Üzerinden bir haftadan fazla zaman geçti ama ben yeni yazabiliyorum Gozo'yu. Dilara'yla birlikte keşfettiğimiz Şişhane'nin İspanyollarından biri kendisi. Şişhane'de minik minik atıştırmalıklarla birlikte içkinizi içebileceğiniz pek çok yer bulunuyor. Biz de alternatifleri üçe indirmiştik buluşmadan önce: Baylo, Que Tal ve Gozo. Ben Que Tal'i daha önce gördüğüm için diğer ikisine öncelik verdik (ve Dilara da onu ayrıca keşfedecekleri listesine not etti.). Baylo o gün o saatlerde (29 Mayıs saat 14:00 civarı) kapalıydı. Dolayısıyla bize de Gozo kaldı.
Gozo, İspanyolca'da keyif anlamına geliyormuş. Bize uygun bir seçim olduğu adından da anlaşılıyor değil mi? :) Bizim özellikle seçerek gittiğimiz saatlerde bomboş olduğundan en kenardaki masaya kurulduk rahat rahat. Aşağıda gördüğünüz mezeleri söyledik ve yanına da bir şişe Buzbağ'ın tadım gecelerinden ikimizin de aklında kalan bir lezzet olan Buzbağ Boğazkere açtık. Ve yine uzun uzun, daldan dala pek çok konuya atlayarak sohbet ettik Dilara'yla, hem de bu kez fotoğraf çektirmeyi de unutmadan. Çok güzel bir gündü ve çok fazla konuşulacak konu birikmişti. İçimden bir his çok daha fazlasının birikeceğini söylüyor. Dilara'yı harika deneyimlerle dolu bir yaz bekliyor ve sohbetini özleyecek olsam da onun adına inanılmaz seviniyor ve heyecanlanıyorum. Neyse ki çok da uzak kalmayacak ve neler yaptığını Twitter'da #usin99days hashtag'i ile takip edebileceğiz.
Bizim için keyifli bir gündü diye mekana da yüksek not veremeyeceğim. Servis elemanı ve şarabımız dışında fazladan övgüyü hak eden bir şey olduğunu söyleyemem. Gozo'nun tapasları bence sıradandı. Bizim seçimlerimiz arasında bayıldığım bir lezzet olmadı. Ama çok fazla alternatif olduğu için belki bir şans daha verilebilir. Ayrıca belirtmekte yarar var: sunduğu lezzet ve kaliteye göre biraz pahalı bir yer. Yine de gidecekseniz "asla" da "mutlaka" da demediğimi bilin. :) Detaylı bilgi ve rezervasyon için buraya lütfen.
Sırada bir de kitap var. Aynı şekilde "asla" da "mutlaka" demeyeceğim bir kitap Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı. Adsız bir anti-kahramanı barındıran bu romanın içime biraz fenalıklar getirdiğini belirtmem gerek. Ana karakter olan "aylak adam"ın uyumsuzluğu, yalnızlığı, amaçsızlığı, anlam arayışı beni bunalttı diyebilirim. Hatta bu adam olabilecek en ideal yaşam durumu olduğunu düşündüğüm "yaşamak için çalışmak zorunda olmamak" gibi bir ayrıcalığa sahip olduğu için kafamdaki ideal kavramını yeniden sorgulamama neden oldu. Yoksa o ayrıcalık dediğim şey, amaçsızlığın başlangıç noktası mı diye düşünmedim değil! Yani yalın dili, samimi anlatımı falan tamam ama gerçekten sıktı beni bu tip. Ya da belki de Yusuf Atılgan'la zevklerimiz pek uyuşmuyor, çünkü yıllar önce izlediğim Anayurt Oteli filmini de sevmediğimi hatırlıyorum (ve Ömer Kavur'la ilgili bir problemim yok!). Yine de Türk edebiyatının önemli eserlerinden biri olduğu için sevip sevmediğinize benim yorumumla değil kendiniz karar verin derim.
Unutmayın bugün Bebek Şenliği başlıyor ve Pazar akşamına kadar da devam ediyor. Ben de büyük ihtimalle yarın öğleden sonra orada olacağım. Gelenlerle görüşürüz. :)
Hepinize harika bir hafta sonu diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder