Lion & Safari Park

Cape Town'ı geride bırakıp Johannesburg'e uçtuk bile. Ancak henüz burada kalmayacağız. Sun City'ye doğru yolumuza devam edeceğiz ve yol üstünde de Lion & Safari Park'a uğrayacağız. Bu arada Güney Afrika'da iç uçuşlar için South African Airways'i tercih etmenizi öneririm. Uçaklar yepyeni, servis iyi ve Star Alliance üyesi.  

Neyse, onu bunu boş verelim, Aslan Parkı'na yavru aslan sevmeye gidiyoruz biz! ;) Gezinin en merakla beklediğim kısımlarından biri de buydu. Evet, turistik attraksiyon, ama sorarım size aslan sevdiğiniz kaç turistik attraksiyon yaşıyorsunuz ki şu hayatta. Öyle "I amsterdam" yazısı önünde fotoğraf çektirme değil ki bu (ha onu da yaptık zamanında, o ayrı. ;) ). Turistsiniz işte, tadını çıkarın yahu! Her deneyimin de illa en lokal, en yapılmamışını yaşayacağım diye kasmaya gerek yok hani. ;)

Ama öğleden sonra orada olduğumuz için aslan yavrularının ne yazık ki en mayışık olduğu dönemlere denk geldik. Resmen "siz takılın da ben bir köşede uyuyayım" modundalardı desem yeridir. Yine de dişlerimi feci kamaştırdılar o ayrı. 


Sonra safari aracına binip parkın içinde minik bir tur attık. Görevli "aslan göreceğinizi garanti ederim" falan diye büyük havalarda bizi araca bindirdiğinde bir an için nereye gidiyoruz ki, zaten aslan parkı değil mi burası diye düşünmedik değil. Ulen her bölümün giriş kapısı açılıyor ve orada mutlu mesut bir aslan ailesi yaşıyor zaten. Burada da bize aslan gösteremezsen ayıp olurdu zaten, neyin havasındasın? ;) Safari aracı da tam teşekküllü cezaevine götürülüyormuşuz gibi korunaklı. Doğada yaptığımız safarilerde niye totomuz donarak her yanı açık araçlarda gittik o zaman? Burada her gün karnı tok sırtı pek yaşayan hayvandan mı korkacağız, peh! Zaten baksanıza kafalarını kaldırıp bakmaya tenezzül etmiyorlar. İçlerinden de "tuuurist, tuuurist" diye dalga geçiyorlardır kesin. ;))  


Aslanlar dışında parkta en ilgi çeken hayvanın zürafa olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Grubumuzdan Gülşah'ın çektiği videoyu aşağıda paylaşıyorum. Aslan göreceğimizi garanti eden görevli amcanın bir paket Doritos ile zürafayı aracımıza getirmesini görüyoruz. Zavallı zürafalara cips veren verene. Restoranda, kafede, gezinti köprüsünde falan herkes abur cuburla besliyor hayvancağızları. Ama kocaman olmasına rağmen zarif ötesi bir zürafanın da kafasını aracın içine uzattığını görmek de paha biçilmez. Nairobi'de Giraffe Manor'u görmemiştik. Bir tık o hissi yaşatmış olabilir belki bize burası. 



E tüm bunların dışında bir de vahşi köpekler, devekuşları falan var diyeceğim ama dönüp bakmayacaksınız bile, değil mi? Tahmin etmiştim. ;)


Sözün özü; bir zürafaya ve yavru aslana dokunmuş olmanın mutluluğunu yaşamış olsam da ve burası da hayvanların gayet doğal ve geniş alanlarda yaşadıkları bir yer olsa da yine de asla doğal ortamında hayvanları görmek tadında bir deneyimin yanından bile geçemez tabi ki. Vahşi hayvanları kendi habitatlarında, uzaktan ve rahatsızlık vermeden gözlemlemek çok etkileyici - ve asıl paha biçilmez olan da o. Yoksa bu tür yerlerin hayvanlara ne kadar iyi bakılırsa bakılsın hüzünlü bir etki bıraktığını da söylemem gerek. Düşünsenize buradaki herhangi bir hayvanın başka bir yerde yaşama olasılığı kalmıyor. Oysa hemcinsleri su ve yiyecek peşinde kilometrelerce yol kat ediyorlar, yön duyguları, korunma içgüdüleri, doğayı okuma kabiliyetleri, kasları gelişiyor. Kısacası biri altın kafeste özünü kaybederek gün dolduruyor, diğeri acısıyla, tatlısıyla "I did it my way!" tadında yaşıyor hayatını. Dağlar kadar fark olacak elbette. 

Yine de yolunuz düşerse aklınızda olsun, bu parkta da aslanlarla, çitalarla yürüme, gece safarisi, devekuşu besleme , vs gibi farklı etkinlikler oluyor. Web sayfasından programlarına göz atabilirsiniz. Biz Sun City'ye doğru yola devam ediyoruz. 

Hout Bay & Boulders Beach & Ümit Burnu

Ne güzel tam gaz yazmaya başlamıştım yazıları ama minik bir grip molası vermek durumunda kaldım. Hâlâ harika durumda olmasam da bugün kafamı havada tutabilme başarısını gösterebildiğimi fark edip geçtim blogun başına. Nerede kalmıştık diye bakınca da gördüm ki güneyin de en güneyine ineceğimiz günü anlatma zamanı gelmiş. Kıyı boyunca şehrin en güney noktasına yolculuk ederken şehrin güzelliğinin de daha çok farkına vardığımızı söylemeliyim. Bana hafiften Batı Amerika kıyılarını anımsattı hatta gezinin bu kısmı. Şöyle bolca tutam San Francisco, bir miktar San Diego, bir fiske de otobansız LA bölümleri gibi bir karışımın içinde gezindik tüm gün. Nefis okyanus manzaralı evlerin sıralandığı kıvrımlı yollardan geçtik. Nefis koylarda fotoğraf molaları verdik. İşte onlardan ilki aşağıda: Maiden's Cove. Rüzgardan sabit durmak bile çok zordu ama çok güzel bir manzara noktasıydı.


İkinci durağımız Hout Bay. Burada foklara selam vereceğiz. Aşağıdaki gibi adeta evcilleşmiş, turistlere kendini sevdiren artist foklara değil tabi. Koydan kalkan teknelerle ulaştığımız Duiker Adası'nda (nam-ı diğer Fok Adası) yaşayan Cape Kürklü Fok Balıklarını görmeye gidiyoruz.  


77 metreye 97 metre ebatlarındaki bu minnak adacıkta yaşayan fok kolonisinin ömrü 20-40 yıl arasında değişiyormuş. Ağırlıkları 300 kg'a kadar ulaşabilen foklar her yıl bir kez kürklerini yeniliyorlarmış. Yılda bir kez de yavrulayan fokların bebişleri 6 haftalık olur olmaz yüzmeye başlarlarmış. Yavrular ahtapot, balık ve midye ile beslenirlermiş. Foklar için en büyük tehdidi ise tabi ki önce insanlar, daha sonra ise köpekbalıkları ve katil balinalar oluşturuyormuş. 


Hayvanları doğal ortamlarında izlemeye bayılıyorum. Saatlerce sıkılmadan bunu yapabilirim. Ama tabi küçücük bir adacıkta da taş çatlasa yarım saat kadar kalabiliyor tekneler. Sonra yine yolumuza devam ediyoruz. Bu kez başka bir koloniye selam vereceğiz. Ama öncesinde yolda yine bir fotoğraf molası verelim ve Hout Bay'e bir de tepeden bakalım. (Fokların olduğu küçük adacık en soldaki kayalık tepenin arkası gibi düşünebilirsiniz.) 


Sırada bu gezinin en merak ettiğim duraklarından biri var: Boulders Beach. Burada da bir penguen kolonisi yaşıyor. Penguenler bana hep çok sevimli gelmişlerdir. Gövdelerinden bacak olmaksızın direkt çıkan ayaklarıyla paytak paytak, her an devrilecekmiş gibi yürümelerinin hastasıyım. "Tutmayın beni, biraz mıncıklayayım şunları," kıvamında kendimden geçerek izledim bu güzellikleri de o yüzden. Ne yazık ki nesilleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan türlerden biri onlar da. 

Boyları yaklaşık 60 cm olan Afrika penguenlerinin (jackass penguin olarak da biliniyor) gövdeleri yüzmek için evrimleşmiştir. 130 metreye kadar dalabilirler, ama genellikle 30 metrelerde takılırlar. Nefeslerini 2,5 dakika kadar tutabilirler. Avlanırken saatte 20 km hıza çıksalar da genellikle 7 km/saat hızla sakin sakin yüzerler. Yaklaşık 10 yıl ömrü olan bu minnoşların ağırlıkları da 2,5 - 3,5 kg arasında değişir.   


Penguenleri de doya doya izledikten sonra öğle yemeği molası için donanmaya ev sahipliği yapan Simon's Town kasabasına gidiyoruz. Burada beş yıl boyunca resmen donanmada görev yapmış olan Danua cinsi köpek Just Nuisance'ın heykelini de görüyoruz. Sonrasında güneye doğru yolumuza devam!

Ve en nihayetinde Ümit Burnu'ndayız. Afrika kıtasının en güneybatı ucunda. Aslında en güney ucu diye yanlış biliyormuşuz burayı. Afrika'nın en güney ucunun buraya 150 km uzaklıktaki Cape Agulhas olduğu biliniyor. 1488 yılında ilk kez Portekizli kaşif Bartolomeu Dias tarafından keşfedilip Fırtınalar Burnu adı verilmiş  buraya. Kral ise "ha gayret baharatlara ulaşacağız, moral bozmayalım lütfen" diyerek adını Ümit Burnu olarak değiştirmiş bir rivayete göre. 


Buraya kadar gelmişken tabi ki Cape Point Deniz Feneri'ni ve oradan altımıza serilecek nefis manzarayı görmek için Table Mountain National Park'ın tepesine tırmanacağız. Bir noktaya kadar füniküler çıksa da kalan bölümde tabana kuvvet çıkıyorsunuz yukarıya. Ama kesinlikle  buna değiyor. Dimdik kayalıkların turkuaz sularla buluştuğu kıyıların vahşi güzelliği, teninizi ısıtan güneş, yüzünüze vuran okyanus esintisi... Sanırım "mutluluğun resmini yapabilirim" dediğim anlardandı bu da.


Bu yazıyla birlikte ne yazık ki güzeller güzeli Cape Town'a da veda etme zamanı gelmiş bulunuyor. Seni çok sevdik güzel şehir. Bir zaman sonra belki yeniden buluşur, daha uzun uzun zaman geçiririz birlikte. O zamana kadar hoşça kal ve kendine ve içinde barındırdığın tüm güzelliklere iyi bak! 

Sevgililer Günü için dev hizmet! Her ilişkiye uygun birbirinden farklı hediye önerisi

Evet, yine o malum tarih yaklaştı. Belki uzun zamandır evlisiniz, “Artık Sevgililer Günü mü kaldı bize?” diyorsunuz. Belki uzatmalı sevgilisiniz, her 14 Şubat geldiğinde ne alacağınızı kara kara düşünüyorsunuz. Belki yeni bir sevgili yaptınız, heyecandan ne alacağınızı bilemiyorsunuz. Belki de bu günü evinizde tüylü, minik dostlarınızla geçirecek ve “En güzel sevgi bu!” diyorsunuz. O da mı değil? E, o zaman neden kendi kendinize hediye almıyorsunuz? Tamam, merak etmeyin; bu listede hepinizi düşündük.



- İlişkiyi heyecanlandırmak için baştan çıkarıcı bir koku alın. Kokular hafızada yer bırakır ve her yeni koku bambaşka hatıralar yaratır. Hazır kış ayındayken baskın ve egzotik kokuları tercih edebilirsiniz. 



- İlişkinizin başladığına dair sosyal medyada boy boy fotoğraflarınızı sergilediniz büyük ihtimalle. Ama unutmayın, geleneksel fotoğraf albümünün anlamı her zaman çok başkadır. O nedenle, HP Sprocket kırmızı fotoğraf yazıcısı sevgililer günü için çok keyifli bir hediye olacaktır.  HP Fotoğraf yazıcısı için tıklayın!
 

- Bu önerimiz ise beylere. Her zaman geç kalmasına sebebiyet verdiği için söylendiğiniz eşinizin makyaj setini yenileyerek şaşkınlık yaratmaya ne dersiniz? Kadınlar kozmetik ürünlere bayılır, biliyorsunuz.  Kozmetik ürünleri için tıklayın!


Her Pazartesi beraber spor yapmaya niyetleniyor ama ilişkideki bir taraf planları bozuyorsa, şahane bir fikrimiz var. Motivasyonu yükseltecek bir akıllı bileklik! Fiziksel aktiviteleri detaylı bir şekilde takip etmeye olanak tanıyan bu bilekliklerle spordan kaçmak yok, sağlıklı hayata hemen başlamak var. Akıllı Bileklikler için tıklayın!


- Romantiklik önemli. Karşınızdakine ince bir ruhu ve ince zevklere sahip biri olduğunuzu göstermek için en iyi gün, bugün! Hediye edeceğiniz retro bir plakçalarla eski plakları dinleyip, romantik bir akşam geçirebilirsiniz. Retro plakçalarlar için tıklayın!
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Stellenbosch & Güney Afrika Şarapları (& Kartallar & Elmaslar)

Masa Dağı'nın bulutsuz bir saatini yakalayıp tepeden şahane şehir manzaraları izleyebilmemizi nefis Güney Afrika şaraplarıyla kutlamanın zamanı gelmiş olabilir. Önce KWV Wine Emporium'un yolunu tutuyoruz. Burada şarap imalatı aşamalarını görüyor, tesis ve üretim hakkında bilgi ediniyoruz. Bir nevi şarap üreticileri kooperatifi gibi bir kuruluş burası. Şarap dışında farklı likörler ve brendi çeşitleri de üretiyorlar. Şarapların bekletildiği fıçılara aşık olmak için de uğrayabilirsiniz buraya bence. Aile boyu fıçılar, sekoya ağaçlarından yapılan dev fıçılar, üzerinde kabartmalarla anlatılan hikayeleri olan fıçılar, ne ararsanız var.


Tesisi gezdikten sonra şarap tadımına geçiyoruz. Biz sırasıyla aşağıdaki şişeleri tattık. Güney Afrika'nın en meşhur kırmızı şarabı Pinotage üzümünden yapılıyor. Pinot Noir ile Hermitage üzümlerinin çaprazlanması ile elde edilen yeni bir üzüm çeşidi diyebiliriz. Açıkçası ben çok bayılmadım. Birkaç yerde "hadi yerel şarap olsun bari" diyerek içsek de genelde Cabernet Sauvignon içtim ve daha benlik olduğuna karar verdim. Beyazlardan ise Chenin Blanc favorim oldu diyebilirim. Bu şaraphaneye özgü bir karışım olan Tributum şarabını çok sevdik. Yolunuz düşerse deneyin. 15 yıllık brendi ile Cape Tawny adındaki Port wine'ları da güzeldi, ama bir Alex değildi bana göre. ;) Bir de African Cream adında Baileys benzeri bir içkileri var ki o da hiç bizlik değildi. Son durağımız Cape Town olsa belki birkaç şişe Tributum atardık çantaya, ama önümüzdeki iç ve dış uçuşları düşününce caydık alışverişten. Ama alışveriş yapmak isteyenleri aşağıdaki mağaza bölümüne alabiliriz. ;)    


Tadım sonrasında yine bir şarap üreticisi olan Tokara'ya yemek için uğradık. Burası nefis bir bağın içinde, yemyeşil bahçeye ve harika bir manzaraya açılan restoran alanı, içerideki zevkli mağazası, lezzetli yemekleri ve şarapları ile gözlerimizden kalpler fışkırmasına neden olan bir yer oldu diyebilirim. Adeta bir Ferzan Özpetek filmi sahnesi gibi görünen masamızda keyiften dört köşe olmuş, "şöyle minik bir bağ alıp buraya mı yerleşsek?" muhabbetinin açıldığı o klasik kopuş kıvamına gelmiş olabiliriz. ;) Tek kelimeyle bayıldım, gözü kapalı öneririm burayı. Yolunuzu düşürün mutlaka. 


Stellenbosch

Şimdi de tüm bu şarap bağlarının yanı başında yer alan, ağırlıklı olarak Hollandalı göçmenlerin yaşadıkları ve bir üniversite kasabası olan Stellenbosch'u gezme zamanı. Burası minicik bir kasaba olsa da bünyesinde bir üniversite barındırmasının hakkını veren dolulukta. Adım başı galeriler, keyifli yeme-içme mekanları ve zevkli dükkanlarıyla görülmesi gereken yerlerden. Gavin Collins Gallery'deki nefis yağlıboya tabloların önünde kendinizden geçmek için biraz zaman ayırmayı unutmayın. Karşısındaki Pallette Fine Art Gallery'deki heykeller de nefisti. Hatta önündeki heykeli de Dubai Mall'daki o meşhur iç mekan havuzundaki dalış yapan figürlere benzettim. Buradaki mağazalarda sık sık gördüğüm Carrol Boyes tasarımı ürünlere de bayıldığımı söylemeliyim. Johannesburg havaalanında da var mağazası, aklınızda olsun. Daha neler çıkardı bu minnak kasabadan ama zamanımız kısıtlı olduğu için yeterince didikleyemedik tabi ki. 


Yol Üstü Durakları

Dönüşte yol üstünde ilk olarak Spier'da Eagle Encounters adında bir kartal rehabilitasyon merkezine uğruyoruz. Burada çeşitli kartal ve diğer yırtıcı kuş cinslerinin rehabilite edildiği ve tamamen gönüllülük esasına göre çalışan bir merkez var. Doğada yaralı, terk edilmiş ya da zehirlenmiş halde bulunan kuşların tedavilerini ve bakımlarını yapıp, yeniden doğaya dönmelerini sağlıyorlarmış burada. Doğaya dönemeyecek durumda olanlar ise sanırım hep burada kalıyorlar. Kafeslerin üstlerinde ise sahiplenen -yani bakım masraflarını üstlenen- kişilerin isimleri yazıyor. 


İkinci durak kadınların daha çok ilgisini çekebilecek bir yer aslında. Güney Afrika'nın elmas madenleri ile de ünlü olduğunu biliyorsunuzdur. Elmastan çok daha nadir bulunan tanzanit de buraya özgü değerli taşlardan biri. E o zaman ülkenin en ünlü mücevher firması olan Schimansky'nin de kapısından içeri bir adım atsak fena olmaz. Dikkat dikkat, içeride ışıltıdan gözleriniz kamaşabilir, fiyatlardan da dudaklarınız uçuklayabilir! Elbette her nadide değerin bir bedeli olacak değil mi? Burada da elmasın işlenmesi, kesimleri, diğer özellikleriyle ilgili bilgiler edindikten sonra alışveriş için ayrılan sürede sadece bakınmayı tercih edip ayrılıyoruz. Ayol Kapalıçarşı'daki kuyumcusuna fikir sormadan kim alışveriş yapar, sorarım size. ;) Ama hepimiz o 20,000 dolarlık taşın 10,000'e kapatılacağı konusunda hemfikir olacak kadar da bilgi sahibiyiz tabi ki! :P



Bir gün daha bitti, zaman fazla mı hızlı geçiyor ne? Dolu dolu bir şehir burası. Ben yaptıklarımızdan bahsediyorum elbette, ama yapmadıklarımızdan da bahsetmekte fayda var. Belki aralarında ilginizi çeken alternatifler olabilir. Örneğin, buradaki en ilgi çekici aktivitelerden biri kafesli köpek balığı dalışı. Ya da bir sonraki durağımız olacak Hout Bay'de şnorkellerinizi takıp foklarla yüzebilirsiniz. Devekuşu çiftliği ziyaret edebilirsiniz. Hediyelik alternatifi olarak da dekoratif devekuşu yumurtalarından alabileceğinizi unutmayın. Paragliding yaparak şehrin üstünde süzülebilirsiniz. Kirstenbosch Botanik Bahçesi'ni gezebilirsiniz. Kısacası ilgi alanınıza ve zamanınıza göre pek çok alternatif sizi bekler. Biz ne mi yapacağız? Bu kadar güney yetmedi, biraz daha güneye ineceğiz. ;)

Masa Dağı - Ve Meşhur Masa Örtüsü ;)

Bu gezide benim görmeyi en heyecanla beklediğim ilk üç listesinde Victoria Şelaleleri, Masa Dağı ve penguenlerin olduğu Boulders Beach yer alıyordu. İşte şimdi o üçlüden ilkini görme zamanı. Yalnız kendisinin baya kaprisli bir arkadaş olduğunu biliyoruz. O yüzden sürekli tetikte olup doğru zamanda yaklaşmak gerekiyor kendisine. Nasıl ki Kuzey Işıkları avı için gittiğinizde gözler solar patlamaların yoğunluğunu takipte olur ya da safari sırasında telsizlerle  "aslan var, kuzeydoğu yönünde soldan sekizinci ağacın altına kaptır, gel" ;) şeklinde haberleşilir, işte burada da durum biraz ona benziyor. "Masa Dağı'nın üstünde bulutlar kalkıyor, teleferik çalışacak, yukarıdan manzarayı açık ve net görebileceksiniz" haberini alıp yola düşmeniz gerekiyor. (Teleferiğe Priceless'ı yerleştirerek nefis bir reklam yapmış olan Mastercard'ı da buradan tebrik edeyim. ;) Gerçekten de "paha biçilmez" deneyimlerden çünkü bu.)


Ve biz gerçekten çok şanslıydık. İlk günümüzün sabahında erkenden orada olup sıra bile beklemeden tepeye çıkabildik. Doya doya manzaranın tadını çıkarıp indiğimizde feci bir kuyruk vardı ve o kuyruğun da büyük bir kısmının yukarı çıkamadan geri döndüklerini öğrendik, çünkü hava bir saat içinde bile inanılmaz değişebiliyor burada. Bu yoğun bulutların nedeni güneydoğudan gelen nispeten ılık hava akımının tepedeki soğuk hava ile karşılaşıp orada yoğunlaşmasıymış. Dağın tepesinden adeta çağlayarak akan bir bulut kütlesi oluşuyor adeta. Buna da "masa örtüsü (tablecloth)" diyorlar. Masa örtüsünü de aşağıdan izlemesi çok keyifli bence ama yukarıya çıkabilmek için illa ki o örtünün kalkması şart. Aşağıda Victoria & Albert Waterfront'ta şöyle bir Table Mountain çerçevesi bulunuyor, haberiniz olsun. 


Masa Dağı, 2011'de en çok oy alan yedi doğal güzellikten biri olarak dünyanın yeni yedi harikası adaylarından biri olmuş. 520 milyon yıl öncesindeki kum taşı ve granit tabakalardaki  buzul ve volkanik hareketlenmeler sonucunda oluşan Masa Dağı, Himalayalar'dan en az altı kat daha yaşlıymış. En yüksek noktası 1085 metre olan bu dağa ve çeşitli zirvelerine trekking yaparak da çıkabileceğiniz birkaç saatlik ya da günlük rotalar mevcut. En zorlayıcı olanlarından biri de bizim gibi arada bir sahilde yürüyüşe inenlerin uzaktan bakması gereken Lion's Head (Aslan Başı)! Aşağıda tepeden manzara fotoğraflarında hem bu zirveyi hem de Nelson Mandela'nın yıllarca hapis yattığı Robben Island'ı görüyorsunuz. (Teleferiğe bindiğimizde yapılan anonsta biletlerinizi kaybederseniz siz de burada ikinci bir Nelson Mandela olursunuz diye espri yaptılar, hepimiz de baya güldük ayol. Turist kafası işte, biraz ayıp etmişiz sanki. ;) )


Ama her şey bir yana yüz yıllar önce coğrafya dersinde 'üstü dümdüz dağ' olarak aklında kalmış dünyanın bir ucundaki bu güzelliğin tepesinde olmanın ve şehre o noktadan bakmanın içimde yarattığı mutluluk hissini anlatabilmem mümkün değil. Arkamızda uzanan tepelerin en ucunda da Ümit Burnu var. Şu an bulutların altında olabilir ama elbet onu da ayan beyan yakalayacağız zamanı geldiğinde. ( Seni yenicem Cape Town!! ;))  )


Bu arada buranın son derece özgün ve ilginç bir flora ve faunaya sahip olduğunu da belirtmem gerek. Sadece burada yaşayan ve yetişen binlerce farklı böcek, kuş, sürüngen ve bitki çeşidinin  olduğu yazıyor girişte verdikleri broşürlerde. Biz bakınca üç-beş değişik şey görsek de işin aslı öyle değil yani. O kayalıklar, çalılıklar neler barındırıyor neler. Soldaki büyük balığı da İsocum yakalamış bu arada, alkışlar ona. ;)


Artık manzaraya doyduysak insek mi aşağıya? Şansımızı daha fazla da zorlamaya gerek yok hem. Neme lazım, birden bulutlar gelir mahsur kalırız tepede falan. Hem daha çok işimiz var. Güney Afrika şarapları bizleri bekler. E o zaman Stellenbosch'ta görüşürüz. ;)

Masalın İlk Durağı Cape Town

Masal gibi on günlük bir gezinin dönüş travmasını yaşadığım şu günlerde her zamanki gibi kendimi gezi notlarını yazmaya, fotoğrafları düzenlemeye vererek ve tabi ki bir yandan da bir sonraki rotayı düşünerek şifalandırmaya çalışıyorum. Uçsuz bucaksız doğanın ve tamamen bambaşka bir kültüre ait hayatların içinde kaybolduğumuz böylesi gezilerden sonra dönüş kesinlikle çok daha zor oluyor. Artık şehir gezilerinden çok bu tür doğa ağırlıklı gezilerin ruhumuza daha iyi geldiğini de fark ediyoruz. Yaştan mı, şehir hayatının sıkıcılığından mı, özümüze dönüş isteğinin bu şekilde ortaya çıkmasından mı bilmem. Bildiğim tek şey doğanın minicik de olsa bir parçası gibi hissedebildiğimiz anların yarattığı mutluluğun paha biçilemez olduğu. 

Güney Afrika'da üç durağa ve Victoria Şelaleleri'ni görmek için Zimbabwe'ye uğradığımız on gecelik programımızı Golden Bay Tour ile gerçekleştirdik. Normal şartlarda kendimiz gezmeye bayılsak da söz konusu Afrika -en Afrika'ya benzemeyeni bile olsa- olunca ve birçok durağın kompakt bir şekilde yer aldığı bir program da karşımıza çıkınca yine bir tur denemesi yapalım dedik. İyi ki de yapmışız. Hayatımızın en keyifli tur gruplarından biriyle tanıştık diyebilirim. Ayrıca turla yapılan gezilerin iyi geçmesinin en önemli faktörlerinden olan tur rehberimiz Tefik Egeli de harikaydı. "Ben rehberin zeki, çevik ve disiplinli olanını severim" diyen bir büyüğümüz yoksa hemen ben diyeyim. Gerçekten de zaman konusundaki disiplinini ilk günden yansıttığı için olsa gerek tur boyunca hiçbir aksama olmadan programımızı gerçekleştirdik. Kaş'tan komşumuz çıktı bir de, iyi mi? Artık başının etini yer dururuz "Tefik bizi tura götür!" diye. ;) 


Tur programından, kaldığımız otellerden, yemek için seçilen yerlerden, rehberimizden çok memnun kalmamıza rağmen programı tamamladıktan sonra fark ettiğim bir şeyi de söylemeden geçemeyeceğim. Johannesburg ve Sun City aslında hiç olmasa da olurmuş bana göre. Onun yerine en az 4 dolu gün Cape Town ve 3 dolu gün de Victoria Şelaleleri'nde kalmak bence ideal olurdu. Sırası geldikçe nedenlerinden de bahsederim. Ama en temel nedenler bu iki şehrin en yapay yerler olması, sırf bu şehirleri görmek için yapılan ara uçuşlar ve otobüs yolculukları, belki de bu nedenle Victoria Şelaleleri günlerini biraz fazla koşturmacalı geçirmiş olmak diyebilirim. Ayol Benny Hill Show tadında 15 dakikada hazırlanıp odadan çıktığımızı bilirim hani. ;) Turla ilgili minicik bir eleştirim olacaksa o da bu olabilir. Belki çocuklu aileler için Sun City, Lesedi Köyü ve Aslan Parkı ilginç olabilir. Belki iki ayrı program da oluşturulabilir o yüzden. Neyse, kendi kendime sayıklamamı bitirip ilk durak Cape Town'ı anlatmaya başlayayım. 

11,5 saatlik bir uçuşun ardından vardığımız bu güzel şehirde Southern Sun Waterfront Hotel'de kaldık. Odaların bazıları baya küçükmüş, ama biz o anlamda şanslıydık sanırım. Otelden memnun kaldık, iki büyük bavulumuzu açarak odaya yayılabildik. Burası şehrin en canlı noktalarından biri olan Victoria & Albert Waterfront'a da yürüme mesafesindeydi. Alışveriş merkezi, keyifli restoran ve barları, nefis Masa Dağı manzarası ile Cape Town'da zaman geçirebileceğiniz en güzel yerlerden biri burası. Sağ altta fotoğrafını gördüğünüz Harbor House'a deniz ürünleri yemeye ve/veya günbatımı birasına uğramayı unutmayın. Yok ben baya beyaz kumaş peçeteli, şık balık restoranı istiyorum derseniz Baia iyi fikir. Daha salaş, fast food gibi deniz ürünleri hüpletelim diyenlere Ocean Basket'i öneririm. Bir de alışveriş merkezinin alt katında ve açık alanı olmadığı için tercih etmediğimiz, ama menüsüyle feci aklımızda kalan Willoughby & Co da aklınızda olsun. Kısacası burada deniz ürünlerine doyuyorsunuz, en geç de on gibi odanıza dönüşe geçiyorsunuz, çünkü her yer kapanıyor. 


Cape Town, Johannesburg'e göre nispeten güvenli olsa da akşam hava karardığında, tek başınıza, elinizi kolunuzu sallayarak sokaklarda dolaşmamaya dikkat ediyorsunuz. Mümkünse Uber ile otelinize dönüyorsunuz. Hem çok yaygın hem de taksiciler akşamları bizim taksicilere dönüşüyorlarmış. İki katı fiyat falan ödeyebilirsiniz yani.  

Şehrin en canlı noktalarından biri de Green Market Square adı verilen bölge. Alışveriş yapılabilecek tezgahların toplandığı meydanı, minik kilisesi, çevresindeki küçük kafe ve barlarıyla ve hemen yakınındaki Company Gardens bahçeleriyle şehirde zaman geçirebileceğiniz bir nokta.


Gelelim şehrin en  renkli semtlerinden biri olan Bo Kaap'a. Burası Malay Mahallesi olarak da biliniyor. 16. ve 17. yy'da Hollandalı emperyalistler tarafından getirilen kölelerin kendilerinden sonraki nesillerinin yaşadığı bu semtte Malezya, Sri Lanka, Afrika ve Hint Müslümanlarının kültürüne dair izler bulabilirsiniz. İlginizi çekerse burada Bo Kaap Müzesi ve Güney Afrika'nın ilk camisi olan Auwal Camii (1794) dahil camiler de bulunuyor. Benim sadece  rengarenk evler ilgimi çekti açıkçası. Ömrümde ilk kez bir Müslüman mahallesinin bu kadar renkli olduğunu gördüğüm için olsa gerek!


Müslümanlık kültürü her zaman Bo Kaap kadar renkli olmasa da Afrika ile ilgili her şeyin  rengarenk olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Takılar, giysiler, yemekler, süsler, kullandıkları araç-gereçler, her şey benim gibi sade tonlara alışık gözleri yakacak kadar çok renkli ve çok da yakışıyor onlara. Bir günlüğüne deniz ürünlerine ara verip de bu renkli kültürü bir de restoranlarında göreyim derseniz gitmeniz gereken adres de Gold Restaurant


Afrika kıtasındaki çeşitli ülkelerin mutfaklarına ait lezzetleri önünüze set menü olarak getiriyorlar. Siz sadece içeceklerinizi söyleyip bu lezzetlerin ve danslarının tadını çıkarıyorsunuz. Elbette bir tık turistik bir restoran. Ama servis ve yemekler ve danslar denenmeye değer. Sadece her şey çok hızlı gelişiyor burada. 8-8.30'da oturuyorsunuz, bütün yemeklerin gelmesi, şarapların içilmesi, kiosktan dondurmanızı yiyip hesabınızı ödemeniz 10.00 civarına denk geliyor. Bu arada bize renkler, onlara da İsocum'un kafası cazip gelmiş olsa gerek. ;)


Hâlâ enerjisi tükenmeyenler için gece Long Street üzerindeki barlarda devam edebilir. Kalanlar dinlenmek üzere otellerine çekilebilirler, çünkü daha şehrin çoook küçük bir kısmını gezdik. Bu bir açılış yazısı, bir de selam olsun şehre. Daha neler göreceğiz neler...   

Kızgın Damdaki Kedi

Cuma akşamı şehrin en yeni sahnelerinden biri olan Artı Sahne'de oynanan Kızgın Damdaki Kedi oyununa gittik arkadaşlarımızla birlikte. Mam'Art tiyatronun üçüncü, benim izlediğim ise ikinci oyunları bu (ilki için bakınız Özel Kadınlar Listesi). Nereye Gitti Bütün Çiçekler'i ise kaçırdık sanırım, pek gözüme çarpmıyor bu sezon. Mam'Art, Tuğrul Tülek ile Feri Baycu Güler'in yaklaşık üç yıl önce kurdukları ve harika işlere imza atan bir özel tiyatro topluluğu. Bu yıl da Pulitzer ödüllü Tennessee Williams'tan bir klasiği Türkiye'de ilk kez sahnelemeye karar vermişler. Çevirisini de bizzat bu iki kurucu ortak yapmış. Oyun konu itibariyle nereden okuduğumu bilmediğim ama çok sevdiğim sözlerden biri olan "aile insanın en büyük travmasıdır" fikrine dayanıyor diyebilirim. Aileye ek olarak biraz da toplumun dayatmalarını ve normlarını eklersek tam olur hatta. 


Biraz aksi bir adam olan 65 yaşındaki babalarının (Ünal Silver) doğum günü için bir araya gelen aile üyelerinin aklında kutlamadan çok birtakım çıkar hesapları vardır. Bu çıkar yarışında doğurdukları beş boyunsuz çocukla -altıncısı da yolda! ;)- Mae (Bennur Duyucu) ve Gooper  (Ömür Kayakırılmaz) öndeymiş gibi görünseler de "Parasız genç olunur, parasız yaşlı olunmaz" diyen diğer gelin Maggie de dişli bir rakiptir. Brick (Tuğrul Tülek) hayatın yalanlarla ve ikiyüzlülükle dolu o kocaman kısmıyla mücadele edemediği için kendini alkole vermiş olsa da karısı Maggie (Sezin Akbaşoğulları) kızgın damda patileri yansa da direnebildiği kadar direnmeye ant içmiş hırslı -ve gerçekçi- bir kedidir. Baba-oğul konuşması ile Brick'in hikayesinin çözüldüğü bölüm de ayrıca etkileyicidir. Daha fazla anlatmayayım, bu kadar yeter bence. Hikayenin geri kalanını okumayın, koltuğunuzdan izleyin. 

Oyunculuklar çok başarılı. Burada şu ana kadar bahsi geçmeyen bir isim de anne rolündeki Ayten UncuoğluSezin Akbaşoğulları bence Maggie rolüyle diğerlerinin bir tık önüne geçmiş olabilir. Konu nefis. Serkan Salihoğlu oyunun yönetmenliğini yapmış ve harika bir iş çıkarmış. Kısacası izleyin, seveceksiniz. E ben de bir dahaki Tennessee Williams buluşması için asıl Pulitzer ödüllü oyunu olan Arzu Tramvayı' 24 Şubat'ta izlemek için geri saymaya başlayayım o zaman. ;)

İoki, İncirli Şaraphane, Craft Beer Lab, Antica Locanda

Haftaya lezzet duraklarıyla başlayayım dedim. Bir süredir yemek yazmamışım buraya ve güzel yerler birikmiş öneri listemde. İlk olarak favori sushi restoranı listemizde Miyabi ile birlikte ilk sıraya yerleşen İoki'den bahsedeyim. Önceki hafta sonu annem buradayken denediğimiz İoki'nin Ulus'taki restoranının hem lezzetlerinden hem de ilgili ve kibar servis elemanlarından çok memnun kaldık. Bir de "mobil uygulamayı indirene şimdiki hesabın yüzde onu kadar puan yüklüyoruz, bir dahaki gelişinizde onu hesaptan düşüyoruz" kısmına da pek bayıldık. ;) Baharatlı karides tempura, ceviche, unagi roll, tornado roll, volcano roll gibi güzelliklerin hakkını verirken kendimizden geçmiş olabiliriz. İsocum sake'ye de bayıldı ve seyahatleri sırasında kendisinden kapabilmek için fotoğrafını itinayla telefonunda saklamaya başladı. ;) Biz beyaz şarap tercih ettik anne-kız. Üstüne de ağız tadı olarak bir çikolatalı, bir de çilekli mochi ile kapanışı yaptığımızda keyiften dört köşe olmuştuk. İlk denememizdi, son olmayacağına eminim. Sana bayıldık İoki


Sırada en bir çok sevdiğimiz dostlar buluşması var. Müge&Recep ikilisiyle geleneksel dörtlü gecelerimizden biri için bu kez rakı değil şarap gecesi yapalım dedik. Ve onların önerisiyle de burnumuzun dibinde ama daha önce denemediğimiz İncirli Şaraphane'ye gittik. Ve sanırım mekana aşık olduk! Dev girişin her yanında bulunan ahşap raflardaki şarap çeşitlerinden bile cennete düştüğünüzü anlıyorsunuz. İçerinin dekorasyonu, muhteşem şarap yanı atıştırmalıkları ve pizzaları, geniş bir yer olmasına rağmen o sıcacık havası, ilgili ve bilgili servis çalışanları ve Kuruçeşme gibi harika lokasyonuyla müdavim yerimiz olabilecek mekanlardan burası. Kanyon Suvla'nın iç kısmında yer açılmadığı için üzülmüştük, ama eskilerin dediği gibi her işte bir hayır varmış, İncirli Şaraphane ile tanışmış olduk bu sayede. ;)


Haftalar önce İsocum'a bir öğlen kahve için uğradığımda "boş ver kahveyi falan, gel seni öğlen birasına götüreyim" diyerek beni Akaretler'deki Craft Beer Lab'e götürmüştü. Kahve ve minik bir kurabiye niyetiyle çıktığım yola London Pride, nachos ve Brüksel midyesi ile devam etmiş ama öğleden sonranın boş bir saatinde bile olsa bu gastropub'a bayılmıştım. O yüzden annem geldiğinde o ve İsocum'la birlikte bir kez daha Füreya sergisini gezip kendimizi  buraya attık ve pek sağlıklı olmasa da son derece lezzetli pub yemekleriyle dolu bir Cuma gecesi için baş köşede yerimizi aldık. Mekanın iç kısmı ahşap masaları, duvar dekorasyonu ile ayrı güzelken, alt katında da kocaman bir bahçesi olduğunu ve oranın da özellikle yazın apayrı güzel olabileceğini fark ettim. Hep diyorum, İsocum'un beni ayartmasına daha çok izin vermeliyim. ;)


Aşağıda da Aralık başında benim onu ayarttığım gecelerden birinde gittiğimiz Antica Locanda var. Şehrin en iyi İtalyan restoranlarından biri olan Arnavutköy'deki bu güzel restoran kesinlikle halis muhlis bir İtalyan. Milanolu şef Gian Carlo Talerico'nun sunduğu lezzetler gerçekten mideye bayram ettirecek nitelikte. Başlangıç olarak aldığımız taze burrata peyniri ve şarküteri çeşitleri nefisti. Sonrasında İsocum carbonara bense somonlu bir seçim ile Milano usulü İtalyan mutfağıyla ne kadar alakasız alternatif varsa sipariş edip afiyetle yedik. ;) Olsun, yeter ki İtalyan eli değsin, soslu ekmek bile yenir. Bkz: bruschetta. ;) Burası da İtalyan severlere önereceğim yerlerden. Kesinlikle memnun ayrılacaksınız.

(Alttaki fotolar benden, üstteki buradan)

Bu arada aynı kategoride değil tabi ama öğrendim ki Kanyon'daki Carluccio's kapanmış. Çoook üzüldüm diyebilirim, çünkü o da en sevdiğim gündelik İtalyan restoranlarındandı. Ayrıca Akaretler girişi de tamamen kahve ve biraya dönmüş. Bir zamanlar Spice Market, Winston Cafe, Corvus şarap evi için gittiğimiz yerler hep Kahve Dükkanı olmuş artık. Yeme içme kültürü zaten çok gelişmemiş bir ülkede olduğumuz için bu tür değişiklikler doğal bir değişim sürecinden çok korkutucu ve üzücü geliyor bana ama belki de benim hüsnü kuruntumdur bu. Neyse... Leziz bir hafta olsun hepimiz için. 

Kürk Mantolu Madonna

Maria Puder ve Raif Bey'i bu kez tiyatro sahnesinde izledim. Beklentimi minimum seviyede tutarak gittiğim, hatta beğenmeyeceğime emin olarak sağlam bir ön yargıyla gittiğim oyundan büyülenmiş gibi çıktım. "Bu roman oyunlaştırılamaz, yok, yok, kesin olmaz," ya da "Tuba Ünsal tip olarak nefis Maria Puder olur, ama oyunculuk olarak altından kalkamaz böyle bir karakterin" falan gibi üstten üstten konuşarak giden bendeniz ağzım açık kalakaldım hem oyunculuklara hem de oyunun sahneleniş şekline. Helal olsun Engin Alkan yönetimindeki tüm Kürk Mantolu Madonna ekibine.  Çok zor bir işin altından hakkıyla kalkabilmişler. Çok emek vermişler, böylelikle Sabahattin Ali'ye müthiş bir saygı ve minnet de sunmuşlar. Gurur duyulası bir iş olmuş, mutlaka görmelisiniz. 


Kitabı çoğumuz biliyoruz, ben de blogda yazmışım zamanında. Yani Instagram'da kahve yanına koyup fotoğraf çektirmenin dışında okuyanlarının da çok olduğunu düşündüğüm bir kitap bu. ;) Hikayeyi yeni baştan yazmaya gerek duymuyorum o yüzden. Ama oyunla ilgili aklımda kalan noktaları madde madde sıralamak istedim.

* Harika bir romanı roman tadında sahnelemeyi başarmışlar. En bayıldığım yanı bu oldu. Arayla birlikte neredeyse üç saat süren bir oyun ve temposunun her daim yüksek olmadığını tahmin edersiniz. Bu yüzden bence yine edebiyat severlerin, hâlâ kitap okuyan azınlığın daha çok hoşuna gidecektir.

* Romanı hiç okumayan biri bile izleyip konuyu ve karakterleri büyük ölçüde -elbette romanı okumakla aynı şey değil ama üşengeçlere sesleniyorum! ;) - anlayabilir, bu klasikle ilgili önemli bir fikir sahibi olabilir. 

* Dekoru sevdim. Zaman zaman paravanlara yansıtılan romandan alıntılar iyi fikirdi. Raif Bey'in müzede gördüğü Maria Puder otoportresinin bile Ahmet Güneştekin tarafından yapılmış olması özenli yapımı ortaya koyan şeylerden biriydi bana göre. Müzikler Sezen Aksu'dan zaten. Kostümler şahaneydi.

* Oyunculuklara gelince Tuba Ünsal'a bayıldım. Gerçekten bu kadar başarılı olabileceğini hiç düşünmüyordum. Hayran kaldım. Sesindeki çocuksuluk ve zaman zaman hafif cırtlaklık bile beni rahatsız etmedi açıkçası. ;) Raif Bey'in gençliğini oynayan Alper Saldıran'ı ve hikaye anlatıcısı Sercan Badur'u da çok beğendim. Raif Bey'in yaşlılığını canlandıran Menderes Samancılar'ın ise şiveli konuşması kulağımı tırmalamadı desem yalan olur. Haza beyefendi adam yaşlanınca niye şiveli konuşmaya başladı anlamadım hani! Kayhan Yıldızoğlu'na minnak rollerle de olsa sahnede yer verilmesi de şahane fikirdi bu arada.

Genel olarak oyunu çok beğendik. Annem duyduğu andan itibaren gitmek istemese muhtemelen ben bu sezon bilet almayı erteleyip dururdum. Ama annemin İstanbul'a gelme planı olunca ve tam da o tarihlerde Uniq Hall'da harika koltukların bizi beklediğini görünce bu fırsatı kaçırmayalım dedim. O yüzden bir teşekkür de anneme gitsin. ;) Siz de sevdiceğinizi takıp kolunuza bu hem tutkulu hem hüzünlü aşk hikayesinin içine dalın bir an önce. 

İyi seyirler. 

Ai Weiwei Porselene Dair

Sakıp Sabancı Müzesi'nde uzun bir süredir devam eden -hatta Kaş'tayken gözüme açıldığının haberi takılmıştı- ve Ocak sonuna kadar zamanı var nasılsa diyerek ancak geçen hafta annemle birlikte gezmeyi başarabildiğim Ai Weiwei sergisinden bahsedeceğim bugün.  Muhtemelen hakkıyla söz edebilmek için saatler harcayıp yine de yeterli olamayacağım ama olsun, amacım görmek için ilgi uyandırmak. Onu başarsam yeter. Hem müjdemi isterim: gördüğü yoğun ilgiden dolayı sergi 11 Mart'a kadar uzatıldı. Yani zamanım yoktu bahanesi yok, ona göre. ;)

Ai Weiwei sanatı politikadan ayırmanın çok yanlış ve hatta politik bir niyet olduğuna inanan, sanatın ifade özgürlüğü ve yeni bir iletişim biçimi olduğunu düşünen, kendi ülkesinde ve dünyada faşist iktidarlara karşı hep mücadele vermiş, doğaya ve insana değer veren, duyarlı bir insan, cesur bir aktivist ve çok yetenekli bir sanatçı. Günümüz dünyasıyla ilgili mesajlarını Çin'in geleneksel el sanatları ve porselen işçiliği aracılığıyla vermeye çalışan bir sanatçı ayrıca. Aşağıda da gördüğünüz gibi SSM'nin o nefis bahçesinde yer alan dokuz küple karşılaşıyorsunuz ilk olarak. Daha sonra müzeye girip içerideki çalışmaları görüyorsunuz. Birkaç örneği aşağıdaki kolaja ekledim.

Örneğin, tel askıdan porselene aktarılmış Asılı Adam sanatçının hayran olduğu Fransız sanatçı Marcel Duchamp'ın profiliymiş. Hemen solundaki kapı kolları ise 2012 yapımı Taksi Camı Kolu adlı çalışması. Çin Komünist Partisi'nin Tiananmen Meydanı'ndan geçen taksicilerin kışkırtıcı el ilanları atmasını önlemek için taksilerdeki cam kollarının çıkarılmasını emretmesine karşı yaptığı bir çalışma. Dijital sosyal medya çağında iktidardakilerin rahatı için bireyin fiziki varlığına kısıtlama getirmenin saçmalığına dikkat çekiyor. Sağ üst köşedeki Özgürce Konuşma Bilmecesi adlı 2017 yapımı çalışmasında ise bir araya geldiğinde Çin haritasını oluşturan porselen süsleri görüyorsunuz. Her süsün üzerine oyulmuş Çince imler sanatçının ifade özgürlüğü mücadelesini yansıtıyor. 


Sanatçının ikonoklastik, yani put kırıcı, eylemleri peşin hükümlü yargılarımıza ve kültür eserlerinin korunması konusundaki tutumumuza meydan okuyan nitelikte. Ejderhalı Mavi Beyaz Çanak (sağda) bu çalışmalarından sadece bir tanesi. Çin Kültür Devrimi'nde devletin kültür mekanları ve objeleri dahil geçmişi yok etme çağrısını hatırlatmak istemiş Ai Weiwei. Odysseia salonunun duvarlarında yer alan savaşlar, sığınmacı krizleri, sınırlar ile ilgili imgelerin arasında da Ai'nin Han Hanedanı Vazosunu Düşürmek adlı LEGO parçalarıyla oluşturulmuş duvar resimlerini görüyorsunuz.


En etkilendiğim eserlerinden biri de eserin kendisinden çok hikayesi nedeniyle Tabakta Beyin MR'ı Görüntüsü oldu. Bununla ilgili sanatçının hastanede MR çekilirken, öncesinde ve sonrasındaki konuşmalarının yer aldığı bir video da bulunuyor. Birçok okul binasının yıkılması ve yüzlerce öğrencinin ölümüyle sonuçlanan Sichuan Depremi konusunda şeffaf davranmaması nedeniyle Çin hükümetinin yolsuzluklarını eleştiren aktivist Tan Zuoren lehine ifade vermek için Sichuan'a giden Ai Wewei'yi otel odasında darp ederek, dışarı çıkmasını engelleyen polisin yarattığı görüntüleri tabağa aktarmış sanatçı. Yani o görüntüler gerçekten de bu darp olayı yüzünden beyin kanaması geçiren ve o yılın sonunda beyin ameliyatı olmak zorunda kalan sanatçının MR görüntüleri.  


Üstteki kolajın solundaki duvarda ve daha pek çok duvarda yer alan I.O.U (I Owe You/Sana Borcum Var) adlı borç senetlerinden oluşan duvar kağıdı çalışmasının da hikayesi tüyleri diken diken eden cinsten. Çin yetkililerinin 2011'de kimseye haber vermeden 81 gün göz altında tuttuğu Ai, sahip olduğu FAKE Kültürel Gelişim şirketinin vergi kaçırdığı suçlamasıyla 12 milyon yuan para cezasına çarptırılmış. Bunun sonucunda kendisine birçok destek bağışı gelmiş.Sanatçı da buna minnettar olduğunu göstermek için her bir bağışçı için ayrı ayrı bu I.O.U borç senetlerini oluşturmuş.

Aşağıdaki kolajda da yine bu gözaltıyla ve sonrasında pasaportuna iki yıl el konmasıyla ilgili barışçıl ve sanatsal protesto amaçlı yaptığı eylem ve eserleri görebilirsiniz. Bisikletinin sepetine koyduğu çiçekleri de yapmış porselenden. Duvarlarda sosyal medyada paylaştığı çiçek fotoğrafları, yerde porselen çiçeklerden halı... Ne zarif bir protesto!


Duyarlı bir aktivist olmanın zorluğunu anlatan bir çalışma da aşağıda. O yüzden herkes de bir Ai olamaz zaten. Hem kendi ülkesinde hem de dünyanın dört bir köşesinde çıkan güncel sorunlarla ilgili eylemlere katılan sanatçı, yaratıcılığı da "eyleme geçme gücü" olarak tanımlıyor. 3000 porselen kırığından oluşan Kaplan, Kaplan, Kaplan adlı çalışması da buna bir örnek. Her bir kırığın üzerinde kaplan figürü yer alıyor. Hikayesini ise baştan yazmayıp fotoğraf olarak ekleyeyim dedim. Bambaşka bir köşesinde, bilmediğimiz bir ucunda bile olsa böyle bir insanlık enerjisi yayan bir yaratıcı dehayla aynı dünyayı paylaşmak beni mutlu eden şeylerden biri. Bayılıyorum böyle insanların, böyle sanatçıların varlığına.


Gelelim pek çok yerde Ayçekirdekleri'yle gündeme gelen bu serginin o merak edilen köşesine. Hikayesi ve neyi simgelediğini yine yazmak yerine fotoğrafladım. 12 Ekim 2010'da Londra'daki Tate Modern'de sunduğu bu dev ölçekli yerleştirmede 100 milyondan fazla porselen ay çekirdeği bulunuyormuş! Porselen imalatıyla tanınmış Jingdezhen şehrinden 1600'ü aşkın zanaatkârın elleriyle biçimlendirip boyadıkları ay çekirdekleri onlar. Hem müthiş bir güç duygusu, hem de içimi ezen bir üzüntü hissettirdi bana bu dev ay çekirdeği yığınının önünde durmak. 


Kolumdaki ay çekirdeği ise müze dükkanından annemin hediyesi bilekliğim. Yanında da buzdolaplarımız için aldığımız magnetlerden biri duruyor. Uzun zamandır gördüğüm en etkileyici sergilerden biri oldu Ai Weiwei. Uzatıldığına göre belki bir kez daha gidip, çoğunu pas geçtiğimiz video çalışmalarını da detaylıca izlerim. İyi ki var! Ve emin olun sergide burada bahsettiğimden çok daha fazlası var.

Size de iyi gezmeler. Umarım bizim kadar etkilenirsiniz bu sergiden. 

Son İzlenenler: ArifV216 & Loving Vincent & The Killing of a Sacred Deer

Geçtiğimiz hafta sinemada izlediğim iki filmle başlayayım. İlki tabi ki Cem Yılmaz'ın izlediğim andan beri Öneri kutucuğunda afişini gördüğünüz ArifV216. Bilen bilir, ben bir Cem Yılmaz hastasıyım. Galiba yaptığı işlerden bir tek Ali Baba ve Yedi Cüceler'i izlemeyi atladım, geri kalan her türlü sahne şovunu, filmini, reklam filmini, sosyal medya hesaplarını, hakkında çıkan "Contemporary İstanbul'dan şu tabloyu aldı", "artık araba yetmiyor uçak aldı" türünden haberlerini bile izlerim keyifle. ;) Yıllardır tüm bu izlediklerimden de çıkardığım sonu şu ki; zekasının, güzel insanlığının, yaratıcılığının, çalışkanlığının, duruşunun, çok yönlülüğünün de hastasıyım. O yüzden de yaptığı işlerde o karma pırıltıyı görmek çok hoşuma gidiyor. Girizgah yapma ihtiyacı duydum, çünkü "bayıldım!" derken neye bayıldığımı da anlatabilmek açısından önemli bence. Özellikle de Cem Yılmaz bir şey yapsa da beğenmesek diye bekleyen değişik bir çoğunluk oluşmuşken. Hani onlar komedi anlamında hangi aşmış insanı takip ediyorlar bu ülkede ve bu sektörde, onu da gerçekten çok merak ediyorum. Bir şeyler kaçırıyor olmalıyım çünkü.;) 

Şahsen ben "ay her dakika güldüm, karnım ağrıdı" diye çıkmak zorunda değilim bu adamın bir filminden. Evet ilk stand-up şovlarıyla bize bunu yaşatmıştı ama sonra gayet duygusal filmlerde de yer aldığı oldu. Hep aynı şeyi, aynı dozda yapmak zorunda değil, çünkü hepimiz gibi o da evriliyor bana göre. Ama bence kalite ve samimiyet anlamında hep aynı kalitede kalıyor. Benim en bayıldığım şey o. Bu filmindeki o naif ve çok zarif bir şekilde 60'lar anmasını, bize ait saygıdeğer sanatçıları canlandıran oyuncu seçimlerini (Çağlar Çorumlu, Farah Zeynep, Mert Fırat gibi) ve onların oyunculuklarını, neredeyse her sahnesinde yer alan ince esprileri daha da bir sevdim. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmine gönderme olarak yuvarlanarak içeri süzülen elmayı, Emel Sayın sendromu olarak o çoklu görüş bozukluğunu, İskender Paydaş'ın Fındıkkıran çalışını, Zeki Müren'in kostümlerinden, tavırlarından, kullandığı dilden, "efendim affınıza sığınarak" diye ateş açmaya başlamasını falan hâlâ gülerek hatırlıyorum. ;) Sadri Alışık-Kerem Alışık sahnesinde gözyaşlarımı tutamadım ayrıca, belki bu kadar güzel ve duygusal bir anma da eksi puandır bilemiyorum; sonuçta gülmeye geldik değil mi?! Toplumdaki dönüşüme ışık tutmasına bayıldım. Sonuçta eminim niyet o değil ama bana göre arşiv niteliğinde bir film olmuş bile diyebilirim.  Çok yaşa be adam! Çok da film yap, ama hep kendi bildiğin gibi yap böyle!

Loving Vincent

Gelelim Vincent Van Gogh'a. Bundan bir önceki postta Theo'ya Mektuplar'ı okuduğumu ve Loving Vincent'ı da çok görmeyi istediğimi yazmıştım. Aslında zaman yaratıp hemen arkasından gidebildim filme ama ancak yazabiliyorum. Bu da bambaşka bir emek ve nefis bir anma şekli olarak beni büyüledi doğrusu. Zaten sinemada gösterime girecek filmler arasında reklamlarını görür görmez aşık olmuştum bu filme, izleyince daha da bayıldım. Bir animasyon filminden bu kadar etkilenebileceğimi düşünmüyordum, ama yanılmışım.


Filmde Van Gogh'un enteresan kişiliği, çalışma tutkusu ve oldukça şaibeli ölümü kendi tabloları aracılığıyla anlatılıyor. Van Gogh'un ölümünden sonra postacı arkadaşının ressamın ağabeyine ulaşmadığı için geri dönen mektuplarından birini oğlu aracılığıyla Theo'ya göndermek istemesiyle başlayan hikayede Theo'nun da kardeşinden kısa bir süre sonra öldüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca ressamın yaşamı kadar ölümünün de gizemlerle dolu olduğunu doktorundan, kaldığı pansiyonu işleten kadından, ağabeyinden, malzeme tedarikçisinden ve Vincent'ın tablolarında yer alan daha pek çok karakterden yola çıkarak anlıyoruz. Van Gogh tablolarının canlandırılmasıyla yapılan bu muhteşem filmde filmin her saniyesi için 12 yağlıboya resim yapılmış. 5000 ressam filme başvurmuş, bunların 500'üyla yüz yüze görüşülmüş ve 125 tanesiyle çalışılmaya karar verilmiş. Bu kalan ressamlar da 65000'e yakın kareyi tek tek resmetmişler. Ve tüm bu süreç toplam iki yıl sürmüş. Nasıl bir emek! Daha detaylı bilgiler için filmin sayfasını da inceleyebilirsiniz. Tabloları aracılığıyla konuştuğunu düşünen bir ressamın hikayesini anlatmak için bu yolu seçtiklerini söyleyen yönetmen Dorota Kobiela ve Hugh Welchman'e helal olsun bu fikirden yola çıkarak oluşturdukları bu kıymetli film için. İsim seçimi bile harika: Van Gogh'un Theo'ya yazdığı mektuplarını bitirme ifadesi olan "Sevgiler Vincent". Söylememe gerek yok sanırım, ama sinemada kesinlikle daha fazla tat verecek bir filmdi. Zaten az salonda ve az seansta oynadığı için yakalayamadıysanız DVD de olur tabi. Ama illa ki izleyin. Ve son olarak, Van Gogh da umarım intihar etmiştir. :(

Kutsal Geyiğin Ölümü

Evet arkadaşlar, kutsal geyik öldü, ama giderken bizim de ruhumuzu öldürdü! Annelere geldiklerinde işkence niyetine film izlettirdiğime dair söylentiler var etrafta. Belki kayınvalideme İsa'nın Çilesi'ni, anneme Black Mirror'dan bazı bölümleri izlettiğim için adım çıkmış olabilir. ;) Ama bu seferki bambaşka bir eziyetti yahu. Nasıl rahatsız edici bir film öyle böyle değil! Gerçi bakıp da yönetmen Yorgos Lanthimos'un The Lobster'ın da yönetmeni olduğunu fark edebilseydim bizim için her şey çok farklı olabilirdi tabi. Ama olmadı ve biz bu filmi boğula boğula izledik. Annemin bir ara "durdurun da bir ufunet atalım" diye 3 derece ayazında balkona nefes almaya çıktığını hatırlıyorum hani. ;)

Kısacası her gördüğünüz Colin Farrell ve Nicole Kidman'e atlamayın diyerek konuyu kısaca anlatayım. Bir kalp cerrahı olan Steven ve göz doktoru eşi Anna ile iki çocuğunun, bahçeli evlerindeki güzel yaşama tanıklık ederek başlıyoruz önce. Bir yandan da Steven'ın destek olduğu Martin adında yetim bir çocuk var hikayede. İşte filmin huzursuzluk veren yapısının yüzde 90'ından sorumlu olan bu Martin veledi bir süre sonra aile için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlıyor. Ve Martin için Barry Keoghan seçimi cuk oturmuş! Anlayamadığımız bir şekilde işler kontrolden çıkıyor ve son derece gerilim yüklü, rahatsız edici bir gidişat başlıyor ailenin yaşamında. Anlayamamamız normalmiş, çünkü sonradan okuduğuma göre aslında bu mistik korku masalı tadındaki hikaye Yunan  mitolojisinden esinlenmiş. Filmdeki adalet arayışı, insanların kötülüğünün sınırları, insanın çıkarı için yapabilecekleri, düzgün kavramının sorgulanması, cezalandırma temelleri falan hep bu mitolojik öğelerle ilintiliymiş. Tabi anlamayan için çok havada kalıyor haliyle. Yoksa oyuncular ve oyunculuklar iyi, bir tık da fikriniz olursa konunun neye dayandırıldığıyla ilgili belki seversiniz bile, kim bilir. ;) Annelere yine de dikkatli izletin, fenalık geçirmesinler. ;)

İyi seyirler!

Theo'ya Mektuplar ve Berci Kristin Çöp Masalları

Son dönemlerde okuduğum iki kitaptan kısaca bahsedeyim. Kitap okuma hızım yaza göre baya düştü, ama n'apalım artık, hep aynı tempoyu tutturamıyor insan. Theo'ya Mektuplar, Vincent Van Gogh'un hayatının farklı dönemlerinde  kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplardan oluşuyor. Pınar Kür çevirisi ve YKY baskısı olanını okudum ve dilinden de çok memnun kaldım. Kitapta yer verilen mektuplarda Van Gogh'un sıklıkla tekrara düştüğünü düşünsem de, etkileyici hayat hikayesi ve yaratıcılığıyla bayıldığım isimlerden biri olduğundan keyifle okudum ve karakterine ve iç dünyasına dair daha fazlasını öğrenme fırsatını buldum. O yüzden Van Gogh sevenlere önerimdir. Loving Vincent'ı izleyip ikisini bir yazıda yazmayı planlıyordum ama sinema işleri planlandığı gibi gitmeyebiliyor bizim tarafta. ;) O yüzden umarım sinemalarda oynuyorken görebilirim ve o filmi de ayrıca yazabilirim diyorum. 


Münzevi yaşamı tercihi, doğaya tutku derecesinde bağlılığı, Tanrı ve din hakkında düşünceleri -"din adamlarının Tanrısı benim için bir kapı tokmağı kadar cansız!" diyor mesela ki kendisine katılmamak mümkün değil-, hiç bitmeyen ekonomik sıkıntıları, son dönemlerinde iyice ağırlaşan hastalığı, çalışma azmi ile çok ilgi çekici bir karakter Van Gogh.  Her zaman kendisi olmayı başarmış, süslü püslü tanıtımlara ihtiyaç duymadan kendini işine adamış bir adam. Yoksulluğu bile bunu yapmasına engel olmamış. Çoğu kez yiyecek yemeği olmasa da boyalar almak için harcamış parasını. Bir mektubunda şöyle diyor: "Bana soracak olursan krallar kadar zenginim. Parasal olarak değil elbet, ama çalışmalarımda kendimi tüm ruhum ve yüreğimle adayacağım bir şeyler bulduğum için, bu yaşamıma anlam kazandırdığı, esin kaynağı olduğu için zenginim."

İki alıntı paragraf daha ekliyorum aşağıya. Düşünce bakımından ruh ikizimi bulmuş olabilirim Van Gogh'da. Yaratıcılık anlamında da ruh ikizim olsaymış iyiymiş. ;)



Sırada çok sevdiğim bir yazar olan Latife Tekin var. Berci Kristin Çöp Masalları, bu yılki Haydarpaşa Sahaf Festivali'nden aldığım ganimetlerim arasındaydı.  Eski romanlarından birini daha büyük bir keyifle okudum. Sevgili Arsız Ölüm hâlâ favorim olmaya devam etse de burada da yine o harika anlatımıyla tasvir ettiği gecekondu mahallesi yaşamı aklımda kalacak. Nasıl canlı karakterler, nasıl hem gerçekçi hem masalsı bir anlatım. Ve bu romanı yazdığı sırada 27 yaşındaymış henüz. O kadar genç bir zihin nasıl bu kadar detaylı ve gerçek bir kavrayışa sahip olabilir? Çok seviyorum hem anlattıklarını hem anlatış şeklini Latife Tekin'in. Şimdiye kadar okumadıysanız da mutlaka burada bahsettiğim iki romanıyla başlangıç yapmanızı öneririm. 


Kitaplar bittiğine göre sırada ne olsun? Sinema mı, yemek mi, ikisi birden mi? Ya da annem gelsin de biraz gezelim, blog yazmaya ara verip malzeme toplamaya mı ağırlık verelim?  ;) Hangisi olursa olsun şahane bir hafta olsun hepimiz için. 

Dönmedolap & Kanyon Suvla & Intema Yaşam

Perşembe günü Müge'yle birlikte ve onun önerisiyle sinema ve kahve günü yapalım diyerek Kanyon'da buluştuk. Benim aklımda da Martıların Efendisi'ni izlemek vardı aslında ama o kadar az ve abuk subuk seanslar kalmış ki gösterimde olduğu, galiba DVD'sini beklemek zorunda kalacağım. Zaten modumuzu düşürmesin diyerek bir Woody Allen filmi olan Dönme Dolap'ı izleme fikri de Müge'den çıktı ve bu anlamda benim önerimden daha iyi bir tercih olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Gerçi Woody Allen da toz pembe bir adam değildir, ilişkilere bakışı son derece gerçekçidir, tiyatro tadında metinlere ve karakterlerin ruh dünyalarına dikkat gerektiren filmler yapar ama bunaltmadan yapar tüm bunları. O yüzden de kendisine bayılırız.İster güldürürken ister güldürmezken düşündürtme özelliğini de ayrıca takdir ederiz. ;)


Hikaye Coney Island'da geçiyor. Plajlar, barlar, lunaparkı ile dolu cıvıl cıvıl, eğlenceli, rengarenk ortamda vasatın altına bir aile yaşamının içine giriyoruz. Kate Winslet, gelgitleri olan, umutsuz bir ev hanımını oynuyor (her zamanki gibi harika canlandırmış rolünü).  Hayali aktris olmak olsa da şu an garsonluk yaparak, lunaparktaki dönme dolabı işleten ikinci kocası ile kıt kanaat bir yaşam sürüyorlar. İlk evliliğinden olan küçük çocuğunun fırsat bulduğu anda yangın çıkarma huyu var, yaşamlarındaki tek aksiyon da o gibi görünürken birden kocasının ilk evliliğinden olan yirmili yaşların başındaki, güzel kızı Carolina yanlarına sığınıyor. Kelimenin tam anlamıyla sığınıyor, çünkü mafya kocasından kaçıp gelmiş. Hayatlarına bir de plajdaki sahil güvenlik görevlisi Mickey (Justin Timberlake) dahil olunca duygusal aksiyon tavan yapıyor! Çok standart olabilecek bir konu, sonu itibariyle bizi vicdani sorgulamalara götürüyor - ki bence Woody Allen farkı da burada ortaya çıkıyor. Kötülüğü engellemek için bir şey yapmamak bizi kötü yapar mı? Aşkta her yol mübah mıdır? Diyelim ki evet, sonrasında o aşktan ya da aşıkın vicdanından hayır gelir mi? Diyelim ki geldi bir insanın canı pahasına buna değer mi? İzleyin bakalım, benim gibi dalıp gidecek misiniz sorulara. 

Kanyon Suvla'da bir Mola

Filmden önce kahve&muffin, filmde mısır keyfi yaptığımıza göre sırada şarap&peynir keyfi olmalı diye düşünerek Kanyon Suvla'ya çıktık. Eceabat'taki Suvla'ya gitmiş, ama buradakine henüz gitmemiştim. ;) Suvla'nın şaraplarına da bayılırız  bu arada. Ben favorilerimden biri olan Kirte'den bir kadeh aldım, Müge de bir Cabernet Sauvignon. Peynir çeşitleri ve zeytinyağı nefisti. Yemek için gitmediğimizden kısa bir uğrak durağı oldu ama uzunu da harika olur, eminim. Filmin kritiğini yaparız diye oturmuştuk ama çok daha eğlenceli konulara daldık tabi ki. Gıybet forever! ;)) 


Çıkışta da ikimizin de daha önce gezmediği -ve içinde yemek yemediği- Intema Yaşam deneyim mağazasını gezdik. Burası da şahane olmuş doğrusu. Hem gıda alışverişi bölümü, hem mutfak araç gereçleri ve dekoratif ürünlerin satıldığı bölümde harika şeyler gözümüze çarptı. Müge de en son kızılcık tarhanası, et suları, organik bademli ve çikolatalı tereyağ, kuru yemiş çeşitleri, zeytinyağları (Trilye'den aldığımız o nefis Zey-Er soğuk sıkım sızma bile vardı) ve daha pek çok yiyeceğin olduğu mini market reyonunda gözüme çarptı, sonrasında kendimizi kaybettik zaten. ;) Evrenden yeni bir ev istemiştim, olursa içine alabileceğim nefis desenli tabaklar, seramik servis çeşitleri, teraryum saksıları falan da defalarca  nedeni olabilir. Bir de girişteki minik kafesinin vitrininde yer alan kavanozlardaki tiramisular, ekler ve tart çeşitleri nefis görünüyordu, o da bir dahaki sefere aklımda kalanlardan. Harika bir mağaza olmuş Intema, bu gidişle daha çoook görüşürüz seninle. ;)

İyi hafta sonları!