Garipçe Köyü ve Kıvırcık Ali'nin Yeri

Geçen hafta Cumartesi günü havanın da güzelliğini fırsat bilip kendimizi daha önce görmediğimiz Garipçe Köyü'ne attık. Hem 3. Köprü'yü hem de köyü bitmeden (!) önce biz de bir görelim istedik. Gerçekten bir köy ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Burası derme çatma köy evleriyle, kıyıdaki birkaç küçük balık lokantasıyla, tezgahlarda satılan köye ürünleriyle gerçekten de İstanbul'un yanı başında bir köymüş. 

Kaleden manzarayı ve köprüyü en açık şekilde görebilmek için birkaç dakika tırmandık. Kale dediysem, birkaç sur kalıntısının olduğu bir tepe. Belki de şimdiden belediye çay bahçesi için ayrılmış ya da o çok meşhur dondurmacıya satılmıştır arazisi! Köprünün bitmesine az kalmış. İçimiz daha da bir cız etti bu nedenle. On sene sonra bambaşka, çirkin bir manzara ve çok daha az yeşille karşılaşacağımıza neredeyse eminim. 


Köyün estetikten uzak sokaklarında bir tur attıktan sonra balık yemek için methini çok duyduğumuz Kıvırcık Ali'nin yerine gittik, yani yeni adıyla Qarip Restaurant. Kıvırcık Ali sahibi ve gerçekten çok ilgili, hoş sohbet ve güler yüzlü bir adam. Kıvırcıklığı gençlikte kalmış, bize eski fotoğraflarını gösterdi. ;) Buradaki restoranlar içkisiz bu arada. Ben reiki nedeniyle 21 günlük arınma sürecinde olduğum için o hafta tam bana göreydi, ama normal şartlarda rakısız balık lokantası için "bizimle deyılsin" deriz. ;) Ama hakkını vermem gerek, yediğimiz her şey taptaze ve inanılmaz lezzetliydi. Sarıkanat, tekir (hem de Kıvırcık Ali'nin önerisiyle ızgarasını) ve kalamar ızgara yedik. Önden gelen mısır ekmeği, tulum peyniri ve tereyağ, kuzinede pişirilip masamıza getirilen sıcacık ekmekler ve en sonunda balığın öldüğünü anlaması için bölüştüğümüz ayva tatlısı da olaydı. Ancak fiyatlar öyle uygun falan değil. Arnavutköy'de bu fiyatlara yersiniz diyebilirim hatta. Yine de merak ettiğimiz bir yerdi, ilkbahar ya da yazın kalabalığında değil de kışın nispeten güzel bir arınma gününde denediğimiz iyi oldu. 


Dönüşte de yukarı kıvrılan köy yolu üzerinde yürüyüş yaparken de gördüğümüz Saniye Teyze'nin yerine uğradık. Oğlunun da meydanda tezgahı varmış meğer. Ama yürürken selamlaştığımız bu topluca ve güleç köylü kadının ürünlerinden almak istediğim için meydanı pas geçmiştik biz. Saniye Teyze'yle sohbet ederken bir yandan da arabanın bagajına da doğal tereyağ, mısır ekmeği, tulum peyniri ve köy yumurtası atmayı ihmal etmedik. Kavurma da ister misin kızım dediğinde "yok teyzecim, kilo almayalım" cevabı verince "aman beni görmüyor musun kızım, boşver kiloyu miloyu. Bir de bu halimle ördekleri beslemeye giderken düştüm, bak şuradan yuvarlandım, üçüncü kez aynı yerini incittim ayağımın, doktora falan da gitmedim, biliyorum artık zaten nasıl geçeceğini" diye kıkır kıkır gülerek anlatıyor kadıncağız. Kafamda deli sorular: şişman mı mutludur, köyde yaşam mı mutluluk getirir, yoksa bu kadın da biz İstanbul tiplerini şirinlikle tavlamaya çalışan Lays teyzesi tipi midir, biz neden parmağımız ağrısa doktora gideriz, biz şehirliler niye her şeyin ardında bir neden, bir hikaye, bir kalıp bulmaya çalışırız, bir gün doğal yaşamı turistik bir aktivite olarak değil de gerçekten içselleştirerek yaşayabilecek miyiz, falan filan...

Hadi hepimize iyi haftalar!

Hiç yorum yok: