Kısa Kısa Filmler

Kısa olmak zorunda çünkü 7 film var bu post'ta! Tatil köyü dönüşü hem yemek hem de içki ve tütün mamulleri anlamında 19 günlük bir detoks programına girince kendimizi filmlere verdik, sevgili okur. Akşam balkonda şarap, müzik ve sohbet yapamıyorsak, biz de biraz beyaz leblebi ve bir dilim buz gibi karpuz eşliğinde film izleriz dedik ve başladık:

1) Twice Born: Sen Dünyaya Gelmeden diye Türkçeleştirilen film Margaret Mazzantini'nin romanından uyarlanmış. Yıllar sonra oğluyla birlikte geçmişin sırlarını keşfetmek üzere Saraybosna'ya dönen Gemma rolünde Penelope Cruz var. Sık sık geçmişe dönerek büyük aşkı Diego'yla (Emile Hirsch) evli oldukları yıllara, tam da savaş dönemlerinde onların da adeta kendi içlerinde çocuk sahibi olma savaşı verdikleri dönemlere gidiyoruz. Ve bu sırada taşıyıcı anne olarak hayatlarına dahil etmeye karar verdikleri genç, güzel ve asi Aska'yla tanışıyoruz. Saadet Işıl Aksoy'un başarıyla canlandırdığı Aska'nın yaşadıkları belki de o dönem süren savaşın insanlık dışı etkilerini en yoğun hissedebildiğimiz sahneler oluyor. İzlerken bazı yerlerin kopuk olduğunu düşünebilirsiniz. Hiç merak etmeyin, en sonunda kafanızda oturmayan hiçbir şey kalmamış olacak. Ve Gemma ile Aska'nın yıllar sonraki kucaklaşmasıyla birlikte bir kez daha dışarıdan görünenle gerçekten yaşananın ne kadar farklı olabileceğini fark edeceksiniz. Ben çok sevdim bu dokunaklı hikayeyi. İzlemediyseniz mutlaka izleyin, tavsiye ederim. Penelope zaten her zamanki gibi harika ama bizim Saadet'imiz de hem güzellik hem oyunculuk anlamında kendisiyle yarışıyor, haberiniz olsun. 



2) Quartet: Dustin Hoffman'ın ilk yönetmenlik denemesi. Hikaye, profesyonel müzisyenlerin emekliliklerinde kaldıkları bir huzur evi olan Beecham House'da geçiyor. Her yıl burada kalan emekli sanatçılarla düzenlenen gala gecesi de bağışlarla ayakta duran bu huzur evi için kritik önem taşıyor. Bu yıl büyük bir opera sanatçısı olan Jean'ın da buraya taşınmış olması bir avantaj mı yoksa Jean'ın titiz karakteri ve  eski kocası Reggie'nin de orada olduğu düşünülürse dezavantaj mı izleyip görebilirsiniz. O yaşlarda yalnız yaşayan bir yaşlı olsam kalmak isteyebileceğim türden, gerçekten huzur dolu bir huzur evinde geçen, o yaşlara ve o yaşlarda da tutkunun önemine ışık tutan güzel bir film. İzlenebilir. 


3-4) Paradise: Love ve Paradise: Faith :  Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl'ın üçlemesinin ikisini izledik. Üçüncünün gazabından korunmak dileğiyle! :) Şaka yapıyorum aslında. Çünkü serinin Love bölümünü sevdim ben. 50li yaşlarda Avusturyalı bir kadının Kenya sahillerinde hüzünlü "aşk" arayışının son derece doğal  anlatımı ilginçti. Hüzün bunun neresinde derseniz: aşkın diğer ucunda geçimlerini sağlamak için bunu iş edinen genç Afrikalı erkekler bulunuyor. İki tarafla da empati kurmak, iki tarafın da içinde bulunduğu duygusal ve insani boşluğu hissetmek çok mümkün. Film adeta gizli kamerayla çekilmiş bir duygu belgeseli gibi. Üçlemenin ikinci filmi Faith'de ise kameramız İsa'ya aşık ve tatil günlerini bile insanları İsa yoluna çekerek erdemli bir toplum yaratmak için kapı kapı dolaşarak geçiren bir röntgen teknisyeni olan Anna Maria'ya yönelmiş durumda. Yine çok doğal ve birçok olguyu sorgulatan bir film ama sanırım tema olarak ilgimi çekmediği için diğeri kadar keyif alarak izlemedim bunu. Love (Aşk) tamam, ama Faith (İnanç) benim neyime, değil mi? :) Ama üçlemenin sonuncusu Hope yani Umut'muş (ki Umut'a her zaman bir şans vermek lazım diyerek Paradise defterini kapatmadığımı belirteyim.) 


5) The Graduate: Simon & Garfunkel'in "...wo wo wo God bless you please, Mrs. Robinson, heaven holds a place for those who pray, hey hey hey..." şarkısında sözü geçen Mrs Robinson'la tanıştık ayol, müjdeler olsun! Ne hatunmuş ama! Sen git, yeni mezun olmuş, ağzı var dili yok, efendi, gencecik delikanlı Benjamin'i baştan çıkar. Ailecek görüşüyorsunuz, bir de boyun kadar kızın var be kadın, utanmıyor musun?

Mahalleli dedikodusu tadında girizgâhımı yaptıktan sonra oyunculara geçiyorum. Benjamin'i Dustin Hoffman oynuyor. 1967 yapımı bu filmde Dustin Hoffman gencecik bir delikanlı olabiliyor elbette. Anne Bancroft ise Mrs. Robinson rolünde. Mrs. Robinson'ın kızı Elaine'i canlandıran Katharine Ross'un duru güzelliğine hayran kaldım bu arada. Sonra Google'dan şimdiki haline baktım ve hoş bir orta yaşlı kadın olmasına rağmen yaşlılığın sevimsiz bir şey olduğuna bir kez daha karar verdim. Yine de sağlıklı yaşlanıp, kırışıp, buruşalım tamam, ama çok hüzünlü bir yanı var işte. Genel olarak eğlenceli ve dönemin varlıklı Amerikalı ailelerinin yaşantıları hakkında     fikir veren bir film. Klasiklerden, biraz Yeşilçam saflığında ve tadında. İzlenebilir. 



 6) What Richard Did? : Son İstanbul Film Festivali'nde en iyi film seçilen İrlanda filmi. Filmde lise son sınıf öğrencisi, okulun popüler ve yakışıklı çocuklarından, aynı zamanda ragbi oyuncusu ve iyi aile çocuğu Richard'ın bir anlık kıskançlık, öfke, kontrol kaybı ile hayatının nasıl bir yön aldığı (ya da almadığı) anlatılıyor.  Filmin adını biraz değiştirerek Ne Yaptın Sen, Richard?! diye sorarken bulabilirsiniz kendinizi. Olayın doğrudan ve dolaylı tüm taraflarının sessiz bir vicdan sorgulamasını izliyoruz filmde. Düşündürüyor. Sadece bir gençlik filmi de denemez. İzleyin derim. 


7) V for Vendetta: Gezi olaylarının başından beri adını yeniden sıkça duymaya başlayıp, maskelerini de gördükçe aklımıza düşen 2006 yapımı bu filmi zamanında neden izlememiş olduğumuzu düşünüp taşınıp bulamadık. Acaba izledik de hatırlamıyor olabilir miyiz, dedik. Sonra izlemiş olsak unutmazdık herhalde diye düşündük. Natalie'nin bu saçları kazınmış, zindandaki halini hatırlıyor gibiyiz, dedik. Sonra acaba o Goya'nın Hayaletleri miydi diye düşündük. Velhasıl yine izlemekte çok geç kaldığımız bir film karşısında duyduğumuz utançla geçtik ekran başına. Ama bu gecikmede de bir hayır varmış bence. Bu dönemde bu filmi izlemek daha da bir harika oldu, dostum! Siz de izlemediyseniz izleyin, izlediyseniz bu aralar bir daha izleyin, izlettirin derim.


Wachowski Kardeşler'in bu muhteşem filmiyle ülkemizde son dönemlerde yaşananlar arasında o kadar benzerlik var ki birilerinin  Gezi'yi Hollywood lobisine bağlaması an meselesi olabilir. :) Hele bir de Başbakan  var ki filmde, ekranlara çıkıp bağıra çağıra dayılanan, bir süre sonra artık herkes sokaklarda olduğu için artizliğinin kimseye işlemediği insan durup bir düşünüyor bu Alan Moore kimden feyz aldı bu romanı yazarken diye. Gerçi birinden feyz almasına gerek yok. Totaliter rejimlerin ve faşist yöneticilerin hepsinin birbirlerine benzer özellikler gösterdiklerini biliyoruz. İngiltere'de 5 Kasım 1605'te Barut Komplosu olarak bilinen Saray'a karşı isyan ve Parlamento Binası'nı havaya uçurma girişiminin öncüsü Guy Fawkes'un özgürlükçü ruhunu temsil eden V'yi Hugo Weaving canlandırıyor (tabi yüzünü görmemiz mümkün olmuyor). Polisin elinden kurtararak yardım ettiği ama en çok korkularından kurtulmasına yardımcı olarak bir özgürlük savaşçısı haline getirdiği Evey'i ise hastası olduğumuz Natalie Portman. Gelecekte (2020 yılının İngiltere'sinde) geçen bu sivil isyan, örgütlü direniş ve en çok da özgürlük filmini hâlâ izlememiş olanlar varsa daha uygun bir zaman olamaz. Son olarak faşist yönetimlerin baskı yaratmak ve korkutmak için uyguladıkları her türlü yönteme karşı söylenebilecek belki de filmin en etkili repliğini paylaşayım sizlerle:

"Beneath this mask there is more than flesh. Beneath this mask there is an idea, and ideas are bullet-proof." (yani meali: Bu maskenin altında etten bir bedenden fazlası var. Bu maskenin ardında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez)

Bu Cumartesi detoks bitiyor. Tatilin ikinci haftasını kullanma zamanı geliyor. Muhtemelen tatilde her zamanki gibi yeme içmeyi abartacağımız için dönüşümüzde yine bir detoks seansı bizi bekliyor olacak. O zamana kadar filmlere ara veriyoruz. O zaman gelsin şezlongda saatlerce, kesintisiz okunan kitaplar! :) 









Hiç yorum yok: