Geçen Cumartesi Dido & Ongun'la Astoria Num Num'da buluşup akşam yemeğimizi yedikten sonra film festivalinde de gösterilen ve o dönem izleyemediğimiz ve vizyona girişine çok mutlu olduğumuz Aşkın Son Mevsimi ( The Last Station) filmini izlemeye gittik.
1910 yılında ölen Leo Tolstoy, ölümünün yüzüncü yılında tüm dünyada çeşitli etkinliklerle anılıyor. Jay Parini'nin romanından uyarlanan ve roman tadındaki bu filmde Tolstoy'un kırk sekiz yıllık karısı Sofya ile "ne senle ne de sensiz" formatındaki ilişkisinin son dönemi ele alınıyor. Tolstoy ve karısının hikayesi aşkın hiçbir mantıklı nedeni olmadığını gösteren en çarpıcı hikayelerden biri sayılabilir. Daha çok Tolstoycu düşüncenin en büyük savunucularından biri olan Chertkov ile Sofya'nın çekişmesi üzerine kurulmuş olan bu filmi aşk ve ilkelerin çatışması olarak da özetlemek mümkün. Chertkov, ölümünden sonra kitaplarının haklarının Sofya’ya değil halka bırakması için Tolstoy’u ikna etmeye çalışmaktadır. Sofya ise Chertkov’un planlarını öğrenmek ve Tolstoy’u vasiyetini değiştirmemesi için ikna etmek peşindedir. Sonucun ne olacağını öğrenmek isteyenlere Michael Hoffman'ın yönettiği bu güzel filmi izlemelerini öneririm.
Helen Mirren, bu filmdeki muhteşem oyunculuğuyla Oscar'da En İyi Kadın Oyuncu adayı gösterilmiş. Tolstoy'u canlandıran Christopher Plummer ise En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adayı olmuş. (Bu arada filmin sonlarında hüngür hüngür ağladığımı ve bu halimle de bir ara Youtube'da izleyip çok güldüğümüz, içini çeke çeke "Atatürk ölmüş..." diye ağlayan o kız çocuğuna benzediğimi düşünmedim değil. :) "Ühüüü, Tolstoy öldü, biliyor musun...")
İkinci film ise adı ve konusu itibariyle sürprize yer bırakmayan bir film: Soraya'yı Taşlamak. İran'da yaşayan Süreyya adlı bir kadının kocası, köyün muhtarı ve mollası tarafından kurulan bir komplo ile iğrenç bir iftiraya kurban giderek recm cezasına çarptırılmasını anlatıyor. Sağlam sinirlerle izlemenizi gerektiren bu filmde din adı altında yapılanların ne kadar alçakça, ahlaki ve insani değerlerden uzak ve vahşi olabileceğini bir kez daha tüyleriniz ürpererek izliyorsunuz. O iki yüzlü erkek düzeni (ya da vahşet düzeni demek daha doğru olur) içinde var olmanın zorluklarını düşünürken, güçlü bir adalet sisteminin bir ülke için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu da bir kez daha anlıyorsunuz. Bu insanlık dışı cezanın halen bazı ülkelerde uygulanmakta olduğu gerçeği ile sarsılırken, dünyada güçlerini kaba kuvvet ve dini işlerine geldiği gibi kullanmaktan alan ve aslında çok güçsüz, çok ahlaksız, çok onursuz, çok iki yüzlü, çok vahşi olan bir güruh olduğu gerçeğini düşünerek onları yaratanlara lanet ediyorsunuz. Hiçbir inanç sisteminde insanın insanı (ya da herhangi bir canlıyı) öldürmesinin veya cezalandırmasının teşvik edilmemesine rağmen en büyük dinlerden biri olan İslam'ın adının böyle bir vahşeti olağan göstermek için kullanılmasına isyan ediyorsunuz. Heba olan yaşamlara ve sistemin yaşayan ölülerine üzülüyor, çaresizliğe ise öfkeleniyorsunuz. Dedim ya, sinirleriniz sağlamken izlemenizi tavsiye ettiğim sert bir film Soraya'yı Taşlamak... Çünkü atılan her taş illa ki yüreğinizin bir yerine dokunuyor...
İyi seyirler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder