Bu Zorlu Center'ın AVM'sini değil ama PSM'sini ve sinemasının yakınlığını çok sevdiğimizi söylemiştim daha önce. 9 Mart Pazar günü sinemanın açılışını yapalım dedik ve attık kendimizi Zorlu'ya. Ama önce 1 Mayıs akşamı için Notre Dame de Paris'nin biletlerini aldık ve British Masters' Edition sergisine bir göz attık. Damien Hirst, Gary Hume, Marc Quinn, ve Paul Morrison’un limitli sayıda üretilmiş başyapıtlarının sergilendiği bu mini sergi 4 Mayıs'a kadar devam edecek. Yolunuz düşerse mutlaka görün derim. Damien Hirst denince aklıma ilk olarak Swarovski taşlarla süslediği kuru kafası ve şu sergisi geliyor. Burada da sanatçının yine The Soul serisinde yer alan kelebeklerinden bazıları bulunuyor. Marc Quinn'le Arter'deki sergisi sayesinde çok yeni tanıştığımı ve eserlerinden çok etkilendiğimi biliyorsunuz. Bu kez kendini çiçeğe böceğe vermiş Marc'cım. Dijital baskı tekniğiyle yaptığı, canlı renklerdeki orkidelerden oluşan kompozisyonları bir harika dostum! Gary Hume'un ne yaptığını pek anlayabilmiş değilim, aramızda kalsın. :P Ama Paul Morrison'ın siyah-beyaz, çizgisel çiçek motiflerini de çok sevdim. İşte az çok aşağıdaki gibi çalışmalar sizleri bekliyor Zorlu'nun sergi alanında.
Sinema için de tercihimiz haftalardır vizyonda olan Eyvah Eyvah 3 oldu. Bu içten ve sıcacık serinin üçüncüsünü de kaçırmayacaktık elbette. Yine Geyikli'ye gidiyoruz, Hüseyin Badem ile Müjgan'ın evlerine konuk oluyoruz, bebişleriyle tanışıyoruz. Şöhret basamaklarını tırmanmakta olan Firuzan da aşk hayatıyla ilgili tepesi atınca kendini bu şirin evde misafir olarak buluyor. O sırada kasaba da yerel bir festivale hazırlanıyor. Belediye, organizatörler, "faiz lobisi" falan derken enikonu bir maceranın içinde buluyoruz kendimizi. Ben seviyorum bu ekibi. Bu seriyi çekerlerken keyif aldıkları çok belli, çok samimi ve uyumlu bir ekip. Yine içimizi ısıttılar sağ olsunlar. İzlemediyseniz, tavsiye ederim.
Bu Cumartesi de yine filmlerini çok sevdiğim ve doğal ve gerçek karakterlerinin yarattığı ortamları sıcacık bulduğum bir ismin filmine gittik. Tahmin ettiniz sanırım: Ferzan Özpetek'in Kemerlerinizi Bağlayın filminden söz ediyorum. Minik bir seks kaçamağı olarak başlayıp 13 yıllık bir evliliğe dönüşen bir aşk hikayesi var bu kez karşımızda. Karakterlerini birbirine yakıştıramasanız da onlar gerçekten de birbirlerinin "hayatının aşkı". Tam da görüntüde aşkın ateşinin sönmüş gibi göründüğü iki çocuklu bir evlilik içinde aşkları bambaşka bir sınavdan geçiyor: kanser. Ağlak bir hastalık filmi değil bu, ama güldüğünüz kadar da duygulanacağınız pek çok sahne var.
Ferzan Özpetek'in karakterlerin yaşadığı yoğun duyguları seyirciye inanılmaz başarılı aktardığını düşünüyorum. Kadının adamın peşinden garajına gittiği sahne, ilk kez birlikte oldukları kumsala yıllar sonraki gidişleri, hastane odasındaki sevişmeleri beni çok etkileyen sahnelerden bazılarıydı. Kızın (Kasia Smutniak) güzelliği, erkeğin de (Francesco Arca) vücudunun taşlığından etkilenmedim desem yalan olur. Erkeğin 13 yıl sonraki göbekli halinin dublaj, montaj, şantaj olabileceğini düşünmüştüm :P, ama Ayşe Arman röportajından okuduğuma göre çekimlere bir ay ara verilmiş ve kadın o sürede 10 kilo verirken, adam ise 15 kilo almış! Şaka gibi!
Yanımızda evinin salonunda gibi yüksek sesle konuşan ve sordukları sorulardan anladığım kadarıyla filmin sonuna kadar karakterleri hâlâ anlayamamış olan yaşlı çift gibi bir şanssızlığımız oldu bu seansta. Bu kabus duruma rağmen ben bu filmini de sevdim Ferzan Özpetek'in (lütfen bir daha filmlerine elma yiyen bir karakter koymasın ama, o kadın bir kere daha ısırsaydı elmayı çıkardım salondan!). Ve İstanbul filmini de merakla bekleyeceğim. Kitabını da aldım tabi ki, Okunacaklar rafımdaki yerini aldı çoktan.
Hepinize iyi haftalar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder