Agrigento

Palermo'dan sonra sırada bir gün kalacağımız Agrigento var. Öğlen saatlerinde B&B'a geldiğimiz anda bu minik şehri çok seveceğimi fark ediyorum. Hatta hemen "burada bir gün daha kalınırmış" falan demeye başlıyorum. Akşamına ise bir tam günün her şeyi yapmaya fazlasıyla yettiğini anlıyoruz tabi ki. ;)

Burada B&B Le Vie D'Arte'de kalıyoruz. Bulunduğu sokağın ve balkonumuzun açıldığı ufacık meydanın şirinliğini aşağıda görebilirsiniz. İşletmecisi Angelo çok ilgili ve yardımsever bir çocuktu. Arabamız için park yeri, günübirlik gezi önerileri, harita, yeme-içme önerileri verdikten sonra bize binanın ve dairemizin anahtarlarını vererek yanımızdan ayrıldı. Diğer kaldığımız B&B'lara göre en küçük oda burasıydı ve içeride biraz da Beşiktaş'taki öğrenci evlerinin rutubet kokusu vardı. Ha ha, rutubet kokusuyla bile duygusal bir bağ yaratmaya çalıştığıma inanamıyorum! ;) Bu arada kahvaltıyı da Angelo'nun verdiği fişler karşılığında birkaç adım mesafedeki bir kafeden alabiliyorsunuz. Özetle, çok uzun değil ama merkezi konumuyla bir gece kalmak için ideal bir yer.


Şimdi şehir öğle sıcağının sakinliğini yaşarken biz biraz enerji toplayalım. Kalos şehrin en özel restoranlarından biri. Minik balkonlarından birinde bir masa bulup, buz gibi bir şişe beyaz şarap eşliğinde nefis lezzetlerin tadına bakıyoruz. Genelde deniz ürünlü başlangıç ve ana yemekler seçip hepsine de tam puan veriyoruz. Kapanışı ise İsocum espresso ile yaparken ben limoncello istiyorum. Ama o da ne? Yeşil bir şişe getiriyorlar önüme. "Misket limonuyla yapılsa bile bu renk olmaz, ne ola ki bu" diye düşünürken servis yapan garson "limoncello kalmamış, bunu denemenizi istedim, beğenmezseniz benden" diyor. Adı allorino'ymuş. Ve o yeşil rengini veren ise defne yapraklarıymış. Ben beğendim, yolunuz oralara düşerse bir deneyin derim.


Yemeğin üstüne şehrin ana caddesi olan Via Atenea'nın 53 numarasında yer alan dondurmacıdan (Angelo önerisi) dondurmalarımızı da yedikten sonra Agrigento'ya gelme sebebimiz olan Valle dei Templi'ye, yani Tapınaklar Vadisi'ne gidiyoruz. 1997 yılında UNESCO Kültür Mirası listesine alınan bu dev arkeolojik alan Antik Yunan medeniyeti ve mimarisinin nefis bir örneği. 1300 hektara yayılan alanıyla dünyanın en büyük arkeolojik kalıntılarını oluşturan tapınaklar bir tarafta deniz, diğer tarafta şehrin uzandığı bir yükseltide yer alıyor. 

Önce kısa notlar: Giriş kişi başı 10 Euro. Park yeri var. Gezmek için en az iki saat ayırmanız gerekir. Öğleden sonra 15:30 gibi giderseniz sıcaktan baygınlık geçirmezsiniz. ;)

Bu dev alanda temel olarak yedi tapınak bulunuyor. En iyi korunan iki tanesi ise benim favorilerim olan Juno Tapınağı (aşağıda sol üstte) ve Concordia Tapınağı. Juno Tapınağı aynı zamanda Hera Tapınağı olarak da biliniyor. Diğer tapınakların da çoğu Yunan Tanrılarına adanmış. M.Ö. 5. yy'dan kalma Juno Tapınağı, M.Ö 406'da Kartacalıların işgali sırasında yakılmış ve bir de deprem geçirmiş olmasına rağmen büyük bölümüyle ayakta durabilmiş. Hemen yanında duran Hercules Tapınağı ise en eskilerden. M.Ö 6. yy'dan kalma tapınağın orijinalinde 38 adet olan sütunlarının sadece 8 tanesi ayakta ve 4 tanesinin başlığı günümüze kadar gelebilmiş.  Altta duran mermer heykeller 2005 yılındaki kazılarda çıkartılmış ve kıyafetlerin tarzı itibariyle M.S 1. yy'ın ortalarına ve İmparatorluk erkanına ait olduğu düşünülüyormuş. 


En korunaklı şekilde günümüze kadar ulaşan Concordia Tapınağı, M.Ö 430'da inşa edilmiş. Bu kadar dimdik ayakta durabilmesinin en önemli nedeni olarak 6. yy'da Hıristiyan bazilikası olarak kullanıldığı için yapının iyice güçlendirilmiş olması gösteriliyor. Önündeki Icarus heykeli başlı başına nefis olsa da tapınakla birlikte olağanüstü güzellikte bir fotoğraf karesi oluşturuyor. Balmumu kanatlarıyla güneşe uçmayı hedefleyecek kadar cesur, özgürlük ve öğrenme tutkusunun simgesi Icarus'un ne kadar yakışıklı olduğunu da bu gezide öğrenmiş bulunuyorum.;)


Daha pek çok tapınak kalıntısını da gezmeyi bitirdikten sonra akşam üstü şehrin sokaklarını biraz turladık. Sokakları dediysem tek alışveriş ve yeme-içme caddesi olan Via Atenea'yı. ;)


Sonrasında da akşamı yine aynı cadde üzerinde Enotria adında, kaldırıma atılmış birkaç masadan ibaret, çok güzel bir şarap barında sonlandırdık. Akşamın hafif serinliğinde nihayet kırmızı şarap içecek kıvama gelebildiğimiz için Sicilya'ya özel kırmızıları denedik bu kez. Yanında her zamanki gibi abartarak büyük boy söylediğimiz peynir ve şarküteri tabağı, mozzarella ve Parma ham'li focaccia ve chutney benzeri minik marmelatımsı soslarla geceyi ve adeta şehri kapattık diyebilirim. ;) Ve her zamanki gibi benim kafa yine "Nasıl sakin, nasıl huzurlu hayatlar var dünyanın her köşesinde, biz n'apıyoruz yahu burada?!" kıvamına ulaştı üçüncü kadehi ana caddenin sükuneti içinde yudumlarken. 


Ertesi sabah yine yollara düştük. Bu kez akşam Catania'da olacak şekilde (çünkü sabah erkenden dönüş uçağımız oradan kalkacak) Siracusa'yı gezmeyi ve öğle yemeğimizi orada yemeyi planlıyoruz. 

Bu arada unutmayın, Agrigento'ya deniz mevsiminde gidecek olursanız fazladan yapabileceğiniz bir şey daha var: Scala dei Turchi. Realmonte kıyısında yer alan ve adı Türk Merdivenleri anlamına gelen bu sahil, bizim Pamukkale travertenlerini andıran kireç taşı bir yamacın kıyısında yer alıyormuş. Keyifli bir kumsalı olduğu söyleniyor. Burada güzel görseller var, bir bakın isterseniz. 

Biz kaçtık! Siracusa'da görüşürüz. ;)

Hiç yorum yok: