Malum kardan dolayı eve kapanınca evde izlenmeyi bekleyen DVD yığınını da hızla eritiyoruz. Bu yazıda izlediğimiz filmlerden üçünden kısa kısa bahsedeceğim size.
İlki 18. yy İngiliz edebiyatının önemli klasiklerinden biri olan Charlotte Bronte'nin yazdığı Jane Eyre'in sinema uyarlaması. (Sanırım ortaokuldayken severek okumuştum bu romanı ama aklımda fazla bir şey kalmamış haliyle. Zaten ortaokul ve lisede okuduğum kitapları haybeye okumuşum gibi bir duyguya kapıldığım oluyor zaman zaman. Özellikle klasiklerden hatırladıklarımı bile şimdiki zihin yapımla tekrar okumam gerektiğini düşünüyorum -da hangi birini ne zaman!) On yaşında öksüz kalan ve kendisini yük olarak gören halası tarafından çok katı bir yatılı okula gönderilen Jane Eyre, mezun olduktan sonra bu okulda öğretmen olur. Daha sonra Rochester Malikanesi'nin sahibi Edward Rochester'ın çocuğuna özel öğretmenlik yapmaya başlar. Zamanla Edward Rochester ve Jane Eyre arasında bir yakınlaşma olur ama vuslat ne zaman olur onu bilemem. Yani biraz geç olabilir, haberiniz olsun.
Filmde mekanlar ve kostümler çok başarılıydı. Jane Eyre rolündeki Mia Wasikowska da çok başarılıydı. Edward Rochester'ı canlandıran Michael Fassbender için de başarılıydı diyeceğim, ama sanki Mia Waikowska'nın biraz gerisinde kalıyordu oyunculuk anlamında. Ama kesinlikle pek yakışıklıydı. Eser Moira Buffini tarafından uyarlanmış. Kısa bir süre önce bu isimden söz etmiştim. Nereden hatırlıyoruz, çıkarabildiniz mi? Evet, Ölümüne'yi uyarlayan da aynı isimdi. Yönetmeni ise kısa filmleriyle bilinen Cary Fukunaga. Filmin bir klasik eser uyarlaması ve iki yüzyıl önce yaşanan bir öyküsü olduğunu unutmayın. Yani temposu elbette ona göre. Siz de izleyip izlemeyeceğinize ona göre karar verin artık.
İkinci film önerim Oranges and Sunshine (Portakallar ve Günışığı) olacak. Çok etkileyici bir gerçek öykünün anlatıldığı filmin başrolünde Emily Watson var. King's Speech'in yapımcılarının ortaya çıkardığı filmde II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de yaşanan en büyük skandallardan biri anlatılıyor. 130.000 çocuğun İngiltere’den Avustralya’ya evlatlık olarak verilip ülkelerinden koparılmaları, birçoğunun ailesi hayatta olmasına rağmen çekmek zorunda kaldıkları sıkıntılar, yaşadıkları taciz ve şiddet olayları onlarca yıl sonra, ancak 1980'lerde ortaya çıkıyor. Bunu ortaya çıkararak artık birer yetişkin olmuş ama çocukluktan kalan yaraların izlerini hâlâ taşımakta olan bu insanları kimliklerine ve geçmişlerine kavuşturan isimse kamuda sosyal uzman olarak çalışan Margaret Humphreys oluyor. Margaret Humphreys bir süreliğine kendi aile yaşantısı ve ruh sağlığını bozmak pahasına da olsa bu müthiş sırrın ortaya çıkarılmasını ve İngiltere'nin yıllar sonra yaptıklarından dolayı özür dilemesini sağlıyor. Filmin ismi de ülkelerindeki yaşamlarından ve tüm bağlarından koparırlarken çocuklara anlattıkları Avustralya masalından geliyor. Portakallar ve günışığıyla dolu bir cennet vaat edilen on binlerce çocuğun yaşadıkları cehennemin bazen sinirlendiren, bazen de duygulandıran etkileyici bir öyküsü bu film. Bence izlemelisiniz.
Üçüncü filmi de şen şakrak görünen kapağına aldanıp, light bir Hollywood filmidir işte, sabun köpüğü kıvamında izleyip, kafa dağıtalım diyerek izlemeye karar verdik. Aslında öyleydi de ama başrolde kanser vardı! Hal böyle olunca filmin 'light'lığı da kalmıyor haliyle. A Litte Bit of Heaven (Bir Tutam Cennet) filminden söz ediyorum. Başrolünde genç, dinamik, başarılı bir reklamcı ve dopdolu, sosyal bir hayatı olan Marley'yi canlandıran Kate Hudson var. Neşeli ve hayat dolu Marley, bir gün bambaşka bir tahlil için gittiği bir hastanede kolon kanseri olduğunu öğreniyor. Hastalığı son aşamalarda olduğu için yapabileceği fazla bir şey yok belki de ama yine de yaşanılan her anın değerli olduğunu gösterircesine yoluna devam etmeye çalışıyor. Affetme ve güven sorunlarını biraz olsun çözerek ailesiyle ilgili iç (ve dış) hesaplaşmalarını yapıyor, dostlarıyla daha çok zaman geçiriyor, ara sıra duygusal gel-gitler yaşıyor, ölüm kadar korkutuğu aşk duygusunu tadıyor ve hatta cenaze partisini bile organize ediyor kalan süresinde. Çok mu duygusuz görünüyorum? Vallahi Marley o kadar hiçbir şey yokmuş gibi yaklaştı ki bu duruma ben de ancak bu kadar duygulanabildim doğrusu. Bu anlamda belki de biraz gerçekçilikten uzaktı film. Ya da yaşayan bilir, belki de tam anlamıyla böyle bir duygu içinde yaşamak ister insan son günlerini. Ben yine de giderek artan ve genç yaşlarda görülen kanser vakaları gerçekliğini düşünerek filmden bağımsız etkilendim diyebilirim. Filmi ise boş zamanınız varsa, izleyin gitsin. Yoksa da pek bir şey kaçırmazsınız hani..
Şimdiden hepinize iyi seyirler.
İkinci film önerim Oranges and Sunshine (Portakallar ve Günışığı) olacak. Çok etkileyici bir gerçek öykünün anlatıldığı filmin başrolünde Emily Watson var. King's Speech'in yapımcılarının ortaya çıkardığı filmde II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de yaşanan en büyük skandallardan biri anlatılıyor. 130.000 çocuğun İngiltere’den Avustralya’ya evlatlık olarak verilip ülkelerinden koparılmaları, birçoğunun ailesi hayatta olmasına rağmen çekmek zorunda kaldıkları sıkıntılar, yaşadıkları taciz ve şiddet olayları onlarca yıl sonra, ancak 1980'lerde ortaya çıkıyor. Bunu ortaya çıkararak artık birer yetişkin olmuş ama çocukluktan kalan yaraların izlerini hâlâ taşımakta olan bu insanları kimliklerine ve geçmişlerine kavuşturan isimse kamuda sosyal uzman olarak çalışan Margaret Humphreys oluyor. Margaret Humphreys bir süreliğine kendi aile yaşantısı ve ruh sağlığını bozmak pahasına da olsa bu müthiş sırrın ortaya çıkarılmasını ve İngiltere'nin yıllar sonra yaptıklarından dolayı özür dilemesini sağlıyor. Filmin ismi de ülkelerindeki yaşamlarından ve tüm bağlarından koparırlarken çocuklara anlattıkları Avustralya masalından geliyor. Portakallar ve günışığıyla dolu bir cennet vaat edilen on binlerce çocuğun yaşadıkları cehennemin bazen sinirlendiren, bazen de duygulandıran etkileyici bir öyküsü bu film. Bence izlemelisiniz.
Üçüncü filmi de şen şakrak görünen kapağına aldanıp, light bir Hollywood filmidir işte, sabun köpüğü kıvamında izleyip, kafa dağıtalım diyerek izlemeye karar verdik. Aslında öyleydi de ama başrolde kanser vardı! Hal böyle olunca filmin 'light'lığı da kalmıyor haliyle. A Litte Bit of Heaven (Bir Tutam Cennet) filminden söz ediyorum. Başrolünde genç, dinamik, başarılı bir reklamcı ve dopdolu, sosyal bir hayatı olan Marley'yi canlandıran Kate Hudson var. Neşeli ve hayat dolu Marley, bir gün bambaşka bir tahlil için gittiği bir hastanede kolon kanseri olduğunu öğreniyor. Hastalığı son aşamalarda olduğu için yapabileceği fazla bir şey yok belki de ama yine de yaşanılan her anın değerli olduğunu gösterircesine yoluna devam etmeye çalışıyor. Affetme ve güven sorunlarını biraz olsun çözerek ailesiyle ilgili iç (ve dış) hesaplaşmalarını yapıyor, dostlarıyla daha çok zaman geçiriyor, ara sıra duygusal gel-gitler yaşıyor, ölüm kadar korkutuğu aşk duygusunu tadıyor ve hatta cenaze partisini bile organize ediyor kalan süresinde. Çok mu duygusuz görünüyorum? Vallahi Marley o kadar hiçbir şey yokmuş gibi yaklaştı ki bu duruma ben de ancak bu kadar duygulanabildim doğrusu. Bu anlamda belki de biraz gerçekçilikten uzaktı film. Ya da yaşayan bilir, belki de tam anlamıyla böyle bir duygu içinde yaşamak ister insan son günlerini. Ben yine de giderek artan ve genç yaşlarda görülen kanser vakaları gerçekliğini düşünerek filmden bağımsız etkilendim diyebilirim. Filmi ise boş zamanınız varsa, izleyin gitsin. Yoksa da pek bir şey kaçırmazsınız hani..
Şimdiden hepinize iyi seyirler.
6 yorum:
Oranges and Sunshine filmini acilen izlemek istiyorum. İlk sıradan listeye dahil ettim. Konusuna bayıldım çok severim bu tarz filmleri. Teşekkürler tavsiye için :)
Rica ederim.. Umarım beğenirsin..:)
IMDB üzerinden bi watchlist yapıp onu burada paylaşabilirsin, blogda süper durur diyorum! :)
güzel fikir.. hazırlıyorum.. sağ sütuna ekleyeyim listemi bakalım..:)
Tamam bu gece Jane Eyre gecesi oluyor o zaman efenim. Teşekkürler :)
Serra Topal,
Rica ederim.:) Umarım beğenmişsinizdir.
Sevgiler.
Yorum Gönder