Tatil Filmleri

Vizyondayken izleyemediğim ve merak ettiğim iki filmi bayramda izleme fırsatı buldum. Birini izlesem de olurmuş, izlemesem de. Social Network'ten (Sosyal Ağ) bahsediyorum. Hani şu Facebook filminden. Dünyanın en asosyal, kompleksli ve ilkesiz adamının bulmadığı bir fikirle ve yaratıcılıktan yoksun bir şekilde 25 milyar doları cebe indirme başarısını(!) detaylarıyla öğrenmeden kesinlikle yaşayabilirdim (ve hatta Facebook'u da daha keyifle kullanabilirdim) doğrusu! Yine de Facebook'un mucidi olarak bilinen Mark Zuckerberg'in hikayesini öğrenmek istiyorsanız bu filmi izleyebilirsiniz. Anlatım bakımından gayet iyi olduğunu düşündüğüm filmde sinir bozucu Zuckerberg karakterini Jesse Eisenberg canlandırmış. Kendisini de tebrik etmem gerekiyor çünkü tüm iticiliğiyle tüylerimi diken diken etmeyi başardı. Hep aşağıdaki resimdeki gibi hatırlayacağım onu! Napster'ın kurucusu olan girişimci Sean Parker rolündeki Justin Timberlake de rolüne tam oturmuştu. Ama iticilik konusunda Zuckerberg'in eline su dökemeyeceğini düşünüyorum. Filme neden çok bayılmadığıma gelince çok mantıklı bir şey söyleyemiyorum. Herhalde gerçek bir konu olması itibariyle sinirimi bozdu bu film. Bu kadar asosyal ve etikten yoksun bir adamın sosyal ağ kurup da gencecik yaşında milyarder olması bana göre motivasyon kırıcı bir durum. Hayatın belki de en (bazen de tek) idealist olunduğu gençlik dönemine bu kadar ilke ve ideal yoksunu başlamayan bir ismin "başarılı ve zengin" bir portre olarak sunulması şahsen benim geleceğe umut dolu bakmamı engelliyor. Neyse, (sinirlerinizi yatıştıracağı için) sıcak çikolata içerken izlenebilir.














Gelelim şarap eşliğinde izlenmesi gereken bir filme: Eat, Pray, Love (Ye, Dua Et, Sev)! Uzun ama bir o kadar daha olsa sıkılmadan izleyebileceğim türden bir filmdi benim için. Öncelikle başrolde muhteşem bir Julia Roberts vardı. Benim Çirkin Kralım da başroldeydi ama kendisini Liz'in yaşamının "Sev" bölümünde çok az görebildik ne yazık ki. Film kısaca yaşadığı hayatta tükenmekte olduğunu fark ederek iç dünyasını, gerçek arzularını, nasıl bir yaşam istediğini keşfetmek üzere hem içsel hem de fiziksel olarak uzun bir yolculuğa çıkan Liz Gilbert'in bu kişisel gelişim serüvenini anlatıyor. (Bu arada kitabını okumamıştım, eminim çok daha güzeldir.) Pek de sempati duydum bu Liz'e tanıdıkça. Hele evindeki kutusunda National Geographic'ten kestiği keşfetmek istediği yerlerle ilgili fotoğrafları duyunca daha da kanım kaynadı kendisine. :)

Oyunculuklar ve çekimler müthiş, hikaye de etkileyici, ama filmde çok da iyi anlatılamamış olduğunu düşündüğüm ve fazlasıyla da önemli bir şey var. Belki kitapta daha iyi işlenmiştir, ama ben Liz'in çıktığı bu kendini keşfetme yolculuğundan gerçekten bir şey öğrenip öğrenmediğinden pek emin değilim! Yemeyi de Dua Etmeyi de Sevmeyi de biraz robot Amerikalı tarzında yaptığını düşünüyorum. Hatta Bali'deki dişsiz bilge amcanın son dakika uyarısıyla kendisine gelmese gül gibi Felipe'yi de tek başına kayığa bindirip gönderiyordu valla! Yani yolculuğun dışsal kısmını içine sindirerek gerçekleştirdi, tamam da asıl içsel kısmı konusunda başarılı oldu mu dersiniz Liz Gilbert? Böylesi bir arayışta olan kadınlara (ya da erkeklere) ilham verebilir mi yaptığı yolculuk? Filmin bu anlamda biraz eksik kalmış olduğunu düşünüyorum açıkçası.



















Neyse, zaten büyük olasılıkla bu film Türk izleyicisi tarafından genel olarak beğenilmemiştir. Neden mi? Öncelikle Liz karakteri, kadın erkek toplumumuzun tüm fertleri için "yediği önünde yemediği arkasında", "bir eli yağda bir eli balda", güzel bir evi, işi ve kocası olan, dolayısıyla o yaşlardaki bir kadının yaşaması gereken en ideal hayatı yaşayan bir karakter olduğu için içsel yolculuğa çıkma isteği "canı dayak istiyor bunun" ya da "rahat battı" olarak algılanacaktır. Ayrıca ortalama bir Türk kadınının boşandıktan sonra genellikle Hindistan'a, Bali'ye değil ailesinin evine yolculuğa çıkabileceği bir gerçektir. Çağdaş, çalışan ve modern bir kadın bile olsa yurdum insanı olarak vize çilesini düşünerek dünyayı keşfetme arzusundan vazgeçecektir zaten! Hadi diyelim vize işini halletti ve İtalya'ya attı kendini, orada yemenin tadına varacağım diye bizim armut Türk kadını yeni kilo rekorunu kırarak yerinden kalkamaz hale gelecektir (daha ilk adımda al sana ekstra bunalım!). Kocasına falan durumu çıtlatsa, hani "çıldırmak üzereyim, hayattan tat alamaz oldum, boğuluyorum, iştahım bile kalmadı" dese ortalama bir Türk erkeğinin vereceği tepki "akşam kebapçıya götüreyim seni, açılırsın" olacaktır. O yüzden bizde kadın da erkek de "içsel yolculuğa falan ne gerek var canım, bir çay demleyip oturalım oturduğumuz yerde ne güzel," diyebilir bence.

Neyse, son olarak manen daha tatmin edici bir yaşam arayışında olan herkesin Liz Gilbert'taki cesaret ve olanaklara sahip olmasını dilerim. Ayrıca böyle bir arayışta olanların sayılarının da artmasını diliyorum. Böylelikle mutlu hayatların sayısı da artacaktır.

Hepinize iyi hafta sonları...

2 yorum:

MorBaykus dedi ki...

Yazınızı zevkle okudum ve “ye, dua et, sev” filmiyle ilgili benzer şeyler düşündüğüm için yorum yazmak istedim. Filmi, arkadaşımın kitapta okuduğu kısımların aktarımlarını hatırlayarak izlediğim için karelerde gördüğümün daha fazlasını hissederek takip ettim. Çekimlerden ve mekanlardan kaynaklı, çok zevk alarak izlemiş olsam da bahsettiğiniz gibi bir şeyler eksik kalmış. Bu yolculukta beklediğimiz üzere aydınlandığını dünürsek bunu nasıl yaptığını anlayamadık. Boşlukları kendi bilgilerimizle tamamladık daha çok. Film bir yerden sonra klasik bir Amerikan filmine dönüşerek bağlanıyor. Ben bir de kitabını okumayı deneyeceğim. Umarım izleyenler, aydınlanmak ve kendini bulmak için başka ülkelere gidilmesi gerektiği gibi bir fikre kapılmamışlardır.
Sevgiler
Ebru

Imge dedi ki...

ebr-u özlem,

Yazımı beğendiğine sevindim. Eksik kalan yerlerin kitapta tamamlandığına eminim ama sanırım ben kitabını okumayacağım. Kitaptan sonra film tamam, ama tam tersini yapamıyorum maalesef. Ama kitabı çoook tavsiye edecek olursan yine beklerim, olur mu? :)

Sevgiler.