Üç gündür evde tek başımaydım. Cuma günü sabaha karşı İso'cum geldi. Aslında sessizce yatakta yanıma sokulmayı planlıyordu ama (anahtarı üstünde bırakmamayı hatırlayıp) kapının kilit mandalını kapalı unuttuğum için zili çalmak zorunda kaldı. Böylece sabahın köründe gelen kocasını kapılarda karşılayan kadın unvanını da almış oldum. :) Şu yazımı hatırlıyor musunuz? İşte İso'cum gelirken bana o mouserug'dan getirmiş. İnanılmaz mutlu oldum görünce. Hâlâ da baktıkça mutlu oluyorum. Uzaktan da çok sevmiştim kendisini ama yakından daha da bir sevdim. Kocamın seçtiği desene de bayıldım. Hem benim de beğendiklerimden (üst sırada baştan ikinci) bir tanesini seçmiş bana. Teşekkürler İso'cum! :) Sabah erkenden mutluluk dansımı yaptıktan sonra İso'cumla birlikte mışıl mışıl uyuduk. Öğlene doğru kalktık ve o işine ben de Müge'yle kahve içmeye gittim.
Müge'yle buluştuğumuzda farkında olmadan nasıl da aylar geçtiğini bir kez daha anladık. Neredeyse Mayıs ayından beri görüşmüyormuşuz meğer. Ne kadar uzun bir süre değil mi? Üstelik aynı yakada ve birbirimize yürüme mesafesinde oturmamıza rağmen. Geçen hafta Gizem'le ve ondan önceki hafta da Ezgi'yle buluştuğumuzda da aynı şeyi konuşmuştuk. buluşmalar arasında aylar geçmesi normal bir şey mi acaba? Hem de sözde hepimizin tam zamanlı çalışanlara göre çok daha fazla zamanı olmasına rağmen! İstanbul şartları mı, hayat şartları mı, tembellik mi olduğuna karar veremedim bunun nedeninin... Ama ne olursa olsun ortada ekstra çaba gerektiren bir durum olduğu kesin! Ve bu çabayı göstermeye de kesinlikle değiyor aslında. Belki de arkadaş buluşmaları için de işimizin, gücümüzün, modumuzun, programımızın en uygun olduğu zamanı beklemeyip, bir saatliğine de olsa görüşme fırsatlarını değerlendirmeliyiz.
Neyse, işte biz de dün öyle yaptık ve daha uzatmamaya karar verip Nişantaşı'nda buluştuk. Önce Cafe de Paris'in yanına ve Starbucks ile Cafe Nero'nun karşısına açılan Zamane Kahve'sini denemeyi düşünüyorduk. Adı ve diğerlerinin arasındaki bizden biri duruşu hoşuma gitmişti doğrusu! Ama dışarıdaki masalar dolu olduğundan ve içerisi de tam bir pastane ortamı olduğundan dolayı oturmaktan vazgeçtik. Bunun yerine Mim Kemal Öke Caddesi'ne döner dönmez karşımıza çıkan Den Cafe'yi tercih ettik. Kapuçino ve limonatalarının tatlarını ve sunumlarını beğendiğim bu şirin kafenin ortamı da ferah ve sıcaktı. Vitrinde görünen tatlıları da çok leziz görünüyordu, ama bu kez onları denemedik. Birçok yiyecek çeşidi olmasına rağmen tatlı ve kahve için gidilmeye daha uygun bir yer olduğunu düşündüm. Çalışanlarının güleryüzlülüğü, ilgisi ve ortamın temizliği de diğer artılar olarak söylenebilir. Sonuçta Nişantaşı'nda küçük bir mola için Den'e gidebilirsiniz. Buranın işletmesini yapan grubun aynı zamanda Milli Reasürans Çarşısı içinde yıllardır hizmet veren Corridor'u da işleten grup olduğunu da hatırlatayım. Dolayısıyla burası da uzun ömürlü bir yer olabilir gibi geldi bana.
Eve gelip biraz dinlendim. ("Domuz gibiyim, bana bir şey olmaz" derken burnum falan akmaya başlayınca "Eyvah, domuz gribi mi oldum acaba!" diye panik içindeyim bu aralar. İki gündür inanılmaz bir halsizlik, hafif burun akıntısı, sabahları boğazda yanma gibi belirtiler mevcut. Bu bizim bildiğimiz grip sanırım, ama hayırlısı diyelim. Bayramda ayakta olabileyim diye spora falan da gitmiyorum. Yoksa ben dişe diş yöntemimle ya yatağa serilene ya da kendisini püskürtene kadar üstüne gitmeye devam ederdim ya neyse! O da gördü bu pasif halimi, üstüme üstüme geliyor kerata! Bayramdan sonra hesaplaşacağız onunla!) Neyse, uzattım yine galiba...
Akşam için tiyatro biletimiz vardı. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Şişli Cevahir sahnesindeki Fesleğen Çıkmazı adlı oyuna gittik. Bu sezon Devlet Tiyatrolarının sahnelediği pek çok yeni oyundan bir tanesiydi Fesleğen Çıkmazı. Ve en merak ettiğimdi. Ama neden bilmem bir şeylerin eksik olduğunu düşündüm. Konu güzel, oyunculuklar güzel (neredeyse en büyük role sahip olan ve Olcay Hanım karakterini canlandıran Funda Eskioğlu'nun oyunculuğunu çok doğal bulmadığımı belirteyim), kostümler güzel (dekor değil!) ama bir şeyler eksik işte. Oyun İkinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor ve Mübadele ile Girit'ten Türkiye'ye göç etmek zorunda kalan Rum Türklerinden bir aileyi konu ediyor. Oyunda bununla ilgili yaşanan sıkıntılar anlatılırken bir yandan da aile içi sorunlar anlatılmaya çalışılmış. Ufak bir aşk hikayesi de sıkıştırılmak istenmiş. Bazı şeyler havada kalmış (örneğin, ailenin Yusuf'un bir işler çevirdiğini düşündüğünü görüyoruz, ama bunun ne olduğunu bir daha hiç göremiyoruz, çünkü Yusuf'u bile bir daha hiç göremiyoruz). Belki de toplam 1 saat 20 dakikalık tek perde bir oyun içinde birçok şey bir arada verildiği için böyle bir durumla karşı karşıya kalmış olabiliriz. Oyunun temposu doğal olarak ağır ve kasvetli bir havada ilerliyor. Ancak bu eleştirilecek bir nokta değil. Konuya ve karakterlerin içinde bulundukları ruh durumuna bakacak olursak zaten öyle olması gerektiğini görüyoruz. Sonuç olarak izlenebilir bir oyun, ama büyük beklentilerle gitmemenizi öneririm.
Şimdi ise sırada Devlet Tiyatrolarının görmek istediğim üç oyunu daha var. Birincisi Kod Adı Kongo , ikincisi Vahşet Tanrısı ve diğeri ise Töre. Ama ilk üç dört sıranın ortasında izleme takıntım olduğu için artık ne zamana uygun bir yer bulurum bilinmez. Ama takipteyim! Bence siz de beni takip etmeye devam etmelisiniz! :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder