Sinemada kaçırdığımız Casuslar Köprüsü'yle başlayayım anlatmaya. Steven Spielberg yönetmenliğini yapmış, baş rolünde Tom Hanks oynamış, elbette kaçıracak değildik. Hollywood'a bayılmasak da bayıldığımız bazı isimler var elbet. ;) Filmin konusu da son derece ilgi çekici. Soğuk savaş döneminde Amerika'da tutuklanan bir Rus ajanı olan Abel'ı savunmak üzere idealist ve hümanist bir avukat olan James Donovan (Tom Hanks) görevlendirilir. İşini herkesin beklediği ve istediği gibi göstermelik yapmadan, hakkıyla yapan avukat Donovan'a önceleri sert eleştiri okları ve toplumun nefreti yöneltilse de daha sonra Amerikalı bir savaş pilotunun Rusların eline düşmesiyle birlikte yaşanan müzakere süreci bakışların değişmesine neden olacaktır. Hatta bir Rus ajana karşılık Amerikalı pilotla birlikte bir de Amerikalı öğrenciyi kurtaran avukatımız klasik olarak bir Amerikan filmin aranan Amerikalı süper kahramanı bile olacaktır. E olur artık o kadar, sever Amerikalılar böyle şeyleri der geçeriz. ;)
Rus ajan Abel'ı oynayan Mark Rylance'i o kadar sevdim ki ona bir şey olsa "kahrolsun Amerika!" pankartlarıyla sokağa falan fırlayabilirdim! ;) James Donovan'ın gerçek bir karakter olduğunu ve Küba ile yaşanan Domuzlar Körfezi krizi sonrasında da binin üzerinde savaş mahkumunun ülkesine geri dönmesini sağlayan müzakerelerde de baş rolde olduğunu öğrenince "hımm, gerçek bir süper kahramanmış, helal olsun adama" diye düşündüm. Tom Hanks her zamanki gibi bu dürüst ve idealist avukat rolüne çok iyi gitmiş, Steven Spielberg nefis bir konu seçmiş. Berlin dönem görüntüleri (Duvar'ın örüldüğü yıl) için de koca bir alkış. Abel'cığımı da boşa sevmemişim, onurlu adammış, Ruslar ve ailesi kucak açtılar kendisine, pek memnun oldum. Oscarlar öncesi mutlaka izleyin derim, bu film boş dönmez sanki.
Ancak hep övgüyle bahsedildiğini duyduğum Joy ile ilgili aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Oyuncuların hepsine ayrı ayrı bayılırım, dolayısıyla belki sırf onlar için izleyin diyebilirim. Az değil Jennifer Lawrence, Robert de Niro ve Bradley Cooper var! Hani öyle kendi hallerinde sohbet etseler bile izlerim ben bu üçlüyü. ;) Ama film eh işte. Yani güçlü kadın ve "istersen yaparsın" ve "çalışan kazanır elması kızarır" mesajlarını severim ve bunlar fırsatlar ülkesi Amerika'da sık sık rastlanan göz kamaştırıcı öykülerdir, buraya kadar lafım yok. Ama bunu doğallık ve gerçeklikten kopmadan, klişelere boğmadan yapın kardeşim. Çok mu zor? Yani bırakınız Joy'un öyküsü Cinderella tadında olmasın. Etrafındaki herkes onu köstekliyor, ama o herkesle iyi olmasın. Cinderella bile prensle evlendikten sonra üvey kardeşlerini saraya almaz, bizim Joy maşallah borç harç içinde ama işe yaramaz baba, ana, eski koca, üvey kız kardeş, iki çocuğun yükünü omuzlamış. Yine de yılmıyor, başarıyor. Evden çıkmasıyla birlikte TV'ye çıkması, üretici firmanın fabrikasında mafyatik adamlarla uğraşması, Dallas'ta üretici tehdit etmesi ve sonra yeni girişimleri destekleyecek patroniçeye dönüşmesi bir oluyor. Ya bırak allah aşkına, boğmayın beni bu klişelerle, izleyemiyorum öyle olunca. Doğal gidin. Bin süpürge satsın, borçlarını kapatıp kendi şirketini kursun yeter. Sonra iyi olsun, gözümüz yok da, başlamasıyla 100 km hıza ulaşması arasında saniyeler olmasın, dediğim o. ;) Fazla zamanınız varsa izleyin, izlemezseniz kayıp değil derim.
Bir seneden uzun süredir evde izlenmeyi bekleyen bir Fransız filminde sıra: Dans la Maison, yani Evde. Şahane bir film bu! Sinema değil de edebiyat adeta. Kitap yazma sürecine tanıklık eder gibiyiz hep birlikte. Yazdığı bir kompozisyon ile Fransızca öğretmeni Germain'ın ilgisini çeken Claude (Ernst Umhauer) adlı esrarengiz, liseli erkek öğrenci "arkası yarın" tadında hikayeler yazmaya devam ederek sınıf arkadaşı Rafa ve ailesinin yaşamından bahseder. Aslında paldır küldür mahrem alana girmesine rağmen hikayeleri o kadar merak uyandırır ki öğretmen Germain (Fabrice Luchini) ve hatta galerici eşi Jeanne (Kristin Scott Thomas) merakla her gün yazmasını beklerler. Bu sırada bu tutkulu süreç yüzünden işlerin çığrından çıktığı da olur ama kimin umurunda, artık Claude'un hikayesi herkesi ele geçirmiştir. Yönetmen François Ozon'un çektiği bu bulmaca gibi filmi mutlaka izleyin. Sonu biraz aceleye gelmiş gibi, n'oldu ya, diye kalakalmamızı sağlamış olsa da gerçekten çok severek izleyeceksiniz.
İyi seyirler!
2 yorum:
Joy'un gerçek bir hayat hikayesi olmasını sevdim ben. Diğerlerini not aldım izleyeceğim. The İntern izledim en son, sevdim :)
Füsun T.,
The Intern benim de izleneceklerim arasında duruyor, ama onun da klişelerle dolu olmasından korkuyorum açıkçası. ;)
Yorum Gönder