Son Günlerde İzlenenler

Son haftalarda izlediğim üç filmden kısaca bahsederek haftaya başlayayım bakalım. İkisini önermeyeceğim, o yüzden aklınızı onlarla karıştırmadan hemen en harika olanından ve mutlaka izlemenizi istediğimden başlayayım: Broken. Koşulsuz Sevgi olarak Türkçeleştirilmiş olan Nisan 2013 yapımı filmin baş rolünde başarılı oyuncu Tim Roth (Archie) var. Aslında bana göre iki baş rol var ve bunlardan biri de 12 yaşında bir genç kız olan Skunk'ı canlandıran Eloise Laurence. Baba kız olarak her ikisi de gerçekten çok başarılı ve doğal bir oyunculuk sergiliyorlar. 

Filmin konusuna gelince: aslında Londra'nın banliyö mahallelerinden birinde birbirlerine komşu olan üç ailenin hayatlarına konuk oluyoruz. Bunlardan biri iki çocuğuna -sonradan aralarında bir yakınlaşma da yaşayacağı bakıcıları Kasia yardımıyla bakan- bekar bir baba olan Archie ve ailesi. Archie ilgili bir baba, iyi bir avukat ve düzgün bir profil. Hayatlarındaki en önemli pürüz kızı Skunk'ın şeker hastalığı. Kan değerleri ve iğneleri sürekli takip altında olmalı. Diğer aileninse hayatında pürüzsüz bir şey yok! Üç kızıyla birlikte yaşayan, karısını genç yaşta kaybetmiş bir adam, ama her biri ayrı sorun küpü olan bu aile bildiğin düşman başına denen cinsten. Üçüncü aile ise zihinsel engelli Rick Buckley ve kendi halinde bir çift olan anne-babasından oluşuyor. Film daha çok Skunk'ı merkez alarak ilerlese de bu üç ailenin öykülerinin dramatik bir biçimde kesiştiğine tanık olacaksınız. Ağlak bir film değil ama yine de biraz ağlamaya da hazır olun derim. IMDB'de 9 puan verdim ben, haberiniz olsun. Kaçmaz!


Sırada aylardır izlenmeyi bekleyen birbirinden sıradan, gereksiz, eh işte, olmasa da olur iki film var. İlki Beaver. Kukla olarak çevrilmiş ve gerçekten de baş rolünde Walter'ın (Mel Gibson) hayat verdiği bir kunduz kuklası var. Belki de sadece bu cümleyi bana söyleyen biri olsaydı zaten hiç izlemezdim! :) Neyse, aslında büyük bir beklentiyle izlemezseniz hoş ve boş zaman geçirmek için yaklaşık iki saatinizi de bu filmle harcayabilirsiniz. Ama baş rollerde Mel Gibson ve Jodie Foster (Meredith) olunca ve yönetmenliğini de Jodie Foster yapınca ister istemez beklenti büyüyor ve sonuç hayal kırıklığı oluyor. Walter ve Meredith aslında tam da mutlu aile tablosu oluşturabilecek bir aileleri varken önlerine Walter'ın depresyonu engel olarak çıkar. Ne yaparsa yapsın bunu aşamayan Walter'ın yardımına bir kunduz kuklası yetişir. Bu şekilde yeniden hayata dönen, insanlarla ilişki kurabilen Walter için kuklanın bir kurtarıcı mı yoksa düşman mı olduğunu filmi izleyip görebilirsiniz. Belki psikolojik derinliği daha güzel verilebilseydi, güzel bir aile dramı olabilirdi, ama olumlu/olumsuz etkilenmemiz gereken birçok yerde o duyguları gerçek anlamda hissedemedik.  Kısacası 2011 yapımı bu filmi izlemezseniz pek de bir şey kaçırmazsınız.       


Sırada Sean Penn için izlediğim ama yukarıdaki film için yaptığım genel yorumların aynısını bu film için de söyleyebileceğim This Must Be The Place (Olmak İstediğim Yer) filmi var. Bu film de 2011 yapımı, Hollywood'da büyük isimlerin abuk subuk işlerle piyasaya çıktıkları yıl olarak tarihe not düşelim lütfen! Sean Penn bir de çapulcu olacak hani, cık cık cık! ;) Gerçi oyunculuk anlamında her zamanki gibi çok iyi ama tek başına bir filmi götürmek için de yeterli olamamış ne yazık ki. 


Eski bir rock star olan Cheyenne'in öyküsü anlatılıyor bu filmde de. Dublin'de bıkkın, sıkkın, içine kapanık bir yaşam süren bir karakter var karşımızda. Dış görünüş olarak da The Cure'un solisti Robert Smith'in görünüşünden yola çıkmış yönetmen - ama sanırım bunu söylememe pek gerek yok, zira kapağa bakınca anlayabilirsiniz. ;) Cheyenne'in 30 yıldır görüşmediği babasının cenazesine katılmak için Amerika'ya gitmesiyle birlikte yaşamında bambaşka bir yolculuk başlıyor. Babasının Nazilerin yaptığı Yahudi soykırımıyla bağlantılı öyküsünü öğrenip, peşine düşmeye karar veren Cheyenne, bu süreçte kendi kişisel gelişimine de katkısı olan şeyler yaşıyor ve aslında belki de uzun süren bir çocukluktan geç kalmış bir yetişkinliğe geçiş yaptığı bir olgunlaşma dönemi yaşamış oluyor. Hikaye kulağa güzel geliyor değil mi? Müzikler de güzel. Sean Penn de güzel. Ama bir şey eksikti işte, bilemedim. Çoğu zaman sıkılarak izledik filmi. Belki de ağır akışı bir etkendi. Ya da ne bileyim biraz kopuk işlenmişti, duygu tarafı eksikti, vs. Sonuçta un, yağ, şeker vardı ama helva olmamıştı bence.:)

Daha sık yazabilmek dileğiyle hepinize iyi haftalar diliyorum.     

















Kendini Bul / Find Yourself

Galeri İlayda  4 Ekim – 10 Kasım tarihleri arasında Barış Cihanoğlu’nun  
“Kendini Bul / FindYourself”  isimli 15. solo resim sergisine ev sahipliği yapacak.

Genç kuşak çağdaş ressamlar arasında, kendine özgü resim dili ve sıra dışı bakış açısı ile bilinen Barış Cihanoğlu,  ‘"Kendini Bul / Find Yourself’’  adını verdiği son serisinde, yaşam içindeki bireyin kararsızlıklarını, benlik arayışlarını, bulunduğu dünya ile kendi iç dünyaları arasında kalışları ile araf’ta kalmanın yarattığı sorunları ve aidiyet meselesini irdeliyor.

Sanatçı resmine son dönemde eklediği deformasyonlara ve sıra dışı çekilmelere bu serisinde de devam ediyor.  Portrelerde uyguladığı deformasyonlarda, figürler adeta tuvalin dışındaki başka bir kütlenin çekim etkisi altında kalarak belirli bir yöne doğru sistemli bir şekilde çekilmekteler. Buradaki çekilmeler bazen, aynı kompozisyondaki iki farklı figürü aynı çizgide buluşturabiliyor ve bir anlamda onların kader ortaklığına gönderme yapıyor.  Bazı kompozisyonlarda benzer konumdaki figürler birbirleriyle kaynaşıp, adeta ‘’aynılaşıyor’’. Figürler durağan konumda iken sadece baş kısımlarından belirli bir yöne doğru çekilmeleri ise yaşam içindeki bireyin kendini bulmaya çabalarken istem dışı olarak sisteme entegre olma sürecine işaret ediyor.




Sanat yazarı, Özcan Türkmen, sanatçı için şöyle bir saptamada bulunuyor.  ‘"Son eserlerinde Barış Cihanoğlu, farklı yasalarla işleyen bir evrenin kapısını açmış oldu bizlere. Sanat bilinci, şayet bir parça zahmetle buluşursa, bu evren karşısında heyecan duyacak ve onun yasalarına, içyüzüne dair kendine sorular soracaktır.’’  Evrensel temaları kişisel üslubu ile irdeleyen Barış, sanatına sürekli yenilikler katarak, üretkenliği ve yaratıcılığı ile izleyenleri şaşırtmaya devam etmektedir. Sanatseverler 4 Ekim- 10 Kasım arasında Galeri İlayda’da açılacak olan bu farklı sergiyi görmeliler…

Galeri İlayda

Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye Tel: 0.212.227 92 92 

13. İstanbul Bienali

Hem açıldığı hafta sonu Dido&Ongun&Duru üçlüsüyle hem de bu hafta sonu İso'cumla birlikte gittiğim 13. İstanbul Bienali'nin Antrepo No.3'teki bölümünden izlenimlerimi aktarayım. Öncelikle 20 Ekim'e kadar devam edecek olan bu seneki Bienal'in en büyüğü burası olmak üzere beş ayrı mekana yayıldığını ve girişin ücretsiz olduğunu hatırlatırım. O yüzden birkaç kez gidip, acelesizce gezmek de daha mümkün. Girişte 5 TL'lik rehberi almanızı öneririm. Ya da rehberli turlara katılmanızı. Her ikisi de hemen hemen aynı ölçüde açıklayıcı oluyor. 

13. İstanbul Bienal'i bize "Anne, Ben Barbar mıyım?" diye soruyor. Bu temanın ortaya çıkışında ise 28 Mayıs'ta çadırların yakılmasıyla başlayan, 31 Mayıs-1 Haziran'da hemen her şehirden milyonların sokağa dökülmesiyle devam eden, sonrasındaki yaklaşık iki hafta inanılmaz bir hoşgörü içinde birlikte yaşam simülasyonunun sergilendiği ve 15-16 Haziran'da da aynı ölçüde şiddetli bir müdahaleyle bu yaşamın sonlandırıldığı Gezi Direnişi'nden yola çıkılmış. Gezi'deki yaşamın sonlandırılmasından sonrasında da farklı şekillerde ve formlarda devam eden bu sürecin bize verdiği mesajın farkına varılmış: çatışmacı, baskıcı politikalara karşı müzakereci, zayıf seslerin çoğunluk tarafından bastırılmadığı, ötekileştirme yaşanmayan bir kamusal alan talebi. Ancak bu mesajı alamayan otoritenin Duran Adam ve Yeryüzü Sofraları gibi en barışçıl eylemleri bile nasıl bastırmayı tercih ettiğini hepimiz gördük.

İşte Bienal'in ismi de oradan geliyor. "Barbar” kelimesi eski Yunancada "yabancı” anlamına gelir ve Yunanlı olmayan ve Yunancayı düzgün konuşamayan kişilerden söz etmek için kullanılırmış. Bu terim Ortaçağ'da önce Hristiyan olmayanları, daha sonra ise Batılı olmayanları tanımlamak için kullanılmış. Bugün ise genellikle, belirli bir kültürde aykırı olarak algılanan davranış biçimlerine göndermede bulunuyor. Güncel bağlamda ise “barbar”, uygar olanın sınırlarını daha da keskinleştirerek toplumdaki “mutlak öteki”yi yansıtmakta. Yani anlaşılmayan bir dil, ötekinin, yabancının, en dışlanmış ve bastırılmışın dili. Son dönemlerde en masum taleplerimizi, istediğimiz yaşam biçimini, hayal ettiğimiz dünyayı anlatırken bile kendimizi yabancı hissettiğimiz olmadı mı? Hah, işte belki de bu anlaşılmamışlıktan doğan kırılgan ruh halinin sorduğu bir soru bu: Anne, Ben Barbar mıyım?  Konu mankeni olarak -umarım Duru yetişkinliğinde böyle bir ruh halini yaşamak ve bu sorgulamayı yapmak zorunda kalmaz diyerek- Dido ve Duru'yu seçiyorum izninizle.


Favorilerime gelince:

1) Yine Gezi Parkı olaylarından yola çıkan Alman Sanatçı Christoph Shafer'in çalışması. Hamburg'daki bir mahalle parkının adının "Gezi Park Fiction St. Pauli" olarak değiştirilmesini kutlayan bir insan kalabalığının da bir parçası olan Shafer'in çizimleri aşağıda. Yerel düzeyde özgürleşmenin teşvik edilmesine destek olmak için farklı kentsel mücadeleleri birbirine bağlamanın gerekliliğine inanan sanatçı, İstanbul'un gerçek ve olası kentsel dönüşüm modelleri üzerine de kafa yoruyor.


2) İnsanlık Anıtı - Yardım Eden Eller: Ne şanslıyız değil mi? Çevreci olduğu kadar heykel sanatından da anlayan bir başbakanımız var. Heykele benzemeyen "ucube"leri yıktırıyor ki göz zevkimizi bozmasın! Wouter Osterholt ve Elke Uitentuis adlı iki Hollandalı sanatçı Kars'ta yıkılan İnsanlık Anıtı heykelinden yola çıkarak bir çalışma yapmışlar. Hatırlarsınız, heykelde iki figür, bir de yerde duran bir el vardı. İşte sanatçılar o devasa eli bir el arabasıyla sokaklarda dolaştırıp insanlara yorumlarını sormuşlar. Konuşanlardan da kendi ellerinin istedikleri şekilde bir kalıbını çıkarmalarını sağlamışlar. 120 adet döküm elden oluşan bu elleri de Kars'ta bir tepeye bir süreliğine yerleştirerek alternatif bir İnsanlık Anıtı yapmışlar. Çok hoş değil mi?



3) İspanyol sanatçılar Jorge Galindo ve Santiago Sierra'nın video çalışması çok güzeldi. Madrid'in meşhur Gran Via  bulvarında bir cenaze alayını andıran yedi araç geçiyor. Üstlerinde de hepsi baş aşağı duran dev portreler var. Kimlerin portreleri mi? Sanatçıların ülkenin bugünkü ekonomik çöküşünden sorumlu tuttukları devlet başkanlarının!

4) Halil Altındere'nin Sulukule'deki kentsel dönüşüme tepki olarak o semtin çocuklarınca dile getirilen hip hop tarzında bir öfke, direniş ve umut şarkısı ve klibini izleyebileceğiniz Harikalar Diyarı adlı video çalışması ilginç.

5) Guillaume Bijl'in Şüpheli adlı enstalasyonda komşuları tarafından şüpheli bulunan (nedenleri aşağıda) bir sanatçının aynı zamanda evi de olan atölyesine düzenlenen baskın sonrasında ele geçirilen şüpheli nesnelerin ve atölyenin baskın sonrasındaki halini gösteren çalışma çok güzeldi.


6) Claire Pentecost'un toprak-erg adlı çalışmasını sevdim. Para olarak el yapımı toprak külçelerin kullanılmasıyla yeni bir değerler sistemi öneren sanatçı, soyut değerler sistemine itiraz ediyor. Toprak külçelerin etrafında ise 43 çizim var. Büyük banknotlar halinde hazırlanmış bu çizimlerde geçmiş dönem ve günümüz filozof, yazar ve sanatçılarının yüzleri bulunuyor.

 
7) Amal Kenawy'nin Koyunların Sessizliği adlı video çalışması ilginçti. Kahire'de sokaklarda ellerinin ve dizlerinin üzerinde yürüyen bir insan grubuyla yaptığı performans çalışmasının sonunda izleyenlerin ve sokaktan geçenlerin insanların aşağılanmasıyla ilgili öfkeli tepkilerini de görüyorsunuz.

8) Zbigniew Libera'nın fotoğraflarından Özgürlüğün İlk Günü'nü çok sevdim. Yeni bir düzen kurulduktan ve eskisi yıkıldıktan sonra hayatta kalanların kendinden geçmişçesine kutlama yaptıkları fotoğrafı favorim oldu. Kendim çekmemişim, İKSV'nin sayfasından aldım. Libera din, ulus-devlet, bankalar ve çok uluslu şirketler sonrası bir dünyada yeni toplumsal öz örgütlenme biçimlerinin çıkacağını öngörüyormuş. Yani kafaca da uyuştuk kendisiyle..;)

9) Nil Yalter ve Judy Blum'un şehre yıllardır orada yaşayan iki yabancı kadın gözüyle bakarak yaptıkları Paris Işık Şehri adlı çalışmaları çok güzeldi. Sanatçıların Paris'in 20 bölgesiyle ilgili siyah-beyaz fotoğrafları ve yazdıkları notları kumaşlara iliştirdikleri eserde 18. bölge olan Pigalle'de kadın bedeninin sömürülmesine dikkat çekiliyor, 15. bölge olan Montparnasse'de konut krizine değinilirken, 1 bölge de Louvre'u, 3. bölgede ise o dönemlerde kadınların girmesinin yasak olduğu Paris Borsası'nı görüyoruz.


Bunlar ilk aklımda kalanlara örneklerdi. Bu gördüklerimizin dışında bir sürü şeye gözümü takıldı, pek çok video çalışması izledik, bazı işlerin ise açıklamalarını okumamıza rağmen anlamadığımız için yanlarından hızlıca uzaklaşmayı  tercih ettik. :)


Evet, Bienal'in ilk durağının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Umarım benimle gezmekten keyif almışsınızdır. Bu hafta sonu da Beyoğlu'ndaki Bienal duraklarını (Salt Beyoğlu ve Arter) gezmeyi düşünüyorum, bakalım yapabilecek miyim? 13. İstanbul Bienali ile ilgili daha detaylı bilgi almak için buraya biz göz atabilirsiniz. Gezme aralarında yenilip içilenler ise başka bir yazı olarak her an karşınıza çıkabilir.;)

Son olarak da tabi ki İKSV'ye ve dolayısıyla Koç Grubu'na bu güzel etkinliği bizlerle -hem de bu sene ücretsiz olarak- buluşturduğu için kocaman teşekkürler. İyi ki varsınız!


Anish Kapoor İstanbul'da

Çağdaş sanatın yaşayan efsanesi olarak bilinen Anish Kapoor gelir de ben gitmez miyim? Tabi ki gittim. Sanat eğitimini aldığı Londra'da yaşayan Hint asıllı Anish Kapoor, Turner ödülü dahil pek çok ödülün sahibi ve Kraliyet Akademisi üyesi.


Ünlü sanatçıyı belki de en ünlü yapan çalışmaları devasa boyutlarda olanlar. Örneğin, 2012 Londra Olimpiyatları için hazırlamış olduğu Olimpiyat Kulesi, Chicago'daki Millennium Park'ta bulunan 110 tonluk paslanmaz çelik Cloud Gate (Bulut Geçidi) heykeli, Paris'te sergilediği (ve hikayesini müzedeki tanıtım filminde de izleyebileceğiniz) 40 metre yüksekliğinde, şişirilmiş dev bir PVC balondan oluşan Leviathan çalışması, favorilerimden olan Köşeye Ateş Etmek enstalasyonu gibi çalışmaları. Malzeme çeşitliliği de dikkatinizi çekmiştir sanırım; ne bulursam ama bol miktarda! Gülmeyin, sanatçının 20 ton vazelin ve mum kullanarak yaptığı bir çalışması var. Şaka değil, 20 ton! Yani her eseri için ufak çaplı bir imalathane oluşturuyor olmalı.  

Bu çalışmalarını nasıl bir atölyede yapıyordur diye düşünürken, çalıştığı yere atölye demenin biraz küçümseme olabileceğini fark ettim. Olsa olsa bir hangarda, terk edilmiş bir fabrikada falan çalışıyor olmalıydı. Gerçekten de müzedeki tanıtım filminde gördüğümüz çalışma alanı böyle bir şeydi. (Atölye yerine şey demeyi bile daha uygun gördüm, gördüğünüz üzere.)

O yüzden Sabancı Müzesi'nde sergilenen eserleri en miniminnacık olanları.:) Aşağıdaki kolajda çalışmalarından bazı örnekler görebilirsiniz. Afişlerde de gördüğünüz sol üstteki oniks heykel 2000 yapımı Kaçınılmazlık, hemen yanındaki ise kaymaktaşından oyulmuş 2010 yapımı Disk. Sol atta mermer ve nehir taşları kullanılarak yapılmış Geçmişiyle (2009) adlı çalışması var. Yanındaki isimsiz bir çalışması, yine oniks ile çalışmış. 


Aşağıdakiler arasında favorim ise sağ alttaki Sekiz Sekiz (2004) oldu. Acaba favorim oniks mi, yoksa heykelin yerleştirildiği köşede arka fonun güzelliği mi, yoksa hepsi mi? Hemen yanındaki karışık malzemeyle yapılmış duvardaki ince uzun yarık da  favorilerimden oldu. Adı Arkeoloji ve Biyoloji (2007). Sağ alttaki mermer heykel ise Dil (1998) - ve evet, size çıkartılmış bir dil. :) Sağ üstteki duvar yarığından da sarı bir pürüzlü yüzey görünüyor, o ne ola ki? Hımm, Çiçek'miş (2007). Hint kökeninin getirdiği bir şey olsa gerek, pigment boya kullanmayı çok seviyor sanatçı. Bu da pigment ve karışık malzeme ile yapılmış bir çalışma işte. 


Çok eskiden, anlamadığım şeyi reddetme psikolojisiyle olsa gerek, modern sanatı sevmediğimi düşünürdüm. Sonra açık bir göz, zihin ve anlama/sevme zorunluluğum olmadan da bakabileceğim fikriyle modern sanata yaklaşmayı öğrendim. İşte o zaman modern sanatı da çok sevdim. Her gördüğüm şeyi çok sevdiğimi, anladığımı söyleyemem. Ama her gördüğüm bakış açısından, beynin olağan dışı çalışma biçiminden çok etkileniyorum. Hatta modern sanatta çoğu zaman eserden çok yorumdan etkileniyor, sonuçtan çok gidiş yoluna hayran oluyorum. Hiç az şey değil. Modern sanata karşı mesafeli durmaya çalışanlarla naçizane fikirlerimi paylaşayım. Ama Anish Kapoor'un da fazlasıyla modern olduğunu da hatırlatayım.     

Anish Kapoor sergisini görmek için 5 Ocak 2014'e kadar zamanınız var. Ama yerinizde olsam çok zaman var diye sona kalmaz, sergi çıkışında Boğaz'da yürüyüş yapıp, üstüne balık yeme molası verebileceğim Eylül-Ekim'in güneşli günlerinden birini tercih ederdim.  


Gelelim yukarıda gördüğünüz günün ganimetlerine...Geçen gidişimde bulamadığım ve en sevdiğim sergilerden biri olan Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türk Resmi'nin kataloğunu aldım. Yaşasın! Kataloğun üstündekini fark ettiniz mi? Aman Tanrım, gaz maskeli bir penguen direniyor orada! :) O da dönüşte uğradığım Bebek Şenliği 2013 ganimeti. Şu an kendisi buzdolabımın üstünde direnmeye devam ediyor. Ee herkes direniyor, sen de #direnpenguen ! :)

İyi hafta sonları...


Ölesiye

İstanbul Modern SinemaÖlesiye”de, tutkunun hükmettiği hayatların geçtiği 11 filmlik bir seçki sunuyor. 19-29 Eylül arası gösterilecek filmler ve zaman çizelgesi aşağıda yer almaktadır. Filmler hakkında daha detaylı bilgi için ise buraya tık tık. 


İrade ve yargıları aşan güçlü ihtirasların yaşandığı kara sevdalara, tutkudaki teslimiyet kavramına, tutkuyla tutsaklığın arasındaki çizginin kaybolduğu farklı kaderlere bakan programda sinema tarihinin farklı dönem ve coğrafyalarından örnekler yer alıyor. “Ölesiye” kapsamında Tarkovski, Demirkubuz, Buñuel ve Fassbinder gibi yönetmenlerin filmleri izlenebilir.


Ajandalara eklene. Ve şimdiden iyi seyirler herkese...


Sezon Finali: Club Med Kemer

Bu senenin sezon finalini Club Med Kemer'de (30 Ağustos-08 Eylül arası) yaptık. Notlarıma geçmeden önce bu yaz toplam 28 gün boyunca deniz tatili yapmış olduğum için şükretmek istiyorum. Benim için o kadar önemli ki yaz tatili, vücudun serotonin salgılamasını sağlayan şeyler listesinde kendisinin yerini hiçbir şey tutamıyor. Sağlıklı, mutlu, İso'cumla baş başa, gözümüzü ve ruhumuzu güzelliklere bırakarak geçirdiğimiz bu harika tatiller için manevi sponsorumuz Evren'e teşekkürlerimi gönderiyorum. :) Umarım ömür boyu hep tadı damağımızda kalan güzellikte seyahat deneyimlerimiz olur. Ama ilk kez o kadar da tatile doymuş döndüm ki ağzımdan şu sözlerin çıktığına şahit olanlar var: "artık İstanbul'u özledim, evimi, akşam ne yemek yapsam ki demeyi, tüm gün çeviri yapmaktan belimin ağrımasını, Migros alışverişi yapmayı özledim,vs..." Panik yapmayın, geçer. İstanbul, her daim uyguladığı psikolojik şiddete rağmen aşık olunan sevgili gibi bir ay içinde haşatımızı çıkarıp, tatili, yazı özletir yine, kendisine güveniyorum.;)

Gelelim ilk Club Med deneyimimiz Club Med Kemer'e. Burası bir yetişkin tesisi. Bizi biliyorsunuz, yaz tatilinde aradığımız çocuk gürültüsü olmadan güzel deniz ve lezzetli yemeklerin tadını çıkarmaktır. Burada da rezervasyon yaptırırken ya da Internet yorumlarında yemeklerle ilgili harika şeyler duymamıza rağmen, denizle ilgili neredeyse hiç bilgi yoktu. Bir de en ön plana çıkarılan özellik sınırsız eğlenceydi! 


Şimdi size üç kategoride kısa bir özet geçeyim:

Denizle ilgili doğru düzgün bilgi, resim olmayınca beklentimizi düşük tuttuk ama inanılmaz güzellikte bir deniz karşıladı bizi. Kocaman bir koyun içinde üç ayrı plajı olan, balıklarla ve carettalarla birlikte yüzdüğünüz, turkuaz dahil olmak üzere mavinin her tonuna sahip muhteşem bir deniz. Mikail sağ olsun, Eylül başında sapıtmasaydı sürekli de çarşaf gibiydi ama orada olduğumuz 3-4 gün hava birden serinleyip, feci bir rüzgar da başlayınca deniz de dalgalandı tabi. Hatta neredeyse iki gün hiç giremedik. Sonrasında da soğudu gibi oldu.Ya da belki de ben soğudum, bilemiyorum.:) Denizin uslu hali ile deli hali arasındaki fark aşağıda: 

  
(Kendimize kişisel not: Bu arada bizde bu fırtına koparken Ankara'da ve İstanbul'daki ailelerimizde de ne fırtınalar kopuyormuş meğer. Hiç unutmayacağız bedenen orada olsak da aklımızın Durukuş ve Ankara'da olduğu o günleri. Neyse ki, her şey yolunda. Her yerde fırtınalar dindi an itibariyle.) 


Denizin çarşaf olduğu günler tercihimiz çimlerde, ağaç gölgelerinin yarattığı serinlikte yatmak olurken, sersem eden o serin esintiyle birlikte ben yarı gölge-yarı güneş, öğleden sonra biraz güneş derken yavaş yavaş İso'yu gölgede bırakıp öğle sıcağında bile güneşe çıkarak ancak ısınabildim! Eylül başında ve Kemer'de böyle bir havaya ilk kez şahit oluyorum. Eylül denizi sevgimi gözden geçirmem gerek. Bu arada yayılma potansiyelimizi nasıl buldunuz, hiç fena değiliz değil mi? Sahile de bir bavulla insek fena olmayacak sanırım. Bu arada "haberim yokmuş gibi çek, panpa" fotosu değil o benimki, İso'cum ilk kez fotoğraf konusunda takdirimi kazanacak bir hamle atıp haberim yokken çekmiş, hem de hiç de fena çekmemiş hani..;)


Yemeklere gelince... Yemeklerle ilgili çok güzel yorumlar duymuş, Tripadvisor'da mutfağının bir numara olduğunu görmüş, ciddi bir beklentiyle gitmiştik veee... hayal kırıklığına uğradık. Çeşit bol, görüntü iyi ama içerik cık, olarak özetlenebilecek cinstendi. Dişlerimi etlerin üzerinde bırakmamak için "kırmızı ete hayır" kampanyası başlattım kendi çapımda. Kızartmalar çok ağır ve yağ çekmişti. Tatlıların sunumu ve görüntüleri harika olsa da lezzetleri eh işteydi. Her gün tabağına bir kaşık kısır alan İso'cumdan gördüğüm kadarıyla biz dönerken hâlâ kısır yapmayı öğrenememişlerdi. Çaylar berbattı. Servisler çok temiz değildi. Ve bir sürü şey daha söylenebilir işte. Aç kalmadık elbet ama ben Club Med'i sürekli eski sevgilim Robinson ile kıyasladığım için (yapmamak gerek, çok ayıp! :)) pek çok yerde benden puan kaybettiğini belirtmem gerek. Ayıp mayıp, kıyaslama yapacağım işte, ama en sona kalsın.

Şimdi gelelim eğlence ve aktivite kısmına. Gerçekten de bu tesisin en güçlü olduğu alan burası. Neredeyse 24 saat hareket var. Gerçekten abartmıyorum. Milletin sabah altıda diskodan döndük, falan dediğine çok kez tanıklık ettik. Bizse diskonun yerini bile görmeden İstanbul'a döndük. :) Gece 23.30'da "bey, artık gidip uyusak mı, yarın sabah denizini, sporunu kaçırmayız" diyen 70'lik teyzeler gibi hissettim kendimi o çılgın partiden bu çılgın partiye koşan tipler arasında. Amfi şovlarının bile gece 23:00'de başladığı bir yer burası. Konsept partileri çok başarılı (white party, köpük partisi, vs). İster katılın ister katılmayın, insanın enerjisini, ruh halini yükselten bir tesis ve entertainment ekibi olduğu kesin. Sakin tatil meraklısı bizden bile böyle görüntüler çıktı hani, gerisini siz düşünün.:)


Aman Tanrım! Yukarıdaki kolajın altı sırasındaki fotoğraflardan ortadaki resimde gördüğünüz dansçı, benim sabahları dersine girdiğim step hocam! Çocukcağızı gece gündüz çalıştırıyorlar demek ayol.:P Bu arada ben de sürekli spor yaptım gibi bir hava yaratmış olmayayım. Üç gün derse girip, gitmeden önce sızlayan bademciklerim daha da feci bir hal alınca doktor (yani baba) tavsiyesine uyarak kendimi yormamaya karar verdim. Yine babamın tavsiyesiyle bol sıvı da aldım ama sıvıların içeriği doğru muydu emin değilim! Babam su, çorba, meyve suyu falan diyordu sanırım ama ben parasetamollerimi bira, rose şarap ve buzlu kokteyller eşliğinde tüketmeyi tercih ettim.Gördüğünüz üzere işime geldiği gibi algılamaya bayılırım! :)


Şimdi genel notlar ve biraz da karşılaştırma yapacağım:

Bir sürü konuda tesisi Robinson Club Çamyuva ile karşılaştırdım, çünkü her ikisi de Kemer'de yer alan, bu sene uzunca bir süre kaldığım, genellikle yabancıların tercih ettiği, her şey dahil yetişkin tesisleri. Ama bu benzer özellikleri dışında dağlar kadar da farklı tesisler. Alman ve Fransız zihniyetinin birbirinden dağlar kadar farklı olmasının etkisi de olabilir.

* Yemekler: Robinson muhteşemdi. Burası çok vasattı. Geçen seneye kadar burası da harikaymış, ama şeflerini Belek'te yeni açılan Club Med'e kaptırmışlar. Haberiniz olsun, o harika yemekler artık Belek'te demek ki.

* Odalar: Çok eski, bakımsız, minibarsız, balkonsuz. Yenileneceği de yok çünkü altı yılları kalmış kira kontratlarının bitmesine.  Ama temiz. Ve giysi odası gayet yeterli. Yine de Robinson burada da daha yeni ve üstündü.   

* Deniz: "Denizin altını görmek, şnorkelle izlemek istiyorum," diyorsanız ClubMed, "denizin altıyla ilgilenmiyorum, atın beni derin denizlere iskeleden, yüzeyim koyu lacivert sularda" diyorsanız Robinson. O yüzden bu noktada İso'yla ayrıldık. O birinci şıkkı, ben ikinciyi tercih ettim. 

* Plaj: Şezlong, şemsiye ve çim alanların kalitesi, genişliği, güzelliği, vs anlamında yine Robinson diyorum. Ahşap şezlongumda kitabımı ve içkimi koyacağım yer bile vardı orada, hey gidi günler hey... 

* Servis elemanları: En sevmediğim şeylerden biridir birbirlerine laubali şekilde hitap eden garsonlar, animatörler, temizlik elemanları, vs. Burada ise aralarında ağzı açılmadık küfürlerle konuşan pek çoğunu gördüm. Ay ben şok! Hiç hoşlanmadım. Ama geceleri masamızı hazır eden Mehmet Abimiz bir harikaydı. 


* Eğlence: Burası "çılgın" ve "her saat" rahat eğlence anlamında her yeri geride bırakır. Robinson'da ise eğlencede de "kalite" çok ön plandaydı. Herhalde kalitenin çok baskın olmaması gereken alanlardan biri de çılgın partiler olsa gerek, limitleyici etkisi oluyor çünkü. Burayı eğlence anlamında daha başarılı bulduğumu söylemeliyim. Özellikle de bir "singles club" olarak. Ama şu plajdaki sulu şakalar olmasa daha mutlu olabilirdim hani! Tanıtım videolarında da görürsünüz: uyuyanların üstüne oyuncak örümcek ya da ıslak havlular atıp, uyanınca su, buz kovası falan boşaltmak, yakalayıp havuza atmak, vs falan gibi şeyler öğleden sonra saat 15:00'ten itibaren cin gibi uyanık ve tetikte kalmama neden oldu. Bildiğin gerildim yahu, paranla eziyet bu olsa gerek!

* Singles Club: Eğer kız kıza, erkek erkeğe gideyim, gönlümce takılıp, belki biraz da flört edeyim diyorsanız kesinlikle burası. Biz bile bara içki almaya giderken parmağımıza alyansımızı takıp gitsek mi diye düşünüyorduk! Robinson'daki "guten morgen"ların %80'i gerçekten "guten morgen"dı. Oysa buradaki "bonjour"ların %80'i sadece bir "bonjour" değildi. Birçoğu (şimdinin çocukları bilmez) eskilerin "slm, asl?"si manasındaki bonjourlardı. :) O yüzden kıpır kıpır, fıkır fıkır yaşlarda ve modlardaysanız burası. Daha sakin takılayım, keyifli sohbetler, belki de akşamları partilerde biraz flört, ama olsa da olur olmasa da, diyorsanız Robinson. Tabi yaşayanlardan fikir almanız daha doğru olabilir, benimkiler sadece gözlem. 
  
Sonuç olarak, her kategoriye bakıp zevkleriniz doğrultusunda size uygun olan tesisi az çok belirleyebilirsiniz. Her ikisini de öneriyorum, her iki tesisten de çok mutlu ayrıldım. Ayrıca tatilin kötüsü olmaz. Sağlıklı ve İso'cumla geçirilen bir tatil ise her zaman primadır! :)





Robbie Williams'la Sinemada Buluşmak İsteyen? :)

“Take the Crown Stadium Tour 2013” 
Türkiye’de ilk kez Cinemaximum’larda! 
Sadece 4 Gösterim: 30 Eylül-1-2-3 Ekim / Saat : 21:45 



Robbie Williams Türk hayranlarıyla ilk kez Cinemaximum Sinemaları'nda buluşuyor! 

7 yıl sonra ilk kez turneye çıkan ünlü pop yıldızı yüksek enerjisiyle olağanüstü bir şova imza attı! 2 ay süren konser turnesinde İngiltere, Almanya, Hollanda, Avusturya, İsveç, Danimarka, İtalya, Belçika, İsviçre, Hırvatistan ve Norveç’te Robbie muhteşem performansı ile milyonlarca hayranını coşturdu. 

Take The Crown Stadium Tour ile müthiş bir şovmen olduğunu kanıtlayan Robbie, 20 Ağustos 2013’te Tallinn'de 55.000 kişinin karşısında unutulmaz bir konser verdi. 2 saat süren nefes kesen performansta yer alan hit şarkılarının arasında “Bodies, Millennium, Let Me Entertain You, Feel ve Angels” da bulunuyor.



Robbie’nin, Tallinn konseri Power fm, D&R ve Beyazperde.com iletişim sponsorluğunda kristal netlikteki dijital görüntü kalitesi ve olağanüstü ses teknolojisi ile sadece 4 defa olmak üzere 30 Eylül, 1-2 ve 3 Ekim’de sadece İstanbul, Ankara, İzmir ve Eskişehir’deki Cinemaximum’larda gösterime giriyor. 

Fragmanı buradan ve buradan izleyebilirsiniz. 

Lokasyonlar
İstanbul: Cinemaximum Kanyon // Cinemaximum Palladium // Cinemaximum Caddebostan CKM Budak Ankara: Cinemaximum Panora // Cinemaximum Cepa 
İzmir : Cinemaximum Forum Bornova 
Eskişehir : Cinemaximum Espark