Kızgın Damdaki Kedi

Cuma akşamı şehrin en yeni sahnelerinden biri olan Artı Sahne'de oynanan Kızgın Damdaki Kedi oyununa gittik arkadaşlarımızla birlikte. Mam'Art tiyatronun üçüncü, benim izlediğim ise ikinci oyunları bu (ilki için bakınız Özel Kadınlar Listesi). Nereye Gitti Bütün Çiçekler'i ise kaçırdık sanırım, pek gözüme çarpmıyor bu sezon. Mam'Art, Tuğrul Tülek ile Feri Baycu Güler'in yaklaşık üç yıl önce kurdukları ve harika işlere imza atan bir özel tiyatro topluluğu. Bu yıl da Pulitzer ödüllü Tennessee Williams'tan bir klasiği Türkiye'de ilk kez sahnelemeye karar vermişler. Çevirisini de bizzat bu iki kurucu ortak yapmış. Oyun konu itibariyle nereden okuduğumu bilmediğim ama çok sevdiğim sözlerden biri olan "aile insanın en büyük travmasıdır" fikrine dayanıyor diyebilirim. Aileye ek olarak biraz da toplumun dayatmalarını ve normlarını eklersek tam olur hatta. 


Biraz aksi bir adam olan 65 yaşındaki babalarının (Ünal Silver) doğum günü için bir araya gelen aile üyelerinin aklında kutlamadan çok birtakım çıkar hesapları vardır. Bu çıkar yarışında doğurdukları beş boyunsuz çocukla -altıncısı da yolda! ;)- Mae (Bennur Duyucu) ve Gooper  (Ömür Kayakırılmaz) öndeymiş gibi görünseler de "Parasız genç olunur, parasız yaşlı olunmaz" diyen diğer gelin Maggie de dişli bir rakiptir. Brick (Tuğrul Tülek) hayatın yalanlarla ve ikiyüzlülükle dolu o kocaman kısmıyla mücadele edemediği için kendini alkole vermiş olsa da karısı Maggie (Sezin Akbaşoğulları) kızgın damda patileri yansa da direnebildiği kadar direnmeye ant içmiş hırslı -ve gerçekçi- bir kedidir. Baba-oğul konuşması ile Brick'in hikayesinin çözüldüğü bölüm de ayrıca etkileyicidir. Daha fazla anlatmayayım, bu kadar yeter bence. Hikayenin geri kalanını okumayın, koltuğunuzdan izleyin. 

Oyunculuklar çok başarılı. Burada şu ana kadar bahsi geçmeyen bir isim de anne rolündeki Ayten UncuoğluSezin Akbaşoğulları bence Maggie rolüyle diğerlerinin bir tık önüne geçmiş olabilir. Konu nefis. Serkan Salihoğlu oyunun yönetmenliğini yapmış ve harika bir iş çıkarmış. Kısacası izleyin, seveceksiniz. E ben de bir dahaki Tennessee Williams buluşması için asıl Pulitzer ödüllü oyunu olan Arzu Tramvayı' 24 Şubat'ta izlemek için geri saymaya başlayayım o zaman. ;)

İoki, İncirli Şaraphane, Craft Beer Lab, Antica Locanda

Haftaya lezzet duraklarıyla başlayayım dedim. Bir süredir yemek yazmamışım buraya ve güzel yerler birikmiş öneri listemde. İlk olarak favori sushi restoranı listemizde Miyabi ile birlikte ilk sıraya yerleşen İoki'den bahsedeyim. Önceki hafta sonu annem buradayken denediğimiz İoki'nin Ulus'taki restoranının hem lezzetlerinden hem de ilgili ve kibar servis elemanlarından çok memnun kaldık. Bir de "mobil uygulamayı indirene şimdiki hesabın yüzde onu kadar puan yüklüyoruz, bir dahaki gelişinizde onu hesaptan düşüyoruz" kısmına da pek bayıldık. ;) Baharatlı karides tempura, ceviche, unagi roll, tornado roll, volcano roll gibi güzelliklerin hakkını verirken kendimizden geçmiş olabiliriz. İsocum sake'ye de bayıldı ve seyahatleri sırasında kendisinden kapabilmek için fotoğrafını itinayla telefonunda saklamaya başladı. ;) Biz beyaz şarap tercih ettik anne-kız. Üstüne de ağız tadı olarak bir çikolatalı, bir de çilekli mochi ile kapanışı yaptığımızda keyiften dört köşe olmuştuk. İlk denememizdi, son olmayacağına eminim. Sana bayıldık İoki


Sırada en bir çok sevdiğimiz dostlar buluşması var. Müge&Recep ikilisiyle geleneksel dörtlü gecelerimizden biri için bu kez rakı değil şarap gecesi yapalım dedik. Ve onların önerisiyle de burnumuzun dibinde ama daha önce denemediğimiz İncirli Şaraphane'ye gittik. Ve sanırım mekana aşık olduk! Dev girişin her yanında bulunan ahşap raflardaki şarap çeşitlerinden bile cennete düştüğünüzü anlıyorsunuz. İçerinin dekorasyonu, muhteşem şarap yanı atıştırmalıkları ve pizzaları, geniş bir yer olmasına rağmen o sıcacık havası, ilgili ve bilgili servis çalışanları ve Kuruçeşme gibi harika lokasyonuyla müdavim yerimiz olabilecek mekanlardan burası. Kanyon Suvla'nın iç kısmında yer açılmadığı için üzülmüştük, ama eskilerin dediği gibi her işte bir hayır varmış, İncirli Şaraphane ile tanışmış olduk bu sayede. ;)


Haftalar önce İsocum'a bir öğlen kahve için uğradığımda "boş ver kahveyi falan, gel seni öğlen birasına götüreyim" diyerek beni Akaretler'deki Craft Beer Lab'e götürmüştü. Kahve ve minik bir kurabiye niyetiyle çıktığım yola London Pride, nachos ve Brüksel midyesi ile devam etmiş ama öğleden sonranın boş bir saatinde bile olsa bu gastropub'a bayılmıştım. O yüzden annem geldiğinde o ve İsocum'la birlikte bir kez daha Füreya sergisini gezip kendimizi  buraya attık ve pek sağlıklı olmasa da son derece lezzetli pub yemekleriyle dolu bir Cuma gecesi için baş köşede yerimizi aldık. Mekanın iç kısmı ahşap masaları, duvar dekorasyonu ile ayrı güzelken, alt katında da kocaman bir bahçesi olduğunu ve oranın da özellikle yazın apayrı güzel olabileceğini fark ettim. Hep diyorum, İsocum'un beni ayartmasına daha çok izin vermeliyim. ;)


Aşağıda da Aralık başında benim onu ayarttığım gecelerden birinde gittiğimiz Antica Locanda var. Şehrin en iyi İtalyan restoranlarından biri olan Arnavutköy'deki bu güzel restoran kesinlikle halis muhlis bir İtalyan. Milanolu şef Gian Carlo Talerico'nun sunduğu lezzetler gerçekten mideye bayram ettirecek nitelikte. Başlangıç olarak aldığımız taze burrata peyniri ve şarküteri çeşitleri nefisti. Sonrasında İsocum carbonara bense somonlu bir seçim ile Milano usulü İtalyan mutfağıyla ne kadar alakasız alternatif varsa sipariş edip afiyetle yedik. ;) Olsun, yeter ki İtalyan eli değsin, soslu ekmek bile yenir. Bkz: bruschetta. ;) Burası da İtalyan severlere önereceğim yerlerden. Kesinlikle memnun ayrılacaksınız.

(Alttaki fotolar benden, üstteki buradan)

Bu arada aynı kategoride değil tabi ama öğrendim ki Kanyon'daki Carluccio's kapanmış. Çoook üzüldüm diyebilirim, çünkü o da en sevdiğim gündelik İtalyan restoranlarındandı. Ayrıca Akaretler girişi de tamamen kahve ve biraya dönmüş. Bir zamanlar Spice Market, Winston Cafe, Corvus şarap evi için gittiğimiz yerler hep Kahve Dükkanı olmuş artık. Yeme içme kültürü zaten çok gelişmemiş bir ülkede olduğumuz için bu tür değişiklikler doğal bir değişim sürecinden çok korkutucu ve üzücü geliyor bana ama belki de benim hüsnü kuruntumdur bu. Neyse... Leziz bir hafta olsun hepimiz için. 

Kürk Mantolu Madonna

Maria Puder ve Raif Bey'i bu kez tiyatro sahnesinde izledim. Beklentimi minimum seviyede tutarak gittiğim, hatta beğenmeyeceğime emin olarak sağlam bir ön yargıyla gittiğim oyundan büyülenmiş gibi çıktım. "Bu roman oyunlaştırılamaz, yok, yok, kesin olmaz," ya da "Tuba Ünsal tip olarak nefis Maria Puder olur, ama oyunculuk olarak altından kalkamaz böyle bir karakterin" falan gibi üstten üstten konuşarak giden bendeniz ağzım açık kalakaldım hem oyunculuklara hem de oyunun sahneleniş şekline. Helal olsun Engin Alkan yönetimindeki tüm Kürk Mantolu Madonna ekibine.  Çok zor bir işin altından hakkıyla kalkabilmişler. Çok emek vermişler, böylelikle Sabahattin Ali'ye müthiş bir saygı ve minnet de sunmuşlar. Gurur duyulası bir iş olmuş, mutlaka görmelisiniz. 


Kitabı çoğumuz biliyoruz, ben de blogda yazmışım zamanında. Yani Instagram'da kahve yanına koyup fotoğraf çektirmenin dışında okuyanlarının da çok olduğunu düşündüğüm bir kitap bu. ;) Hikayeyi yeni baştan yazmaya gerek duymuyorum o yüzden. Ama oyunla ilgili aklımda kalan noktaları madde madde sıralamak istedim.

* Harika bir romanı roman tadında sahnelemeyi başarmışlar. En bayıldığım yanı bu oldu. Arayla birlikte neredeyse üç saat süren bir oyun ve temposunun her daim yüksek olmadığını tahmin edersiniz. Bu yüzden bence yine edebiyat severlerin, hâlâ kitap okuyan azınlığın daha çok hoşuna gidecektir.

* Romanı hiç okumayan biri bile izleyip konuyu ve karakterleri büyük ölçüde -elbette romanı okumakla aynı şey değil ama üşengeçlere sesleniyorum! ;) - anlayabilir, bu klasikle ilgili önemli bir fikir sahibi olabilir. 

* Dekoru sevdim. Zaman zaman paravanlara yansıtılan romandan alıntılar iyi fikirdi. Raif Bey'in müzede gördüğü Maria Puder otoportresinin bile Ahmet Güneştekin tarafından yapılmış olması özenli yapımı ortaya koyan şeylerden biriydi bana göre. Müzikler Sezen Aksu'dan zaten. Kostümler şahaneydi.

* Oyunculuklara gelince Tuba Ünsal'a bayıldım. Gerçekten bu kadar başarılı olabileceğini hiç düşünmüyordum. Hayran kaldım. Sesindeki çocuksuluk ve zaman zaman hafif cırtlaklık bile beni rahatsız etmedi açıkçası. ;) Raif Bey'in gençliğini oynayan Alper Saldıran'ı ve hikaye anlatıcısı Sercan Badur'u da çok beğendim. Raif Bey'in yaşlılığını canlandıran Menderes Samancılar'ın ise şiveli konuşması kulağımı tırmalamadı desem yalan olur. Haza beyefendi adam yaşlanınca niye şiveli konuşmaya başladı anlamadım hani! Kayhan Yıldızoğlu'na minnak rollerle de olsa sahnede yer verilmesi de şahane fikirdi bu arada.

Genel olarak oyunu çok beğendik. Annem duyduğu andan itibaren gitmek istemese muhtemelen ben bu sezon bilet almayı erteleyip dururdum. Ama annemin İstanbul'a gelme planı olunca ve tam da o tarihlerde Uniq Hall'da harika koltukların bizi beklediğini görünce bu fırsatı kaçırmayalım dedim. O yüzden bir teşekkür de anneme gitsin. ;) Siz de sevdiceğinizi takıp kolunuza bu hem tutkulu hem hüzünlü aşk hikayesinin içine dalın bir an önce. 

İyi seyirler. 

Ai Weiwei Porselene Dair

Sakıp Sabancı Müzesi'nde uzun bir süredir devam eden -hatta Kaş'tayken gözüme açıldığının haberi takılmıştı- ve Ocak sonuna kadar zamanı var nasılsa diyerek ancak geçen hafta annemle birlikte gezmeyi başarabildiğim Ai Weiwei sergisinden bahsedeceğim bugün.  Muhtemelen hakkıyla söz edebilmek için saatler harcayıp yine de yeterli olamayacağım ama olsun, amacım görmek için ilgi uyandırmak. Onu başarsam yeter. Hem müjdemi isterim: gördüğü yoğun ilgiden dolayı sergi 11 Mart'a kadar uzatıldı. Yani zamanım yoktu bahanesi yok, ona göre. ;)

Ai Weiwei sanatı politikadan ayırmanın çok yanlış ve hatta politik bir niyet olduğuna inanan, sanatın ifade özgürlüğü ve yeni bir iletişim biçimi olduğunu düşünen, kendi ülkesinde ve dünyada faşist iktidarlara karşı hep mücadele vermiş, doğaya ve insana değer veren, duyarlı bir insan, cesur bir aktivist ve çok yetenekli bir sanatçı. Günümüz dünyasıyla ilgili mesajlarını Çin'in geleneksel el sanatları ve porselen işçiliği aracılığıyla vermeye çalışan bir sanatçı ayrıca. Aşağıda da gördüğünüz gibi SSM'nin o nefis bahçesinde yer alan dokuz küple karşılaşıyorsunuz ilk olarak. Daha sonra müzeye girip içerideki çalışmaları görüyorsunuz. Birkaç örneği aşağıdaki kolaja ekledim.

Örneğin, tel askıdan porselene aktarılmış Asılı Adam sanatçının hayran olduğu Fransız sanatçı Marcel Duchamp'ın profiliymiş. Hemen solundaki kapı kolları ise 2012 yapımı Taksi Camı Kolu adlı çalışması. Çin Komünist Partisi'nin Tiananmen Meydanı'ndan geçen taksicilerin kışkırtıcı el ilanları atmasını önlemek için taksilerdeki cam kollarının çıkarılmasını emretmesine karşı yaptığı bir çalışma. Dijital sosyal medya çağında iktidardakilerin rahatı için bireyin fiziki varlığına kısıtlama getirmenin saçmalığına dikkat çekiyor. Sağ üst köşedeki Özgürce Konuşma Bilmecesi adlı 2017 yapımı çalışmasında ise bir araya geldiğinde Çin haritasını oluşturan porselen süsleri görüyorsunuz. Her süsün üzerine oyulmuş Çince imler sanatçının ifade özgürlüğü mücadelesini yansıtıyor. 


Sanatçının ikonoklastik, yani put kırıcı, eylemleri peşin hükümlü yargılarımıza ve kültür eserlerinin korunması konusundaki tutumumuza meydan okuyan nitelikte. Ejderhalı Mavi Beyaz Çanak (sağda) bu çalışmalarından sadece bir tanesi. Çin Kültür Devrimi'nde devletin kültür mekanları ve objeleri dahil geçmişi yok etme çağrısını hatırlatmak istemiş Ai Weiwei. Odysseia salonunun duvarlarında yer alan savaşlar, sığınmacı krizleri, sınırlar ile ilgili imgelerin arasında da Ai'nin Han Hanedanı Vazosunu Düşürmek adlı LEGO parçalarıyla oluşturulmuş duvar resimlerini görüyorsunuz.


En etkilendiğim eserlerinden biri de eserin kendisinden çok hikayesi nedeniyle Tabakta Beyin MR'ı Görüntüsü oldu. Bununla ilgili sanatçının hastanede MR çekilirken, öncesinde ve sonrasındaki konuşmalarının yer aldığı bir video da bulunuyor. Birçok okul binasının yıkılması ve yüzlerce öğrencinin ölümüyle sonuçlanan Sichuan Depremi konusunda şeffaf davranmaması nedeniyle Çin hükümetinin yolsuzluklarını eleştiren aktivist Tan Zuoren lehine ifade vermek için Sichuan'a giden Ai Wewei'yi otel odasında darp ederek, dışarı çıkmasını engelleyen polisin yarattığı görüntüleri tabağa aktarmış sanatçı. Yani o görüntüler gerçekten de bu darp olayı yüzünden beyin kanaması geçiren ve o yılın sonunda beyin ameliyatı olmak zorunda kalan sanatçının MR görüntüleri.  


Üstteki kolajın solundaki duvarda ve daha pek çok duvarda yer alan I.O.U (I Owe You/Sana Borcum Var) adlı borç senetlerinden oluşan duvar kağıdı çalışmasının da hikayesi tüyleri diken diken eden cinsten. Çin yetkililerinin 2011'de kimseye haber vermeden 81 gün göz altında tuttuğu Ai, sahip olduğu FAKE Kültürel Gelişim şirketinin vergi kaçırdığı suçlamasıyla 12 milyon yuan para cezasına çarptırılmış. Bunun sonucunda kendisine birçok destek bağışı gelmiş.Sanatçı da buna minnettar olduğunu göstermek için her bir bağışçı için ayrı ayrı bu I.O.U borç senetlerini oluşturmuş.

Aşağıdaki kolajda da yine bu gözaltıyla ve sonrasında pasaportuna iki yıl el konmasıyla ilgili barışçıl ve sanatsal protesto amaçlı yaptığı eylem ve eserleri görebilirsiniz. Bisikletinin sepetine koyduğu çiçekleri de yapmış porselenden. Duvarlarda sosyal medyada paylaştığı çiçek fotoğrafları, yerde porselen çiçeklerden halı... Ne zarif bir protesto!


Duyarlı bir aktivist olmanın zorluğunu anlatan bir çalışma da aşağıda. O yüzden herkes de bir Ai olamaz zaten. Hem kendi ülkesinde hem de dünyanın dört bir köşesinde çıkan güncel sorunlarla ilgili eylemlere katılan sanatçı, yaratıcılığı da "eyleme geçme gücü" olarak tanımlıyor. 3000 porselen kırığından oluşan Kaplan, Kaplan, Kaplan adlı çalışması da buna bir örnek. Her bir kırığın üzerinde kaplan figürü yer alıyor. Hikayesini ise baştan yazmayıp fotoğraf olarak ekleyeyim dedim. Bambaşka bir köşesinde, bilmediğimiz bir ucunda bile olsa böyle bir insanlık enerjisi yayan bir yaratıcı dehayla aynı dünyayı paylaşmak beni mutlu eden şeylerden biri. Bayılıyorum böyle insanların, böyle sanatçıların varlığına.


Gelelim pek çok yerde Ayçekirdekleri'yle gündeme gelen bu serginin o merak edilen köşesine. Hikayesi ve neyi simgelediğini yine yazmak yerine fotoğrafladım. 12 Ekim 2010'da Londra'daki Tate Modern'de sunduğu bu dev ölçekli yerleştirmede 100 milyondan fazla porselen ay çekirdeği bulunuyormuş! Porselen imalatıyla tanınmış Jingdezhen şehrinden 1600'ü aşkın zanaatkârın elleriyle biçimlendirip boyadıkları ay çekirdekleri onlar. Hem müthiş bir güç duygusu, hem de içimi ezen bir üzüntü hissettirdi bana bu dev ay çekirdeği yığınının önünde durmak. 


Kolumdaki ay çekirdeği ise müze dükkanından annemin hediyesi bilekliğim. Yanında da buzdolaplarımız için aldığımız magnetlerden biri duruyor. Uzun zamandır gördüğüm en etkileyici sergilerden biri oldu Ai Weiwei. Uzatıldığına göre belki bir kez daha gidip, çoğunu pas geçtiğimiz video çalışmalarını da detaylıca izlerim. İyi ki var! Ve emin olun sergide burada bahsettiğimden çok daha fazlası var.

Size de iyi gezmeler. Umarım bizim kadar etkilenirsiniz bu sergiden. 

Son İzlenenler: ArifV216 & Loving Vincent & The Killing of a Sacred Deer

Geçtiğimiz hafta sinemada izlediğim iki filmle başlayayım. İlki tabi ki Cem Yılmaz'ın izlediğim andan beri Öneri kutucuğunda afişini gördüğünüz ArifV216. Bilen bilir, ben bir Cem Yılmaz hastasıyım. Galiba yaptığı işlerden bir tek Ali Baba ve Yedi Cüceler'i izlemeyi atladım, geri kalan her türlü sahne şovunu, filmini, reklam filmini, sosyal medya hesaplarını, hakkında çıkan "Contemporary İstanbul'dan şu tabloyu aldı", "artık araba yetmiyor uçak aldı" türünden haberlerini bile izlerim keyifle. ;) Yıllardır tüm bu izlediklerimden de çıkardığım sonu şu ki; zekasının, güzel insanlığının, yaratıcılığının, çalışkanlığının, duruşunun, çok yönlülüğünün de hastasıyım. O yüzden de yaptığı işlerde o karma pırıltıyı görmek çok hoşuma gidiyor. Girizgah yapma ihtiyacı duydum, çünkü "bayıldım!" derken neye bayıldığımı da anlatabilmek açısından önemli bence. Özellikle de Cem Yılmaz bir şey yapsa da beğenmesek diye bekleyen değişik bir çoğunluk oluşmuşken. Hani onlar komedi anlamında hangi aşmış insanı takip ediyorlar bu ülkede ve bu sektörde, onu da gerçekten çok merak ediyorum. Bir şeyler kaçırıyor olmalıyım çünkü.;) 

Şahsen ben "ay her dakika güldüm, karnım ağrıdı" diye çıkmak zorunda değilim bu adamın bir filminden. Evet ilk stand-up şovlarıyla bize bunu yaşatmıştı ama sonra gayet duygusal filmlerde de yer aldığı oldu. Hep aynı şeyi, aynı dozda yapmak zorunda değil, çünkü hepimiz gibi o da evriliyor bana göre. Ama bence kalite ve samimiyet anlamında hep aynı kalitede kalıyor. Benim en bayıldığım şey o. Bu filmindeki o naif ve çok zarif bir şekilde 60'lar anmasını, bize ait saygıdeğer sanatçıları canlandıran oyuncu seçimlerini (Çağlar Çorumlu, Farah Zeynep, Mert Fırat gibi) ve onların oyunculuklarını, neredeyse her sahnesinde yer alan ince esprileri daha da bir sevdim. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmine gönderme olarak yuvarlanarak içeri süzülen elmayı, Emel Sayın sendromu olarak o çoklu görüş bozukluğunu, İskender Paydaş'ın Fındıkkıran çalışını, Zeki Müren'in kostümlerinden, tavırlarından, kullandığı dilden, "efendim affınıza sığınarak" diye ateş açmaya başlamasını falan hâlâ gülerek hatırlıyorum. ;) Sadri Alışık-Kerem Alışık sahnesinde gözyaşlarımı tutamadım ayrıca, belki bu kadar güzel ve duygusal bir anma da eksi puandır bilemiyorum; sonuçta gülmeye geldik değil mi?! Toplumdaki dönüşüme ışık tutmasına bayıldım. Sonuçta eminim niyet o değil ama bana göre arşiv niteliğinde bir film olmuş bile diyebilirim.  Çok yaşa be adam! Çok da film yap, ama hep kendi bildiğin gibi yap böyle!

Loving Vincent

Gelelim Vincent Van Gogh'a. Bundan bir önceki postta Theo'ya Mektuplar'ı okuduğumu ve Loving Vincent'ı da çok görmeyi istediğimi yazmıştım. Aslında zaman yaratıp hemen arkasından gidebildim filme ama ancak yazabiliyorum. Bu da bambaşka bir emek ve nefis bir anma şekli olarak beni büyüledi doğrusu. Zaten sinemada gösterime girecek filmler arasında reklamlarını görür görmez aşık olmuştum bu filme, izleyince daha da bayıldım. Bir animasyon filminden bu kadar etkilenebileceğimi düşünmüyordum, ama yanılmışım.


Filmde Van Gogh'un enteresan kişiliği, çalışma tutkusu ve oldukça şaibeli ölümü kendi tabloları aracılığıyla anlatılıyor. Van Gogh'un ölümünden sonra postacı arkadaşının ressamın ağabeyine ulaşmadığı için geri dönen mektuplarından birini oğlu aracılığıyla Theo'ya göndermek istemesiyle başlayan hikayede Theo'nun da kardeşinden kısa bir süre sonra öldüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca ressamın yaşamı kadar ölümünün de gizemlerle dolu olduğunu doktorundan, kaldığı pansiyonu işleten kadından, ağabeyinden, malzeme tedarikçisinden ve Vincent'ın tablolarında yer alan daha pek çok karakterden yola çıkarak anlıyoruz. Van Gogh tablolarının canlandırılmasıyla yapılan bu muhteşem filmde filmin her saniyesi için 12 yağlıboya resim yapılmış. 5000 ressam filme başvurmuş, bunların 500'üyla yüz yüze görüşülmüş ve 125 tanesiyle çalışılmaya karar verilmiş. Bu kalan ressamlar da 65000'e yakın kareyi tek tek resmetmişler. Ve tüm bu süreç toplam iki yıl sürmüş. Nasıl bir emek! Daha detaylı bilgiler için filmin sayfasını da inceleyebilirsiniz. Tabloları aracılığıyla konuştuğunu düşünen bir ressamın hikayesini anlatmak için bu yolu seçtiklerini söyleyen yönetmen Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'e helal olsun bu fikirden yola çıkarak oluşturdukları bu kıymetli film için. İsim seçimi bile harika: Van Gogh'un Theo'ya yazdığı mektuplarını bitirme ifadesi olan "Sevgiler Vincent". Söylememe gerek yok sanırım, ama sinemada kesinlikle daha fazla tat verecek bir filmdi. Zaten az salonda ve az seansta oynadığı için yakalayamadıysanız DVD de olur tabi. Ama illa ki izleyin. Ve son olarak, Van Gogh da umarım intihar etmiştir. :(

Kutsal Geyiğin Ölümü

Evet arkadaşlar, kutsal geyik öldü, ama giderken bizim de ruhumuzu öldürdü! Annelere geldiklerinde işkence niyetine film izlettirdiğime dair söylentiler var etrafta. Belki kayınvalideme İsa'nın Çilesi'ni, anneme Black Mirror'dan bazı bölümleri izlettiğim için adım çıkmış olabilir. ;) Ama bu seferki bambaşka bir eziyetti yahu. Nasıl rahatsız edici bir film öyle böyle değil! Gerçi bakıp da yönetmen Yorgos Lanthimos'un The Lobster'ın da yönetmeni olduğunu fark edebilseydim bizim için her şey çok farklı olabilirdi tabi. Ama olmadı ve biz bu filmi boğula boğula izledik. Annemin bir ara "durdurun da bir ufunet atalım" diye 3 derece ayazında balkona nefes almaya çıktığını hatırlıyorum hani. ;)

Kısacası her gördüğünüz Colin Farrell ve Nicole Kidman'e atlamayın diyerek konuyu kısaca anlatayım. Bir kalp cerrahı olan Steven ve göz doktoru eşi Anna ile iki çocuğunun, bahçeli evlerindeki güzel yaşama tanıklık ederek başlıyoruz önce. Bir yandan da Steven'ın destek olduğu Martin adında yetim bir çocuk var hikayede. İşte filmin huzursuzluk veren yapısının yüzde 90'ından sorumlu olan bu Martin veledi bir süre sonra aile için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlıyor. Ve Martin için Barry Keoghan seçimi cuk oturmuş! Anlayamadığımız bir şekilde işler kontrolden çıkıyor ve son derece gerilim yüklü, rahatsız edici bir gidişat başlıyor ailenin yaşamında. Anlayamamamız normalmiş, çünkü sonradan okuduğuma göre aslında bu mistik korku masalı tadındaki hikaye Yunan  mitolojisinden esinlenmiş. Filmdeki adalet arayışı, insanların kötülüğünün sınırları, insanın çıkarı için yapabilecekleri, düzgün kavramının sorgulanması, cezalandırma temelleri falan hep bu mitolojik öğelerle ilintiliymiş. Tabi anlamayan için çok havada kalıyor haliyle. Yoksa oyuncular ve oyunculuklar iyi, bir tık da fikriniz olursa konunun neye dayandırıldığıyla ilgili belki seversiniz bile, kim bilir. ;) Annelere yine de dikkatli izletin, fenalık geçirmesinler. ;)

İyi seyirler!

Theo'ya Mektuplar ve Berci Kristin Çöp Masalları

Son dönemlerde okuduğum iki kitaptan kısaca bahsedeyim. Kitap okuma hızım yaza göre baya düştü, ama n'apalım artık, hep aynı tempoyu tutturamıyor insan. Theo'ya Mektuplar, Vincent Van Gogh'un hayatının farklı dönemlerinde  kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplardan oluşuyor. Pınar Kür çevirisi ve YKY baskısı olanını okudum ve dilinden de çok memnun kaldım. Kitapta yer verilen mektuplarda Van Gogh'un sıklıkla tekrara düştüğünü düşünsem de, etkileyici hayat hikayesi ve yaratıcılığıyla bayıldığım isimlerden biri olduğundan keyifle okudum ve karakterine ve iç dünyasına dair daha fazlasını öğrenme fırsatını buldum. O yüzden Van Gogh sevenlere önerimdir. Loving Vincent'ı izleyip ikisini bir yazıda yazmayı planlıyordum ama sinema işleri planlandığı gibi gitmeyebiliyor bizim tarafta. ;) O yüzden umarım sinemalarda oynuyorken görebilirim ve o filmi de ayrıca yazabilirim diyorum. 


Münzevi yaşamı tercihi, doğaya tutku derecesinde bağlılığı, Tanrı ve din hakkında düşünceleri -"din adamlarının Tanrısı benim için bir kapı tokmağı kadar cansız!" diyor mesela ki kendisine katılmamak mümkün değil-, hiç bitmeyen ekonomik sıkıntıları, son dönemlerinde iyice ağırlaşan hastalığı, çalışma azmi ile çok ilgi çekici bir karakter Van Gogh.  Her zaman kendisi olmayı başarmış, süslü püslü tanıtımlara ihtiyaç duymadan kendini işine adamış bir adam. Yoksulluğu bile bunu yapmasına engel olmamış. Çoğu kez yiyecek yemeği olmasa da boyalar almak için harcamış parasını. Bir mektubunda şöyle diyor: "Bana soracak olursan krallar kadar zenginim. Parasal olarak değil elbet, ama çalışmalarımda kendimi tüm ruhum ve yüreğimle adayacağım bir şeyler bulduğum için, bu yaşamıma anlam kazandırdığı, esin kaynağı olduğu için zenginim."

İki alıntı paragraf daha ekliyorum aşağıya. Düşünce bakımından ruh ikizimi bulmuş olabilirim Van Gogh'da. Yaratıcılık anlamında da ruh ikizim olsaymış iyiymiş. ;)



Sırada çok sevdiğim bir yazar olan Latife Tekin var. Berci Kristin Çöp Masalları, bu yılki Haydarpaşa Sahaf Festivali'nden aldığım ganimetlerim arasındaydı.  Eski romanlarından birini daha büyük bir keyifle okudum. Sevgili Arsız Ölüm hâlâ favorim olmaya devam etse de burada da yine o harika anlatımıyla tasvir ettiği gecekondu mahallesi yaşamı aklımda kalacak. Nasıl canlı karakterler, nasıl hem gerçekçi hem masalsı bir anlatım. Ve bu romanı yazdığı sırada 27 yaşındaymış henüz. O kadar genç bir zihin nasıl bu kadar detaylı ve gerçek bir kavrayışa sahip olabilir? Çok seviyorum hem anlattıklarını hem anlatış şeklini Latife Tekin'in. Şimdiye kadar okumadıysanız da mutlaka burada bahsettiğim iki romanıyla başlangıç yapmanızı öneririm. 


Kitaplar bittiğine göre sırada ne olsun? Sinema mı, yemek mi, ikisi birden mi? Ya da annem gelsin de biraz gezelim, blog yazmaya ara verip malzeme toplamaya mı ağırlık verelim?  ;) Hangisi olursa olsun şahane bir hafta olsun hepimiz için. 

Dönmedolap & Kanyon Suvla & Intema Yaşam

Perşembe günü Müge'yle birlikte ve onun önerisiyle sinema ve kahve günü yapalım diyerek Kanyon'da buluştuk. Benim aklımda da Martıların Efendisi'ni izlemek vardı aslında ama o kadar az ve abuk subuk seanslar kalmış ki gösterimde olduğu, galiba DVD'sini beklemek zorunda kalacağım. Zaten modumuzu düşürmesin diyerek bir Woody Allen filmi olan Dönme Dolap'ı izleme fikri de Müge'den çıktı ve bu anlamda benim önerimden daha iyi bir tercih olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Gerçi Woody Allen da toz pembe bir adam değildir, ilişkilere bakışı son derece gerçekçidir, tiyatro tadında metinlere ve karakterlerin ruh dünyalarına dikkat gerektiren filmler yapar ama bunaltmadan yapar tüm bunları. O yüzden de kendisine bayılırız.İster güldürürken ister güldürmezken düşündürtme özelliğini de ayrıca takdir ederiz. ;)


Hikaye Coney Island'da geçiyor. Plajlar, barlar, lunaparkı ile dolu cıvıl cıvıl, eğlenceli, rengarenk ortamda vasatın altına bir aile yaşamının içine giriyoruz. Kate Winslet, gelgitleri olan, umutsuz bir ev hanımını oynuyor (her zamanki gibi harika canlandırmış rolünü).  Hayali aktris olmak olsa da şu an garsonluk yaparak, lunaparktaki dönme dolabı işleten ikinci kocası ile kıt kanaat bir yaşam sürüyorlar. İlk evliliğinden olan küçük çocuğunun fırsat bulduğu anda yangın çıkarma huyu var, yaşamlarındaki tek aksiyon da o gibi görünürken birden kocasının ilk evliliğinden olan yirmili yaşların başındaki, güzel kızı Carolina yanlarına sığınıyor. Kelimenin tam anlamıyla sığınıyor, çünkü mafya kocasından kaçıp gelmiş. Hayatlarına bir de plajdaki sahil güvenlik görevlisi Mickey (Justin Timberlake) dahil olunca duygusal aksiyon tavan yapıyor! Çok standart olabilecek bir konu, sonu itibariyle bizi vicdani sorgulamalara götürüyor - ki bence Woody Allen farkı da burada ortaya çıkıyor. Kötülüğü engellemek için bir şey yapmamak bizi kötü yapar mı? Aşkta her yol mübah mıdır? Diyelim ki evet, sonrasında o aşktan ya da aşıkın vicdanından hayır gelir mi? Diyelim ki geldi bir insanın canı pahasına buna değer mi? İzleyin bakalım, benim gibi dalıp gidecek misiniz sorulara. 

Kanyon Suvla'da bir Mola

Filmden önce kahve&muffin, filmde mısır keyfi yaptığımıza göre sırada şarap&peynir keyfi olmalı diye düşünerek Kanyon Suvla'ya çıktık. Eceabat'taki Suvla'ya gitmiş, ama buradakine henüz gitmemiştim. ;) Suvla'nın şaraplarına da bayılırız  bu arada. Ben favorilerimden biri olan Kirte'den bir kadeh aldım, Müge de bir Cabernet Sauvignon. Peynir çeşitleri ve zeytinyağı nefisti. Yemek için gitmediğimizden kısa bir uğrak durağı oldu ama uzunu da harika olur, eminim. Filmin kritiğini yaparız diye oturmuştuk ama çok daha eğlenceli konulara daldık tabi ki. Gıybet forever! ;)) 


Çıkışta da ikimizin de daha önce gezmediği -ve içinde yemek yemediği- Intema Yaşam deneyim mağazasını gezdik. Burası da şahane olmuş doğrusu. Hem gıda alışverişi bölümü, hem mutfak araç gereçleri ve dekoratif ürünlerin satıldığı bölümde harika şeyler gözümüze çarptı. Müge de en son kızılcık tarhanası, et suları, organik bademli ve çikolatalı tereyağ, kuru yemiş çeşitleri, zeytinyağları (Trilye'den aldığımız o nefis Zey-Er soğuk sıkım sızma bile vardı) ve daha pek çok yiyeceğin olduğu mini market reyonunda gözüme çarptı, sonrasında kendimizi kaybettik zaten. ;) Evrenden yeni bir ev istemiştim, olursa içine alabileceğim nefis desenli tabaklar, seramik servis çeşitleri, teraryum saksıları falan da defalarca  nedeni olabilir. Bir de girişteki minik kafesinin vitrininde yer alan kavanozlardaki tiramisular, ekler ve tart çeşitleri nefis görünüyordu, o da bir dahaki sefere aklımda kalanlardan. Harika bir mağaza olmuş Intema, bu gidişle daha çoook görüşürüz seninle. ;)

İyi hafta sonları!