1 Sergi & 1,5 Kitap & 0,5 Film

2007 yılında üzücü bir trafik kazasında kaybettiğimiz "Devlet Sanatçısı" unvanına sahip ünlü heykeltraş Tankut Öktem'in Bronza Yazılan Efsane sergisinden bahsetmezsem olmaz. Taşınmadan iki gün önce, serginin açılış günü olan 5 Ekim 2010 tarihinde gitmiş olmamıza rağmen ancak yazabiliyorum. (O aralar yazabilseydim eğer Hıncal Abi'den bile önce yazmış bir blogger olarak pek havalı olacaktım ama bu tarihi fırsatı kaçırdım ne yazık ki.) 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında İş Kuleleri Kibele Sanat Galerisi'nde açılan retrospektif sergide ünlü heykeltraşın sanat yaşamının tüm dönemlerine ışık tutuluyor.















Hâlâ Türkiye’nin en büyük, dünyanın ise üçüncü büyük anıtı olarak literatürdeki yerini koruyan Manisa'daki Kuvayi Milliye ve Atatürk Anıtı başta olmak üzere bu Cumhuriyet aşığı sanatçının yapmış olduğu tüm eserleri ağzınız açık izleyeceksiniz. Çanakkale Şehitliği'ndeki pek çok heykele de imzasını atmış olan Tankut Öktem'in taşa ve bronza nasıl hayat verdiğini görmek için ne yapıp edip 5 Aralık'a kadar yolunuzu İş Sanat'a düşürün derim. Sergi Pazar ve Pazartesi günleri hariç her gün 10.00-19.00 arasında gezilebiliyor. Benim ilk işim ilk Ankara'ya gidişimde Kara Harp Okulu'nun önünde yer aldığını öğrendiğim Atatürk ve Harbiyeli Anıtı'nı görmek olacak (güya yarı Ankaralıyım diyorum, ama orada o kadar muhteşem bir eser olduğunun farkında bile değildim doğrusu). 1000 tane insan figürünü barındıran bu devasa heykele verilen emek karşısında sonsuz bir saygı duymamak imkansız. 67 yıllık anlamı yaşamında bizlere böyle güzel eserler kazandıran bu büyük sanatçının nur içinde yatması dileğiyle...

Sırada son dönem bölük pörçük devam eden kitap okuma deneyimim var. Taşınma sırasında çeşitli nedenlerle boş eve gelip balkondaki tüpün üzerine tüneyip usta beklerken başladığım ve uzunca bir süredir elimde süründürdüğüm Halide Edip biyografisi hâlâ elimde sürünürken araya okuma şevkimi ve konsantrasyonumu yerine getirecek daha light bir kitap almaya karar vererek Temizlikçi'yi bitirdim. Halide Edip'in yaşamını dönemlere ayırarak ele alan İpek Çalışlar'ın kitabını ise yanımda spora götürüp bölüm bölüm okumaya devam ediyorum. Kurtuluş Savaşı sırasında cephede verdiği destek, Mustafa Kemal ile çatışmaları, aile ilişkileri, Latife Hanım ve Fikriye Hanım'la ilgili görüşleri ve pek çok farklı yönüyle Cumhuriyet döneminin en önemli kadın figürlerinden olan bu büyük yazar ve hatibin yaşamını tam anlamıyla öğrenmek isteyenlere bu biyografiyi kesinlikle tavsiye ederim. (Ben biraz şanssız bir dönemde başladığım için süründürmüş olsam da sizlerin daha keyifle ve kesintisiz okuyacağınızı düşünüyorum. Gerçi bölüm bölüm okunması da mümkün olan bir kitap olduğu için ben de okumaya devam edebiliyorum neyse ki.)














Temizlikçi ise aslında tam da sahilde okunacak türden sürükleyici bir gerilim romanı. Paul Cleave için "yeni Stephen King" falan denmiş ama hemen şımartmamak lazım keratayı diye düşünüyorum; kolay mı öyle bir kitapla ortaya çıkıp da yılların Stephen King'i olmak (Stephen King'in de ilk dönemlerini takdir ettiğimi son kitaplarından sonra kendisini terk ettiğimi de buradan duyurmak isterim). Temizlikçi'yi yenge tavsiyesi üzerine İso'nun yurtdışında olduğu günlerde değil evimize döndüğü dönemde okudum. İyi ki de kulak vermişim bu tavsiyeye! İki günde de bitirdim tüyler ürperten seri katil Joe'nun romanını ve cidden tırsıtıcı bir psikopatla tanışmış oldum diyebilirim. Filmi çekilse güzel olur, diye not düşüyor gerilim severlere tavsiye ediyorum.

Son olarak sizlere sinemaya geldiği dönemi kaçırdığım, çok merak ederek DVD'sini aldığım bir festival filmi olan Paris'te Son Konser'den bahsetmek isterdim ama ne yazık ki bunu yapamayacağım gibi görünüyor. Çünkü taşınmanın hemen sonrasında hiçbir şeye tam anlamıyla konsantre olamadığım ve yorgunluktan koltukta uyuyakaldığım dönemlerde izleme gafletinde bulunduğum filmin yarısını falan hiç hatırlamıyorum (çünkü uyumuştum). Kalan yarısını ise bakarak ama görmeden izledim diyebilirim. Yani eskiden Bolşoy orkestrasının şefi olup da politik nedenlerle kovulduktan sonra şu an Bolşoy'un temizlikçisi olan Filipov eski orkestrayı bir araya getirerek Paris'ten gelen bir konser davetine yeni orkestranın yerine katılmayı planlarken ben misafir odasının halı renginin ne olması gerektiğini, TV ünitesindeki raflara ne tür biblolar koyabileceğimi, ocağın çalışmayan gözünü falan düşünüyordum. Sonra da uyuyakalmışım! Dolayısıyla kendisiyle doğru zamanda ve doğru bir zihin yapısıyla buluşamadığım için Fransa'da gişe rekorları kırmış bu filme haksızlık etmek istemem. O yüzden zaman ayırıp, izleyip, kendiniz yorumlayın derim. Ama bir dakika izin verin bana, filmi sonuna kadar izlemiş olan İso'cumu arayıp onun da yorumunu alayım...

(İso'cumla telefon bağlantısı)

...Yok arkadaşlar, o da çok bayılmadığını söylüyor. Fazla ütopik ve demodeydi, dedi hatta. Bu arada iki hafta önce izlediğimiz filmi nasıl bulduğunu sormak için bugün telefon etmiş olmamın onu biraz tedirgin ettiğini ses tonundan hissettim. Neyse, blogu okuyunca durumu anlayacaktır nasılsa. :)

Hiç yorum yok: