Öncelikle 2014 yapımı olan bu üç filmi de izleseniz de olur izlemeseniz de. Yani izlemezseniz çok da büyük kayıp sayılmaz, ama sıkılmadan da izlersiniz hepsini. Şu andan itibaren okurların dörtte üçü dağılmıştır diye düşünüyorum, ama ne yapayım zaman en değerli şey hayatımızda. E ben de saygılı bir blogger'ım, uyarmam lazımdı. ;)
İlk olarak Kate Winslet ve memelerinin baş rolde olduğu A Little Chaos'tan (Küçük Karmaşa) bahsedeyim kısaca. Memelerde gözüm kalmış olabilir biraz, evet. Ama n'apalım, olan var olmayan var, hatun bahçıvan haliyle bile Hürrem (Meryem Uzerli olanı ;)) misali dolaşınca tüm filmde eli mahkum gözünüz takılıyor. Ama benden duymuş olmayın da meme dışında da hiç bayılmadım kendisine. O ateş gibi kadının bakışları, halleri, tavırları pek bir apatik geldi gözüme (ki çok severim hem oyunculuğunu hem tipini). Belki de ondan filmden de yeterince etkilenemedim, kim bilir. Dedikoduyu bırakıp filme dönecek olursam...
Efendim, hikaye 1682 yılının Fransa'sında geçiyor. Kral 14. Louis Versailles Sarayı'nda açık hava bir balo bahçesi alanı yaratmak istediği için peyzaj mimarlarıyla görüşülmesini istiyor. Saray görevlisi ünlü mimar Andre le Notre (Matthias Schoenaerts) işi kimin alacağına karar verecek. Ve değişik bir tarzı olan, genç ve güzel dul Sabine de Barra'ya (Kate Winslet) görevi veriyor. O dönemlerde bir kadın olarak bu işin altından başarıyla kalkan Madame Barra, bonus olarak bir de Andre'yle aşk yaşamaya başlıyor. Evet, konu güzel, dönem güzel, oyuncular güzel, ama filmin çok da akıcı bir temposu yok. Andre'nin karısı, kralın karısı ve Sabine'in kocası gibi arka planı anlamamızı sağlamaktan çok akışı bozan detaylar var. O unsurlar daha güzel dahil edilebilirmiş filme. Ama yine de izlenir.
Not: Matthiascığımı nereden tanıyorum diye düşünüp bulamadım film boyunca. Şimdi yazarken IMDB sağ olsun hatırladım. Rust and Bone'dan aklımda kalmış. O da ne filmdi ama!
Not: Matthiascığımı nereden tanıyorum diye düşünüp bulamadım film boyunca. Şimdi yazarken IMDB sağ olsun hatırladım. Rust and Bone'dan aklımda kalmış. O da ne filmdi ama!
Sırada Hayatımın Şarkısı olarak çevrilmiş, ama aslında Belier Ailesi olan bir Fransız filmi var. Fransa'nın kırsalında bir çiftlikte köy hayatı yaşayan, peynircilik ve hayvancılıkla geçimlerini kazanan dört kişilik bir aile Belierler. Ancak bu ailenin şöyle bir özelliği var: 16 yaşında bir genç kız olan Paula dışında ailenin tüm üyeleri işitme engelli. Dolayısıyla ailenin duyabilen ve konuşabilen tek kişisi olan Paula, onlar için adeta bir iletişim tanrıçası! Ama düzeni değiştirebilecek bir problemimiz var Houston: Paula kendi hayatını yaşamak için ölüp bittiği yaşlarda ve okul korosunun en yeteneklilerinden biri. Öğretmeni (Whiplash'takinin çakması :P) Paris'te yapılacak bir ses yarışmasına katılması için onu motive etmekte. Bir yanda ses sanatçısı olarak Paris'te devam edeceği hayatın cazibesi, diğer yanda ömür boyu çiftlik yaşamı. İçinde ailenin tek engelli olmayan üyesi olarak onları bırakacak olması ihtimalinin yarattığı suçluluk duygusu. Bakalım olaylar nasıl gelişecek? Klişeleri ve yer yer abartılı oyunculukları (özellikle anne karakteri, pöf! bir sakin dur be kadın!) olmasına rağmen izlenebilir filmlerden.
Son olarak Yves Saint Laurent filmi var izlediklerim arasında. Ünlü modacının yükseliş öyküsü, iş ve özel yaşamında partneri olan Pierre Berge ile ilişkisi, ruhsal zayıflıkları, buhranları, çekingen, yalnız ve zayıf tarafı anlatılmış filmde. Ayrıca 60'lı yılların özgür ruhu içindeki yaşamlarına ve sık sık gizli cennet olarak kaçtıkları Marakeş'teki günlerine de göz atılıyor. Sanatçının küllerinin serpilmiş olduğu Majorelle Bahçeleri'nin alındığı dönemlere de dönüyoruz - ki aklımda hemen bahçenin o nefis mavisi içinde gezdiğimiz gün geliyor capcanlı. Ah o her köşesinden aşk fışkıran bahçe, nefisti! Ve aşkla yaratan her sanatçının kendine çektirdiği ıstırabı izlemek de yine üzücüydü. Tam da bu noktada Yves Saint Laurent'i canlandıran Gaspard Ulliel'in çok başarılı bir seçim olduğunu söylemem gerek. Bu üçü arasında en sevdiğim film oldu diyebilirim. İzleyin.
Son olarak Yves Saint Laurent filmi var izlediklerim arasında. Ünlü modacının yükseliş öyküsü, iş ve özel yaşamında partneri olan Pierre Berge ile ilişkisi, ruhsal zayıflıkları, buhranları, çekingen, yalnız ve zayıf tarafı anlatılmış filmde. Ayrıca 60'lı yılların özgür ruhu içindeki yaşamlarına ve sık sık gizli cennet olarak kaçtıkları Marakeş'teki günlerine de göz atılıyor. Sanatçının küllerinin serpilmiş olduğu Majorelle Bahçeleri'nin alındığı dönemlere de dönüyoruz - ki aklımda hemen bahçenin o nefis mavisi içinde gezdiğimiz gün geliyor capcanlı. Ah o her köşesinden aşk fışkıran bahçe, nefisti! Ve aşkla yaratan her sanatçının kendine çektirdiği ıstırabı izlemek de yine üzücüydü. Tam da bu noktada Yves Saint Laurent'i canlandıran Gaspard Ulliel'in çok başarılı bir seçim olduğunu söylemem gerek. Bu üçü arasında en sevdiğim film oldu diyebilirim. İzleyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder