Bir Görgü Kılavuzu Var mı?

Uzun zamandır aklımda olan bir şeyi bugün yazmaya karar verdim. ODTÜ mezunlarının web sitesinde açılan görgü kuralları forumundan aklıma geldi herhalde. O forumda belirtilenler daha çok yemek servisi sırasında dikkat edilecekler, çatal-kaşık vs kullanımı, telefonda konuşma adabı gibi görgü kuralları kitaplarında bulunabilecek şeylerdi. Birden aklıma Asena’nın katıldığı Makina programı geldi. Aslında yemek peçetesinin açık uçlarının nereye dönük durması gerektiğinden çok daha önemsememiz gereken görgü kuralları var diye düşünüyorum. (Tabi ki bunu derken de şık bir yemek davetinde Erol Taş misali tavuk budu yemenin normal olduğunu kastetmiyorum!) Neyse o geceki Makina programını izlemiş olanlar Asena’nın Okan Bayülgen’e ve diğer katılan konuklara zor anlar yaşattığını hatırlayacaklardır. Canı sıkılan Asena kendi kendine konuşmaya, şarkılar söylemeye, saçma sapan gülmeye, Okan konuklarıyla konuşurken ayağa kalkıp dolaşmaya, Okan uyardığında ise çocuk taklidi yaparak konuşup ona “süpürge makinesi” şakasını yapmaya kalkınca Hakkı Devrim iyice bozulmuş ve “Bir görgü kılavuzu var mı?” demişti. Tabi bu yorumun Asena üzerinde pek bir etkisi olmadı ama o an yaptıklarının farkında olan bir kişiyi şok etkisiyle kendine getirebilecek bir yorumdu bence… Bundan dolayı başlık olarak Hakkı Abi’nin sözünü kullanmak istedim.

Benim en kızdığım şeylerden biri yayalardır. Hıncal Uluç’un trafik canavarı taksicilere ve Akmerkez ve Valikonağı trafiğine dair yazılar yazdığını bilirsiniz. Hatta trafiğin en yoğun olduğu zamanlarda süs biberi misali dikilen trafik polisleri ile yaptığı tartışmaları ve en sonunda dayanamayıp Nişantaşı’nda arabasından inip trafik polisliği yaptığını da duymuşsunuzdur. İşte Hıncal Uluç’un trafik ile ilgili sinirlendiği şeyler gibi benim de yayalar ve kaldırımlar ile ilgili çıldırdığım noktalar var. Kaldırımda yürüme adabı diye bir şey var mıdır mesela görgü kitaplarında? Ya da banklarda oturup çekirdek çitleme kuralları? Veya köpeğinizin tuvalet ihtiyaçları için nereleri kullanabileceğiniz? Yeşil ışık yandığında karşıdan karşıya nasıl geçileceği?

İnsanların yoğun olarak bulundukları kaldırımları düşünün. Belli bir düzenin gözünüze çarptığı oldu mu hiç? İnsanlar sağdan ve belli bir hızla gitseler her şey ne kadar kolay olacakken, genellikle şu tip insanlara rastlarız: yolun ortasında dedikodu yaparak aheste adımlarla ilerleyen iki teyze, birbirlerine sevimli şakalar (!) yaparak ilerleyen yaka-paça dağınık durumdaki öğrenci grupları, el atacak ya da laf atacak birilerini gözüne kestirmek için serseri mayın misali dolaşan ve odaklandıkları ava göre zikzaklar çizen başıboş sapıklar, en alakasız köşeden dirsekler atarak önünüze geçen ve amacının sadece vitrine bakmak olduğunu ancak yaşadığınız şoktan sonra anlayabildiğiniz alışveriş pehlivanları (!), önüne bakmak dışında her yere baktığı için ayakkabınızın arkasını yok etme potansiyeli olan buldozerler, sağ kolunuzu ya da sol bacağınızı yanında götürme potansiyeli olan “çarpkaç”çılar… Önünüze çıkan köpek pisliklerini hesaba kattığınızda aslında kaldırımda yürüme işinin ne kadar akrobasi içeren, riskli ve stresli bir şey olduğunu görebilirsiniz.

Bir de yeşil ışıkta karşıya geçme durumu var… Özellikle de sürekli kalabalık toplulukların beklediği Barbaros Bulvarı’nın Beşiktaş Tansaş’ın bulunduğu yerdeki ışıkları hiç gözlemlediniz mi? 40 saniyelik karşıya geçme süresi insanlara yetemiyor, çünkü yeşil ışık yanar yanmaz eski dönem savaşlarında olduğu gibi millet karşılıklı cephelerden “hürraaa” diyerek kendini yola atıyor. “Yayalar sağdan gidiniz” tabelası da işe yaramadı.. (Zaten bizde tabelalar ters tepki yapar!!) Hani “Allah Allah” nidaları yükselse tam bir savaş sahnesi olacak. Halbuki çözümü o kadar kolay ki, hatta kaldırımlardaki düzeni sağlamaktan çok daha kolay.. Sadece sağdan gidilecek!! Ama 8 yıldır İstanbul’dayım ve daha bir kez bile bunun aksini göremedim..

Parklarda, Ortaköy Meydanı’nda, Hisar’a kadar uzanan sahil yolundaki banklarda altında çekirdek kabuğu öbekleri oluşturan tipler de ayrı bir konu. Çekirdek mevzusu Şişli Cevahir’deki tiyatronun da en büyük sorunuymuş.. Ben şahit olmadım ama o tiyatroya patlamış mısır ve çekirdek ile girmeye çalışan insanların çok fazla olduğunu duymuştum… Bir keresinde Ortaköy’de ailesiyle hafta sonu gezintisine gelmiş bir genç kızı alnından öpmek istemiştim. Herkes yerlere çekirdek atarken, onun elinde bir poşet kendi ve ailesinin yediği çekirdeklerin kabuklarını orada biriktiriyordu. Banktan kalktıklarında yerler tertemizdi ve poşeti götürüp çöpe atarak gezmelerine devam ettiler. Aslında yapılması çok kolay şeyler var… Ama insanın içinden gelmeli, kendine ve çevresine saygısı baskın çıkmalı, başkaları bir şey der mi korkusundan çok kendi sağduyusuyla doğru ve yanlış davranışın ne olduğuna karar vermeli… Yoksa ister polis olsun, ister tabela, kanun ya da uyarı…

Yayalar dışında da mesela apartmanlarda yaşam ile ilgili görgü kuralları kılavuzu olmalı. Salon camınıza çarpan şeyin üst kattaki komşunuzun asırlardır çırpılmamış olabilecek halısı olduğunu görmek hiç de hoş olmuyor! Ya da yazlıkta balkonda kahvaltı yaparken üst kattan aşağıya doğru uçuşan tüylerin komşunuzun tıraş makinesinden çıktığını öğrenmeniz… Yine üst kat komşunuzun gün boyunca koridorda topuklu ayakkabıyla koşma antrenmanı yaptığını düşünmenize neden olabilecek takırtılar (dikkat ederseniz tıkırtı demeye dilim varmadı!)… Ana caddeye bakan pencerelerinden şuursuzca yemek artıklarını ya da hala yanmakta olan sigara izmaritlerini fırlatabilen densiz apartman sakinleri…

Eminim herkes çevresinde buna benzer birçok olaya şahit oluyor veya yaşıyordur. İnsan gibi yaşamak, kendimize ve çevremize saygılı olmaktan geçer. Bu konunun alınan akademik eğitimle hiçbir alakası olduğunu düşünmüyorum. Yukarıda verdiğim örneklerden bir tanesini gerçekleştiren kişi bir profesördü mesela! Ama Ortaköy’de düşük bir sosyoekonomik sınıftan olduğunu düşündüğüm, ailesiyle gezinen o genç kızın (okuyorsa lisede falan olmalıdır) davranışı çok daha duyarlı ve saygılıydı. Belki de otobüslere, parklara, tiyatrolara, apartman girişlerine ve bu gibi birçok ortak kullanım alanına ilgili görgü kuralları listeleri asılmalıdır… Veya okullarda ders olarak okutulmalıdır… Ama insan olduğumuza göre kendi beynimizle, sezgilerimizle ve sağduyumuzla da neyin doğru veya yanlış olduğu konusunda karar verebilmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü bu konu sadece yazılı kuralların geçerli olduğu bir alan değildir ve listelerin ve öğretilenlerin dışında da her durumla ve zamanla ilgili birçok görgü sorunu yaşanacaktır. Liste dışı sorunlar yaşandığı zaman da chip’ine gerekli bilgiler yüklenmediği için kilitlenip hata veren bir robot misali ‘arıza’ya geçmek istemeyiz, değil mi?

3 yorum:

Adsız dedi ki...

hiç güzel olmamış

Adsız dedi ki...

Kaleminize, yüreğinize sağlık. Bire bir onaylıyorum.
Bugün tam da aynı şeyler düşünürken, ben de bir çıkarım yaptım. Paylaşmak istiyorum;
Bazı insanlar doğuştan iyi ve düzgün genlerle doğuyorlar. Bunların eğitim seviyeleri ne olursa olsun... İstanbul'da az da olsa, "hala insan gibi insanlarda var". dedirtip şehri terk durumunuzu unutuyorsunuz.
Doğuştan iyi olmayanlar için ise EĞİTİM, sınırlarını öğretmede işe yarıyor. BU TİP İNSANLAR (YAZINIZDAKİ PROFESÖR GİBİ) SADECE ZORUNLULUKTAN VE HATIRLADIKLARINDA, (BU DA GENELLİKLE İŞYERLERİNDEKİ ZAMANA TEKABÜL EDİYOR) DİKKAT EDİYORLAR. EVLERİNDE HALA HAYVAN GİBİLER.
PAYLAŞIMINIZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜR EDİYORUM.

Imge dedi ki...

İkinci Adsız okurum,

Beğendiğinize çok sevindim. Ben de sayenizde dört sene önceki yazımı okuyup yeniden hatırlamış oldum. Ne yazık ki görgü anlamında her geçen gün hâlâ çok kötüye gittiğimizi düşünüyorum. Bunda sanata karşı bir zihniyetin hakim olmasının da etkili olduğunu düşünüyorum. Sanata saygısızlığın toplumu incelik, zarafet ve birbirine hoşgörü ve saygıdan da mahrum bıraktığına inanıyorum. Yine de dediğiniz gibi sayıları az da olsa "insan gibi insanlar" bir umut ışığı oluyor hepimize.

Sevgilerimle.