Bir gezi öncesinde mutlaka Google'cığıma başvurur ve gezi sayfalarındaki yürüyüş rotalarından kafama yatan bir tanesini seçer ya da birkaç tanesinin belli bölümlerinden bir kolaj yaparım. Paris için de Seine Nehri boyunca şehrin kalbi sayılan ve ilk yerleşim merkezi olan Ile de la Cite rotasını yürüyerek keşfetmeyi seçtim.
Gezimize Pont Neuf'ten başlıyoruz. Pont Neuf, Yeni köprü anlamına geliyor ama adı sizi yanıltmasın, çünkü burası Paris'in en eski köprüsü. 7 numaralı metro hattının Pont Neuf durağında inerek 1607 yılında yapılmış bu en eski köprüyü görüyoruz. Köprünün başında atının üzerinde duran kişi ise açılış törenini de gerçekleştiren IV. Henry.
Buradan eskiden hem kraliyet sarayı hem de Fransız Devrimi sırasında hapishane olarak kullanılmış Conciergerie'ye gidiyoruz. Bu bina Marie Antoinette ve 2,700 kişinin giyotine gönderilmesine tanıklık etmiş 700 yıllık bir yapı ve içi gezilebiliyor. Giyotine gönderilenlerin listesi, Marie Antoinette'in hücresi, kadınlar avlusu, sınıflarına göre mahkumların hücreleri, muhafız salonları, nehirden yiyeceklerin getirildiği mutfak bölümü ve şapelleriyle birlikte görülesi binalardan biri burası. Bu binadan sorumlu kişi (concierge) o dönemlerde adaletin en yüksek rütbeli görevlisi ve kral tarafından görevlendiriliyor. Binanın bir kısmı gezilebiliyor. Diğer bölümleri ise hâlâ mahkeme ve adalet sarayı olarak kullanılıyormuş.
Buradan çıktıktan sonra okları takip ederek Paris'in belki de en görkemli şapeli olan Sainte Chapelle'e giriyoruz. 13. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmiş bu muhteşem şapelin en önemli özelliği üzerinde binden fazla İncil'den sahnenin tasvir edildiği 16 adet resimli dev camı. Burayı gezerken dinin sanatla anlatılabilmesinin ne kadar güzel bir şey olduğunu bir kez daha düşündüm. Kişi başı 12,5 EURO ödeyerek Conciergerie ve Sainte Chapelle'i birlikte gezebilirsiniz.
Burayı da gezmeyi bitirdikten sonra Rue de Lutece boyunca ilerleyerek 200 yıldan uzun süredir yerinde duran Çiçek Pazarı'nı (Marché aux Fleurs) solunuzda göreceksiniz. Amsterdam'daki kadar etkileyici olmadığını söylemeliyim. Hemen önünüzde ise 651 yılında inşa edilmiş şehrin en eski hastanesi olan Hotel Dieu olacak. Ama asıl güzelliğe daha gelmedik. Buradan hemen sağa dönüyorsunuz ve karşınızda tüm ihtişamıyla meşhur Notre Dame Katedrali'ni görüyorsunuz.
VII. Louis zamanında 1163'te yapımına başlanan bu muhteşem Gotik eserin şimdiki halini alması 1300lü yılları bulmuş. Gül pencereleri, 13 tonluk dev "Emmanuel" çanı, canavarımsı çirkin yaratıklar şeklinde tasarlanmış su olukları, kuleleri ve heykelleriyle bence Paris'teki en etkileyici yapılardan biri burası. Sanki Victor Hugo'nun kambur zangoçu Quasimodo'yu ve aşkı Esmeralda'yı görecekmiş gibi hissediyorsunuz içerideyken. Ya da belki de hissetmiyorsunuzdur da benim hayal gücüm devreye girmiş olabilir. :) Katedrale giriş ücretsiz, ama kuleye tırmanmak için hem belli bir ücret ödemek hem de sıra beklemek gerekiyor. Ben kulelere tırmanma işini çoktan bıraktım! Şehirleri tepeden görmek beni hayal kırıklığına uğratıyor. Ayrıca Paris'i Montmartre Tepesi'nden görmek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Elbette tercih sizin.
Katedralin arkasına doğru ilerleyip, fotoğraflarını çektikten sonra Memorial de la Deportation'ın girişini görüyorsunuz. II. Dünya Savaşı'nda Nazi toplama kamplarında öldürülen 200,000 Fransızın anısına yapılmış bu yapının içinde karanlıkta ışığı yansıtan ve parlayan 200,000 cam boncuk bulunuyor. Bunlar şehitleri anımsatması için konulmuş cam parçalar. Şehitleri anmak için şehrin ortasına böyle bir anıt koymak ne saygı dolu, duyarlı ve zarif bir düşünce değil mi?
İşte şehrin iki doğal adacık üzerine kurulmuş tarihi kalbi aslında bu bölge sayılıyor. Küçücük bir alan da olsa detaylıca iç-dış gezmekten yorulduk ve acıktık. Önce bir yemek molası verelim, değil mi? Yemek sonrasında Eiffel Kulesi'nde görüşürüz... :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder