkahalı, rengarenk İtalyan sofralarında bile hep arka plandaki duygular vardır aslında. Bu film sanki tadı ilk ısırıkta değil de ağızda dağıldıkça, yavaş yavaş belli olan lezzetli bir yiyecek gibi oldu bu film benim için. İsocum'la üstünde konuştukça daha çok sevdim. Filmin başındakiyle sonundaki halim arasında zaten fark vardı ama filmden çıktığımdaki düşüncemle bir saat sonraki düşüncem arasında dağlar kadar fark oluştu diyebilirim. Aslında bir nevi aşma filmi olmuş bu Ferzan Özpetek için.  Bir olay örgüsü, konu, başı sonu olan bir senaryo falan beklemeyin. Hatta Deniz'in (Nejat İşler) ağzından kendi öz eleştirisini bile yapmış filmde. Ruh hallerini, duyguları, düşünceleri anlatmış daha çok. Bunun için seçtiği oyuncular da o kadar başarılı ki. Halit Ergenç'i saatlerce izleyebilirdim bu rolde. Tuba Büyüküstün'ü ilk kez izledim ve çok iyiydi kesinlikle. Toplam beş dakika filme girip öylesine etkili bir oyunculukla bizi bir kez daha kendisine hayran bırakan Zerrin Tekindor olağanüstüydü. Mehmet Günsur ve Serra Yılmaz iyiydi. Ve tabi ki diğer bir başrol de görüntüleri ve sesleriyle İstanbul'du. Bence artık filmlerde ve kitaplarda gerçek halinden daha güzel olan İstanbul. Sonuçta illa ki bir filmden giriş-gelişme-sonuç beklemiyorsanız, "öyle havada kalan şeyler bana göre değil, yorumuma bırakmasın hiçbir şeyi," demiyorsanız mutlaka izleyin derim.

Şu iki ismi duyunca izlersiniz zaten: Brad Pitt ve Marion Cotillard. Gerçi Brad Pitt'in oyunculuğunun iyiliği konusunda ciddi şüphelerim var. Ben hiçbir filmde acayip etkilendiğimi hatırlamam bak kendisinin oyunculuğundan. Ama Marion öyle mi ya? Alımlı Fransızım benim. O elbiseleri, o sabahlıkları ancak sen giyersen olur zaten.;)

Müttefik'in konusu kısaca şöyle: istihbarat subayı Max ve Fransız direniş savaşçısı Marianne, Fas'ta Nazi Almanyası büyükelçilerinden birini öldürmek üzere karı-koca rolünü üstlendikleri bir gizli görevde bir araya gelirler. Görev başarılı olur, ama kendilerini role fazla kaptırarak yaşamlarına gerçekten karı-koca olarak Londra'da devam etmeye karar verirler. Evliliklerinin ilerleyen yıllarında gizli görevlerle dolu geçmişlerinden dolayı birbirlerinden şüpheye düştükleri bir dönemi atlatmaları gerekir. Kısacası II. Dünya Savaşı döneminden bir aşk ve casusluk hikayesi var karşınızda. İzlenmez mi, izlenir. Dekor ve kostümler şahane olunca daha da keyifle izlenir. Savaş filmi gibi bol aksiyonlu olmadığı için ben daha çok sevdim diyebilirim ayrıca. Öneririm.

Pastoral Amerika'yı da en az Müttefik kadar merak ediyordum ve en az o kadar da sevdim. Ewan McGregor'un hem yönettiği hem de baş rollerden birini üstlendiği filmin diğer öne çıkan ismi çok sevdiğim Jennifer Connely. Dakota Fanning de sorumlu değil de sorunlu isyankar genç kadın rolünde çok başarılı. Philip Roth'un Pulitzer ödüllü romanından sinemaya uyarlanmış filmde aslında nefis bir sistem eleştirisi de var. "Mükemmel aile" kavramı, varlık ile birlikte artan "saygınlık" durumu, "imrenilecek" hayatlar yaşıyor gibi görünen insanların bencil duyarsızlığı, yüzeyselliği ve bunun da aslında dönüp dolaşıp yine o "mükemmel" aileyi ve toplumu vurması konu ediliyor filmde. Ayrıca Amerika'nın yakın tarihinde yaşanan siyahlara karşı ırkçılık, Vietnam Savaşı gibi insanlık dışı olaylara karşı da bir eleştiri var filmde.

Genç kızları mahallelerinde yaşanan bir bombalama eylemine karıştıktan sonra ortadan kaybolan gayet düzgün bir Amerikan ailesinin hayatından yola çıkarak yapıyor eleştirilerini yazar. Anne karakterinin kusursuz yüzeyselliğini ve trajedi karşısında bile kendini maddiyatla iyileştirmesini görünce Merry'nin küçük bir çocukken yaşadığı kıskançlığın bile basit bir çocuksu anne kıskançlığı olduğunu düşünmek yerine o zamandan aşırı duyarlı bir ruha sahipmiş diye düşünerek bitirdim filmi. Baba karakterine bayıldım bu arada. Öneririm.

Hafta sonu yaklaşırken film&patlamış mısır planları yapanlara duyurulur. ;)

Ha Long Bay

Hanoi'den bir gece kalmak üzere Ha Long Bay'e giderken heyecanım doruktaydı. Bu gezinin en merak ettiğim duraklarından birini görüp, ölmeden önce görülecek yerler listesinden bir maddeyi daha çıkaracaktım ne de olsa. Yol yaklaşık 4,5 saat sürse de sonrasında içinde yol alacağınız manzara için kesinlikle değiyor. Can yeleklerimizi giyip bir gece kalacağımız cruise gemisine doğru yola çıkarken daha mutlu olamazdım. Tabi cruise deyince o Karayipler'e, Fiyortlar'a, vs giden dev cruise gemilerini düşünmeyin. Aşağıdaki ebatlarda, en fazla iki katı odalar, üst katı ise restoran ve terastan oluşan minnak cruise gemileri bunlar. Ancak odaların büyüklüğü ve rahatlığı gayet iyi. Vietnam Unique Tours burada bizim için Royal Wings Cruise'u seçmişti ve tur boyunca olduğu gibi burada da yine çok isabetli bir seçim yapmış olduklarını gördük. 


Yola çıkıp da "suya inmiş ejderha"nın kıvrımları arasında gezmeye başladığımızda şükretmelere doyamıyordum. Ha Long'un anlamı "inen/alçalan ejderha" imiş. Efsaneye göre Vietnamlılar savaş sırasında kendilerine yardımcı olması için bir ejderhanın indiğine ve körfez boyunca göreceğiniz o kayalık tepelerin de ejderhanın suyun dışından görünen yükseltileri olduğuna inanıyorlarmış. 1553 kilometrekareye yayılan körfezdeki kayalık adacıkların sayısı 1969. Öyleyse İsocum'la birlikte dünyanın en devasa ve güzel ejderhasının şerefine buz gibi birer bira içelim dedik.;)


Bir süre yol aldıktan sonra yeniden küçük teknelere atlayarak yüzen bir balıkçı köyünü gezmeye gittik. Vietnamlı kadınların kürek çekerek bizi götürdükleri köyün artık sadece turistlere gösterilmek üzere duran okulunu, köyün toplanma lokalini, evlerini gördük. Hani lafa gelince hepimiz "sade hayat" taraftarıyız ya, işte asıl sade hayat sürdürülen bambaşka bir dünya görmek isterseniz buraya buyrun derim. 20. yy'ın başlarında kurulan Vung Vieng köyü doğal yapısı itibariyle fırtınalara karşı korunaklı olmasından dolayı ilk olarak balıkçı teknelerinin dikkatini çekmiş. 2014 yılı itibariyle ise burada 60 yüzen ev ve 260 insan yaşamaya başlamış. Şimdi ise köy ana karaya taşınmış durumda, burası ise sadece kültür mirası olarak korunuyormuş.


Daha sonra tam bir ıssız adada durduk. Kumsalına saz damlı bir kulübe kondurup yazı geçirebileceğin güzellikte bir koydu burası. Kumsalda halihazırda yazılı duran Vietnam yazısının önünde zevzek fotoğraflar çektirdikten sonra bir de İmge kondurduk oraya. Sezonda da bu kadar ıssız falan değilmiş, dönüş yolunda öğrendiğimize göre. 


Akşam üstü spring rolls yapımı için şefin davetine de yine ben ve daha önce yüzen köy gezisinde kayığımızda olan Japon anne-kız katıldık Kendi ellerimizle pirinç yapraklarına sarıp sarmalayıp kızarttığımız spring rolls'u servis tabaklarına alarak yukarıda yemek öncesi aperitif bir şeyler içen diğer cruise sakinlerine atıştırmalık olarak ikram ettik. Yemekten sonra karaoke çılgınlığı yaşanmış yukarıda, çünkü çok kalabalık ve eğlenceli bir Hintli grup da vardı gemide. ;) Ama ben o kadar yorgundum ki ve odadaki jakuzi o kadar aklımda kalmıştı ki 10 gibi odama çekildim.


Sabah günü güvertede  tai-chi yaparak karşılamayı planlıyorduk, ama onun yerine saat 6.00'da şimşekler ve gökgürültüleriyle uyanıp güvertenin sırılsıklam olduğunu gördük. Yağmur bir kez daha ters bir zamanda yağmış olsa da ona kızamadık, çünkü saf doğada yağmur o kadar güzeldi ki. Demir almış teknemizde çıt çıkmıyor, alacakaranlığın ortasında şimşek parlamaları, şakır şakır yağan yağmurun sesi... ve elbette biraz daha uyku hakkı. ;) 

Uyanıp da kahvaltımızı yaptıktan sonra yağmur çamur dinlemeden son bir durağı daha görmek üzere yola çıktık: Sung Sot Mağarası. Buraya aynı zamanda Surprising Cave de deniyormuş. Önce yağmurun altında hafif kayganlaşmış basamaklardan mağaranın tepesine çıktık. Sonra tek kişinin geçebileceği daracık -neyse ki kısacık- bir koridordan kendimizi kocaman ve çok etkileyici bir mağaranın içinde bulduk. Burada da fotoğraflar çekip biraz zaman geçirdikten sonra yeniden gemiye, oradan da Hanoi'ye dönmek üzere limana doğru hareket ettik. 


Gemiye eşyalarımızı almak için gittiğimizde çoktan bizden sonraki konukların odaları ve öğle yemeği hazırlıkları başlamıştı bile. Kim bilir kimler bu güzel rüyayı görecekler bizden sonra diye iç çekerek ayrıldık ve akşamına kendimizi Hanoi'nin sokak yemeklerine vurarak efkar dağıttık. ;)

Ha Long Bay'de bir gece konaklamalı gitmek çok yeterli diye düşünüyorum. İki ya da daha fazla günde sıkılabilirsiniz, o kadar yol geldikten sonra sadece öğle yemeği turlarından da hiçbir şey anlamayabilirsiniz. Bir minik tüyo olarak da Hanoi'de kaldığınız otelde bavullarınızı emanete verip, gemiye bir gün içinde ihtiyaç duyabileceğiniz eşyalarınızı aldığınız minik bir el çantasıyla gelmenizi söyleyebilirim. Çok daha pratik olacaktır ve bavullar odada yer kaplamayacaktır. Biz düşündük, ama yapmadık. Siz benim dediğimi yapın, yaptığımı yapmayın. ;)

Artık Kamboçya'ya uçma zamanı. Bekle bizi Siem Reap!  

Hanoi Vol. 2

Gelelim günlük şehir turu sırasında gördüğümüz şehrin en önemli anıt ve binalarına. Bunların en etkileyici olanı hiç kuşkusuz Ho Chi Minh Mozolesi. Dışarıdan bakıp da bir şeye benzetemeyebilirsiniz. "Ne var ki canım, bildiğin anıt mezar işte" diyebilirsiniz. Ama içinde Ho Chi Minh'nin kendisinin yattığı bir oda bulunuyor ki tüylerinizi diken diken ediyor. Aslında Ho Chi Minh ölümünden sonra sadece fikirleriyle yaşamak isteyen, putlaştırılmamak için mezarının bile olmamasını, yakılmayı tercih eden bir lidermiş. Ancak o dönem Komünist blokta Sovyetler Birliği öncülüğünde vasiyetine karşı çıkmak pahasına bile olsa ciddi bir bütçe ayrılarak birtakım kimyasal işlemlerden geçirilen bedenin olduğu haliyle saklanmasına karar verilmiş. Şimdi Ho Chi Minh'nin naaşı -sanki ayağa kalksa kimseyi şaşırtmayacak kadar canlı bir şekilde- burada ziyarete açık bir şekilde duruyor. Başında askerlerin nöbet tuttuğu odada konuşmak, fotoğraf çekmek, şapka ya da uygunsuz kıyafetle gezmek yasak. Bu görüntüden bile nasıl etkilendim, Atatürk'ün bedenini aynı işlemle korumayı becerip Dolmabahçe'deki yatağında görseydim ne olurdum diye düşünmeden edemedim. Vizyoner ve devrimci liderler kadar saygı duyduğum bir şey yok sanırım. Hele bugün hissettiğimiz çaresizlikleri düşününce, halklara sağladıkları faydanın muadili yok diye düşünüyorum. Ho Chi Minh de değeri bilinen, halkı tarafından büyük bir saygıyla ve sevgiyle anılan bir lider. Mozolenin hemen karşısında da Hanoi Parlamento Binası bulunuyor. 


Mozolenin yan tarafında başlayan Başkanlık Sarayı kompleksinde ise Ho Chi Minh'nin 1954-69 arası yaşadığı ve ülkeyi yönettiği yeri görüyorsunuz. 1900lü yıların başında Fransızların yaptığı sembolik Saray'ı kullanmayıp, yaşadığı yeri ve çalışma ofisini çok sade ve geleneksel tutan Ho Chi Minh, mango ağaçlarının bulunduğu bahçe ve balıkların olduğu göl ile bizzat ilgilenmekten de büyük keyif alırmış.



Bu huzurlu bahçede biraz zaman geçirdikten sonra  sıradaki durağımız Vietnam Etnoloji Müzesi oluyor. Ülkenin etnik çeşitliliği ve kültürüne dair ilgi çekici pek çok bilgi edindiğimiz bu durağı çok sevdiğimi söylemeliyim. Yaklaşık 90 milyonluk nüfusa sahip ülkede 54 farklı etnik grubun kendi kültürlerini sürdürerek barış içinde yaşadıklarını biliyor muydunuz? Yakın dönemde savaştan çıkmış yoksul bir toplum olmaları mı, inandıkları Budizm dininin etkisi mi, doğuştan barışçıl genlere sahip olmaları mı bilmiyorum ama çok imrendim bu duruma doğrusu.

Ağırlıklı olarak tarım (pirinç) ve balıkçılıkla uğraşan bir toplum olduğu için müzede göreceğiniz araç gereçler de bunlarla ilgili haliyle. Alttaki kolajda 800 farklı balık ağı taşıyan bir bisiklet görüyorsunuz, ki kendisi gayet gerçek hayattan alınmış bir örnek. Hemen yanında güvercin yakalamak için oluşturulmuş bir tuzak var. Altta meşhur konik şapkaların yapımı anlatılıyor. Belki bu yaz Kaş'ta bir Vietnamlı olarak beni de bunlardan biriyle görebilirsiniz. ;) Sol at köşede bambu çubuklarından yapılmış Ay Takvimi bulunuyor. Onun dışında bir sürü geleneksel giysi çeşidi, ayinlerin ve dini ritüellerin bir parçası olan her türlü gereç, dekor, vs, av aletleri ve daha pek çok şeyi görebilirsiniz bu müzede.


Tabi bu bahsettiklerim müzenin içinde yer alanlar. Ama bir de dışı var gezilecek. Orada da geleneksel evler, su kuklaları, mezarlar, oyun alanlarıyla da görülecek bir sürü şey olduğunu unutmayın. Enine uzanan evler kadınların, dikine uzananlar ise erkeklerin bir arada yaşadıkları evleri temsil ediyor. En sağda yerde gördüğünüz tuğla benzeri şey ise Vietnamlı minik kadınların mutfakta yemek pişirirken oturdukları tabure. Alt sırada üzerinde hamile kadınlar ve cinsel organlarını sergileyen erkek ve kadın figürlerin olduğu, bambu kalasları ile çatısı yapılmış yapı ise otuz kişinin gömülebileceği büyüklükte bir mezar aslında. Figürler ölümü ve doğumu/yaşamı simgeliyor. Ölümden sonra yaşama inandıkları için ölüler dışında tabak, çanak, araç, gereç de koyuyorlarmış bu mezarlara. Hani öteki hayatta hazırlıklı olsun gidenler diye.


Çıkışta bambu salıncakta sallanmak ister misiniz? ;)


Sırada Temple of Literature var, yani Edebiyat Tapınağı. Vietnamlılar eğitimin önemine çok inanan bir toplum. Çocuklarının iyi bir eğitim alması her ailenin en önemli önceliğiymiş. "Oku, kendini kurtar, bizim gibi çiftçi olup ayda 100 USD ile geçinmek zorunda olma," der çoğu aile çocuklarına diyor rehberimiz. 1070 yılında İmparator Ly Thanh Tong tarafından Kofüçyüs'e adanan bu tapınak da ailelerin çocukları iyi üniversitelerde eğitim alsın diye adaklar adadıkları yerlerden biriymiş. Aynı zamanda Vietnam'ın ilk üniversitesi burası. Bizim ziyaret ettiğimiz gün de ortalık ana baba günüydü diyebilirim.


Curcunadan dolayı çok fazla fotoğraf çekemediğimiz bu tapınakla ilgili şurada daha detaylı fotoğraflar görebilirsiniz. Özellikle uzun ömür, şans ve bereketin simgesi olan kaplumbağanın üstünde duran turna heykeli ilgi çekiciydi. İnsanlar turnayı okşamanın kendilerine şans getireceğine inandıkları için o bölüm ayrıca kalabalıktı.

Şehir turunun kapanışını otellerimize bisikletli tuk-tuklarla dönerek yaptık. O deli trafiğin içinde bir de tuk tukların olması gerçekten inanılmaz! Kavşaklarda yeşil ışık yandığında falan üstünüze üstünüze gelen araba ve motosikletler arasında kaderci olmamak mümkün değil. ;)


Aslında bu tuk-tuk turuyla birlikte şehrin değil Vietnam'ın kapanışını yaptık diyebilirim. Çünkü tuk-tuk bizi otele bıraktı, ama oradan bavullarımızı alıp Siem Reap'e uçmak üzere doğru havaalanına gittik. Ama Vietnam'la ilgili anlatmadığım bir rüya gün daha kaldı, Ha Long Bay'de geçirdiğimiz o gün. Onu da haftaya anlatırım artık.

Herkese iyi hafta sonları!