Room, The Danish Girl, The Dressmaker, Spotlight

En sevdiğim iki tanesi ile başlayayım. Adı Gizli Dünya olarak Türkçeleştirilen Room'a kelimenin tam anlamıyla bayıldım. Son zamanlarda en etkilendiğim filmlerden biri oldu. Lenny Abrahamson'ın yönettiği Kanada-İrlanda ortak yapımı filmde baş rolde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülüne aday olan Brie Larson var. Gerçekten çok da iyi iş çıkarmış ama bence en az onun kadar iyi olan diğer isim de çocuk oyuncu Jacob Tremblay olmuş. Çok çok çok etkileyici bir film, mutlaka izleyin.  

(Dikkat! Konuyu anlatıyorum.) Filmde hayatları bir odada ve pek de harika koşullarda geçmeyen bir anne ve beş yaşındaki çocuğunu izliyoruz bir süre. Sonra şoke edici bir şekilde kadının aslında yedi yıl önce trajik bir kaçırılma olayıyla oraya hapsedildiğini, çocuğun orada dünyaya geldiğini, çocuğun dünyayı o oda sandığını ve gerçek dünyada hikayelerinin devam ettiğini bilen kimse olmadığını fark ediyoruz. O kadar sarsıcı ki onu anlamak! Sonrasında çok etkileyici bir kaçış planı. Ve sonrasında hapis dönemi kadar sarsıcı bir gerçek dünyaya uyum süreci bizi bekliyor. Sonuçta dünyayı oda, odanın dışını uzay, TV karakterlerini de dünyadaki diğer yaşayan canlılar olarak bilen, tavan penceresi dışında gün ışığına çıkmamış beş yaşında bir çocuk ve yedi yıldır yaşadığı travmayı ona yansıtmamak için ona hikayeler uydurarak küçük ama sevgi dolu bir dünya kuran, bir yandan da çocuğu kurtuluş umudu olarak görerek yıllarca sabretmiş genç bir kadın var ortada. Harika bir konu, harika bir roman uyarlaması, nefis bir film. Kaçırmayın. 


Danimarkalı Kız da bu aralar çok etkilenerek izlediğim başka bir film oldu. Stephen Hawking'i canlandırdığı The Theory of Everything filmiyle sıkı takibe aldığım favori aktörlerimden Eddie Redmayne yine harika bir oyunculukla karşımızda. Einar ya da asıl kimliği olan Lili rolüyle mucizeler yaratıyor. Keşke Leonardo ile aynı ödüle aday olmasalardı bu yıl. Eşi Gerda rolündeki Alicia Vikander da çok başarılı. Yönetmen Tom Hopper'ı zaten müthiş filmlerden tanıyoruz: The King's Speech ve Sefiller. Yine harika bir konuyla harikalar yaratmış. Tarihte ilk cinsiyet değiştirme ameliyatını geçirerek bedenini ruhundaki kadın ile uyumlu hale getirmeyi seçen ressam Lili Elbe'nin hikayesi anlatılıyor filmde. Elbette eşi Gerda'nın müthiş desteği ve birbirlerine karşı sevgileri bana Laurence Anyways'i de hatırlattı. Gerçek aşkın cinsiyetten bağımsız bir şekilde kalbin mantığına kulak verilen durumlarda yaşandığını hatırlatan cinsten. İzlenmeli. 

Sırada Düşlerin Terzisi var. Masal tadında bir film. Baş rolünde çok sevdiğim Kate Winslet. Yıllar önce trajik bir olayın baş sorumlusu olarak çocuk yaştayken yaşadığı kasabadan ayrılan Tilly uzun bir aradan sonra doğduğu yere dönmeye karar verir. Artık yetişkin bir genç kadın ve iyi bir terzidir. Aslında geniş vizyonu ve yaratıcılığıyla şimdinin deyimiyle terziden çok moda tasarımcısıdır. Hafif çatlak annesi Molly'nin yanına yerleşir ve zor da olsa kasabaya kendini kabul ettirmek için uğraş verir. Bu sırada insanları düşlerindeki hallerine yaklaştıran giysi  tasarımları da kendisine bir yere kadar yardımcı olur. Ancak sonrasında orada tutunabilir mi, yoksa gemileri yakarak doğduğu topraklara sonsuza kadar veda mı eder, orasını izleyip görün derim. Çok bayıldığım bir film olmasa da keyifle izlenebilir, masal filmlerden işte. Öneririm.


Spotlight içinse konusu kendisinden daha güzel olan filmlerden biri diyebilirim. Bence öylesine güzel konu çok daha etkileyici bir şekilde işlenebilirmiş. Sonuçta yıllar önce üstü örtülmüş bir dava var Katolik Kilisesi'ndeki rahiplerin çocuklara cinsel istismarlarıyla ilgili. Her de araştırdıkça ortaya çıkıyor ki sayılar öyle böyle değil, onlarca rahibin karıştığı, belki yüzlerce çocuğun etkilendiği çok büyük bir skandal. Bu konuyu aydınlatmak üzere yeniden dosyayı açan cesur bir gazeteci ekibi ve Michael Keaton ve Rachel McAdams gibi başarılı oyuncular var.  Ama yani "vay be!" dedirten bir film değil işte bana göre. Yine de izlenebilir. 

İyi haftalar!

Hiç yorum yok: