Haftanın Filmleri

İki Kadın Bir Erkek adı ile Türkçeleştirilen The Kids Are All Right ile başladık haftaya. Bir Julianne Moore hayranı olarak onun oynadığı bir filmi zaten izlerdim ama sanırım bu filmi konusundan dolayı da her halükarda izlerdim gibi geliyor. İster kabul edelim ister etmeyelim, günümüzde tüm dünyada geleneksel aile yapısından kopuş gözleniyor. Bizim gibi daha geleneksel toplumlarda bile anne-baba ve genellikle iki çocuktan oluşan ve sonsuza kadar öyle devam eden aile modellerinin sayısı azalmakta. Evlenmeden birlikte yaşayan ve hatta çocuk sahibi olanlar, evlenip çocuksuz bir yaşamı tercih edenler, gay ilişkiler, sperm bankasından aldığı sperm ile tek başına çocuk sahibi olmayı tercih eden kadınlar, iki tarafın da ikinci ya da üçüncü evliliklerinde önceki ailelerinden gelen çocuklarıyla birlikte yaşadıkları kocaman geniş aileler, vs vs. Hangisi doğru hangisi yanlışın tartışılmaması gerektiğine inandığım alanlardan biri bu konu. Önemli olanın kurulan aile formatı ne ise içinde yeterli güven, dayanışma ve sevgiyi barındırması olduğuna inanıyorum. Gerisi boş! Hedef, görüntüde mutlu margarin reklamı ailesi tablosu çizmek değil gerçekten mutluluğu yakalamaksa aile ve ilişki yapıları da ona göre düzenlenebilir bana göre.


Burada da "iki anneli" bir aile söz konusu. Lezbiyen Jules (Julianne Moore) ve Nic (Annette Bening) çifti sperm bağışı ile hamile kalıp çocuk sahibi olmuşlardır. İki çocuklu bu dört kişilik ailede çocukların büyümeleriyle birlikte işler biraz karışacaktır. Biyolojik babalarını (Mark Ruffalo) merak edip bulan çocuklar, ailedeki birtakım dengelerin değişmesine, güvenli sınırların ötesine geçilmesine ve bir sorgulama ve değişim sürecine girilmesine neden olurlar. İzlemenizi öneririm.(Bu arada doğal yaşlanma çizgilerine ve kuralsız oyunculuklara ne kadar bayıldığımı daha önce söylemiş miydim?)

Bu hafta izlediğim ikinci film inanılmaz eğlenceliydi. 2008 yapımı Bu Filmde Ben Varım (A Film with Me in It) filminden bahsediyorum. Çok güldüğümüz bu kara komedide olaylar bahtsız oyuncu Mark'ın çevresinde gelişir. Engelli ağabeyi, kız arkadaşı ve köpeğiyle birlikte kıt kanaat geçinebilen Mark'ın hayatında bir de beş parasız ve kumarbaz Pierce adlı arkadaşı ve üç aydır kirasını ödemediği için kendisine köpürmekte olan ev sahibi vardır. Mark'ın aylardır kirayı ödemediğini öğrenen kız arkadaşının onu terk etmesinin ardından bir dizi talihsiz olay yaşanır. Ama öyle böyle değil. İnsanın başına kolay kolay gelmeyecek türden talihsizliklerdir bunlar. İşe yaramaz kankalar Mark ve Pierce'in bu silsileyi nasıl yönettiklerini merak ediyorsanız bu filmi de mutlaka izlemelisiniz.


Bir de bunların dışında bu Cumartesi akşamı koştura koştura G-Mall'a gidip Gölgeler ve Suretler'i izledik. Geçtiğimiz hafta Okan'ın programında Buğra Gülsoy'un ağzından dinlediğimiz filme büyük bir merakla gittik ve giderken de böyle önemli bir konuyu işleyen aklı başında ve duyarlı yapımların yalnızca birkaç sinemada oynamasını da kendi aramızda eleştirdik. Ama filmden hayal kırıklığıyla çıktığımızı söyleyebilirim. 2010 Altın Portakal SİYAD Jürisi Ödülü ve En İyi Kurgu Ödülü'nü alan bu Derviş Zaim filminde 1963'te Kıbrıs'ta yaşanan olaylar sonrasında o ana kadar bir arada yaşayan Rumlar ve Türkler arasında düşmanlık ve ayrışmanın ortaya çıkışı anlatılıyordu. Konu çok zengin ve filme çok uygun olmasına rağmen bence çok sıkıcı ve ruhsuz bir anlatım vardı. Ben bile duygulanamadım yani, o kadarını söyleyeyim size. :) Yine de emeğe saygısızlık yapmamak adına Buğra Gülsoy'u ve Settar Tanrıöğen'i izlemiş olmayı kâr haneme yazıyorum. (Buğra Gülsoy'a da yalnızca genç ve yakışıklı olmakla yetinmeyip duyarlı ve donanımlı bir oyuncu olmaya önem verdiği için bayıldığımı da  ayrıca belirteyim. Önümüzdeki sezon başlayacak tiyatrosunu da merakla bekliyorum. Umarım bu çizgisini hep korur.) Ama yine de tavsiye edip de sorumluluk almayayım.

İyi seyirler!

Hiç yorum yok: