12 Years a Slave ile başlayayım. Yani 12 Yıllık Esaret. Hani bizim ülke olarak bizzat yaşayarak ödülü hak ettiğimiz durumdan bahsediyorum.:P Steve McQueen'in yönetmenliğini yaptığı ve bu seneki En İyi Fim Oskarı'nı alan film gerçekten insanın içine işleyen türden bir esareti anlatıyor. 1841 yılında özgür bir siyahi adam olarak ailesiyle birlikte yaşamını sürdüren müzisyen Solomon Northup, geçici bir iş teklifi alarak New York'tan Washington'a gider ve ne olduğunu anlamadan Güney'de bir çiftliğe köle olarak satılır. "Ne olduğunu anlamadan" derken gerçekten de bu işlerin nasıl bu kadar kolaylıkla yapılabildiğine, bazı siyahilerin özgür ve varlıklı bireyler, bazılarının ise birer "property (eşya/mal)" olmalarınınnasıl mümkün olabildiğine, özgür bir bireyin hiçbir hak iddia edemeden nasıl olup da köle yapılabildiğine akıl sır erdiremedim doğrusu! Ama gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan bir film olduğuna göre o dönem şimdiki hayvan haklarından bile daha az hakka sahip olan kölelerin sonuna kadar kullanıldığı bu sömürü sisteminde her şeyin mübah olduğunu anlayabiliyoruz. Hak, hukuk, özgürlük belgeleri, evraklar, vs hak getire. Yakalandın mı bittin! Ve Solomon da ne yazık ki yakalanıyor ve her türlü çabayı göstererek kendini kurtarıp ailesine kavuşması tam 12 yılını alıyor. O yıllar boyunca gördükleri, yaşadıkları ise insanı insanlığından soğutuyor. Solomon rolünde Chiwetel Ejiofor, zalim çiftlik sahibi rolünde Michael Fassbender ve kadın kölelerden biri rolünde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oskarı'nı da alan Lupita Nyong'o çok başarılılar. Ve film de tahmin edebileceğiniz üzere sizi eğlendirecek değil içinizi acıtacak türden, ama kesinlikle izlemeye değer, çok başarılı bir yapım. Tavsiye ediyorum.
Sıradaki film önerim It's A Disaster. Aslında bir trajedi filmi olması gerekirken bizi çok güldüren, çok eğlendiren, harika diyaloglarla süslenmiş, çok şeker bir film oldu bu. Çiftler brunch'ı için çiftlerden birinin evinde bir araya gelen dostlar telefon, elektrik, internet, TV yayını, vs gibi bir sürü kesinti bir arada yaşanınca bir terslik olduğunu fark ederler. Karşı komşularının gaz maskesi ve özel koruyucu kıyafetlerle kapılarına dayanmaları sonucunda da şehirdeki felaketi öğrenirler. Artık eve kapanmaları ve birlikte son birkaç saatlerini geçirmeleri gerekmektedir. Ama dediğim gibi bu asla bir felaket filmi değildir. İşin bu kısmı teferruattır. :) Karakterler ve ilişkilerin çözüleceği, keyifli sohbetlerin döneceği bu ev hapsini keyifle izleyeceksiniz. Kesinlikle öneririm.
Son okuduğum kitabı ise pek önerdiğimi söyleyemem. Hatta sadece 132 sayfalık bir roman olmasaydı zaman bile ayırıp okumazdım sanırım. Ama hazır başlamışken bitireyim mantığıyla bitirdim. Hızlandıkça Azalıyorum, ödüllü bir ilk kitap. Çok olumlu eleştiriler de gördüm hakkında. Norveçli yazar Kjersti Annesdatter Skomsvold’un bu ilk romanının baş kadın karakteri Mathea. Yaşlı ve iletişim özürlü olduğu için de yalnız bir kadın olan Mathea'nın iç dünyasını ve belki de hayatı boyunca tek iletişim kurduğu insan olan ölmüş kocası Epsilon'la paylaştığı birkaç an ve konuşmayı okuyacağınız bu romanın duygu yönünün biraz eksik olduğunu düşünüyorum. Konu itibariyle çok daha fazla etkilenmeyi beklerken kendimi yeterince kötü hissedemeyince "bir terslik var sanki" dedim. Kadının yürek burkan yalnızlığı ve toplumsal bağlarının zayıflığı, kendini görünür kılmak için gösterdiği marazi çabalar, iletişim özrü ya yeterince dokunaklı ve karşıya geçecek şekilde yazılmamış ya o şekilde çevrilmemiş ya da ben aynı yerden bakamadım duruma. Sonuç olarak pek de etkilenemedim bu öyküden ama yorumlar genellikle iyi, haberiniz olsun. Seçim sizin.
İyi haftalar hepinize..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder