Samimiyetin Adresleri: Çağan Irmak ve Ferzan Özpetek

Çok ya da az seveyim, fark etmez. Yaptıkları her işte doğallıklarını ve içtenliklerini hissettiğim iki isim onlar. O yüzden illa ki seviyorum yaptıklarını. Birbirlerinden farklı yaşam tarzları, filmleri, bakışları olabilir; her ikisi de bana hep kendimi iyi hissettiriyor, içime sıcaklık yayıyorlar (güldürseler de ağlatsalar da). 

Geçtiğimiz hafta ikisinden de birer doz aşıladım bünyeye ve iyi geldi. Size de aynısını yapmanızı öneriyorum. İlk olarak Nadide Hayat'tan bahsedeyim. Geçen Cumartesi akşamı izledik filmi. Çağan Irmak yönetiyor, Demet Akbağ ve Yetkin Dikinciler ve caretta caretta'lar (neden iki defa söyleniyor ki? ;) ) baş rollerde, izlemememiz mümkün mü? Tabi ki değil! Konuyu biliyorsunuzdur: kısaca eşini ani bir şekilde kaybeden orta yaşlarda bir ev hanımının hayata tutunma arayışı diyebiliriz. Ya etraf ne der diye düşünerek toplumun kendine biçtiği evinde oturup torun bakma rolünü üstlenecek, ya da...? İşte o "ya da" bölümü o kadar önemli ki yepyeni bir hayata yelken açmak için. Umut aşılayan, insanın keyfini yerine getiren, imkansızın olmadığını gösteren, motive eden, nefis bir film Nadide Hayat. Umutsuzluğun ve karamsarlığın dibine vurduğumuz bu son dönemlerde ilaç niyetine bile izlenebilir. 

Her rolün altından kalkabilen, müthiş kadın Demet Akbağ almış götürmüş filmi. Zaten tam da ona uygun bir karakter aslında Nadide Hanım; güçlü, girişken, ayakları üstünde durabilen, anaç yanını "domestik Türk anası" seviyesini getirmemeyi başarmış nadide tiplerden.  Yetkin Dikinciler de gizemli deli kaptan rolüne harika gitmiş. Selda Bağcan'ın O Günler'i de yeni takıntımız olacak gibi, demedi demeyin. ;) Özetle ortaya sıcacık bir film ve nefis bir ana mesaj çıkmış. 
..."Ne derler?" diyenler sadece konuşanlardır. Yaşamak isteyip yaşayamadıkları için, korkak oldukları için başkalarını ayıplayıp intikam alırlar." 

Sen Benim Hayatımsın

Gelelim kitaba... Ferzan Özpetek'in İstanbul Kırmızısı'ndan sonra yazdığı ikinci kitabı Sen Benim Hayatımsın'ı da çıkar çıkmaz aldım ve bir solukta okudum. İlkinden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Ama iki kitabını da roman olarak göremediğimi de itiraf etmem gerek. Sanki filmlerinden birinin senaryosunda yer alacak karakterleri ya da olayları anlattığı öykülerden bir derleme gibi geliyor bana yazdıkları. Çok sıcak, çok samimi, çok doğal. Hatta bu kitabında bazı filmlerinden hatırladığım kareler bile var.  O meşhur terasında birlikte eğlenceli, bol sohbetli yemekler yenen apartmanı ve içinde yaşayanları net bir şekilde zihnimde canlandırabiliyorum. Harika dostluklar, çok renkli karakterler, Buco plajı gibi çılgın ve enerji yayan ortamlar, insanın kendisi olmasına izin veren müthiş bir özgürlük ortamı yine açıkça görülüyor bu kitapta da.

Ama aslında bu kitabın baş rolünde aşk var. Çılgınca bir aşk. Hayatını, varlığını karşındakine adayacak kadar büyük bir aşk. Okurken hüzünlendirse de yaşarken ne kadar iç ısıttığını, mutlu ettiğini, ruhen ve bedenen beslediğini anlamanın hiç de güç olmadığı bir aşk. Belki de bu korkunç dünyada ve çoğu zaman anlamsızlığını hissettiğimiz yaşamlarımızda tutunacak dal, sarılacak anlam olabilecek kadar büyük bir aşk. Okumalısınız...

Alıntılar
...Hafıza dijital değildir, eski bir film şeridi gibi döner ve yıpranır. Ve çok sevilen görüntüler yanar...
...Sık sık büyük korkularımızı düşünmemek için küçük korkularımızı beslediğimizi düşünürüm...
...Babalık içgüdüsü kuşkusuz annelik içgüdüsünden daha zayıftır ama yine de böyle bir şeyi hissetmen gerekir. Dünyaya bir çocuk getirmek büyük bir sorumluluktur. Böyle bir sorumluluğu almak için gerçekten çok genç ya da bilinçsiz olmak gerekir...
...Kendi hayatını yaşama cesaretine sahip olmamayı bir çılgınlık olarak görüyorum...
...Bir karınca yuvasına, merak ile yuvayı yok etmek arzusu arasında gidip gelecek kadar tepeden bakan birinin küstah kibri de yoktur bende. Bakarsam büyülenerek, onu korumaya, esirgemeye kararlı biri olarak bakarım. Ben de milyarlarca karınca arasında bir karıncayım ama kendime hayali, küçük bir tepe yarattım; oradan çevreme bakıp gördüklerimi anlatıyorum. Kendimi böyle hissediyorum işte: Uçsuz bucaksız bir gezegende, bir ekmek kırıntısını fethetmek için kilometrelerce yürümeyi başaran küçücük bir karınca gibi. Gözucuyla sana bakıyorum. Ekmek kırıntımın sen olduğunu biliyorsun...
Kısaca izleyin, okuyun, iyi hissedin!

Hiç yorum yok: