La Vie En Rose, Victoria, Pride

Önce Dubai'den dönerken izlediğim La Vie En Rose filminden bahsedeyim. Fransız şarkıcı Edith Piaf'ın hayatının anlatıldığı bu filmi hiç duymamıştım. Oysa ki 2007 yapımıymış. Ne var ne yok diye gezinirken Marion Cotillard'ın adını görünce film dikkatimi çekti ve konusunu okuyunca da izlemeye karar verdim. Ve şimdi de ilk iş olarak size izlemenizi öneriyorum. Marion Cotillard mucize kadınlardan bana göre. Çok başarılı bir oyuncu ve üstlendiği her rolü müthiş bir doğallıkla canlandırıyor. Edith Piaf'ın şarkılarını bilirdim ama görüntülü hiç izlememişim. Şimdi konuşması, mimikleri ve o sarsak hallerine baktığımda neredeyse aynısını yapmış diye düşünüyorum. Bu biyografik filmde Edith Piaf'ın çocukluğundan ölümüne kadar uzanan zorlu hayatını, kaldırımlarda şarkı söylerken önce ülke sonra dünya çapında bir sanatçı oluşunun öyküsünü, hastalıklarını, ilişkilerini izleyeceksiniz. Zorlu hayat derken gerçekten de başından sonuna zorlu, yokluklar, aşk acıları, kaza ve hastalıklarla geçen bir hayatı olmuş Fransızların minik serçesinin. Yer yer çok üzülerek izlesem de birçok açıdan çok şanslı olduğu dönemleri de var elbet. Dolu dolu bir yaşam öyküsü. Her şeye rağmen direnebilen güçlü bir ses. Kırık ve yalnız bir ruh. Ve nefis bir film. Mutlaka izleyin. 

İkinci önerim İngiltere'den bir direniş öyküsü olacak: Pride (Onur). Aynı otorite tarafından hırpalanan birbirinden tamamen farklı azınlık gruplar birbirlerine destek olarak otoriteye karşı bir arada direnebilir mi? Örneğin LGBT ile maden işçileri birbirlerine destek olabilirler mi? Thatcher dönemi İngiltere'sine dönerek birbirlerine uzaylılar gibi bakan bu iki farklı grubun dayanışmasını izleyeceksiniz 2015 yapımı bu filmde. Çok tatlı bir hikaye. İnsanın içini ısıtıyor aslında. Farklılıkların insanı ne kadar zenginleştirebildiğini gösteriyor. Açık fikirli ve esnek bakabilenlerin her zaman manen ve ruhen kazançlı çıktığını hatırlatıyor. Yeter ki önyargılardan uzak bir şekilde birbirimize bakıp, farklı insanlar olduğumuzu kabullenelim. İşte o zaman metropolde nispeten marjinal bir yaşam süren bir gay/lezbiyen, muhafazakar bir kasabada yaşayan madenci ailesinin konuğu olabilir. Ve birbirlerinden bir sürü şey öğrenebilecekleri gibi, dayanışma ruhu içinde hareket ederek ortak bir yarar bile sağlayabilirler. Filme bayıldım. Ara sıra coşarak onlarla birlikte "Sooolidarity Forever!" (Sonsuza dek dayanışma!) marşı söyledim. ;) Herkesin kulağına küpe olması gereken şu cümlenin de altını çizdim: "Have some pride, 'cause life is short. (Hayat kısa, o yüzden biraz onurlu ol.)" Mutlaka izleyin, çok seveceksiniz bu hikayeyi. 

Gelelim Victoria'ya. Bu da Festival filmleri kanalında görüp de kaydettiğimiz, yine 2015 Alman yapımı bir film. Berlin'de geçiyor. Buraya yeni yerleşmiş İspanyol bir genç kız Victoria.  Şehirde kendine bir düzen kurmaya çalıştığı sıralarda bir gece eğlenmek için çıktığında Alman bir gençle yakınlaşıyor. Sonne adındaki bu gencin yanında arkadaş grubu da var - ben öyle bir arkadaş grubunu gördüğüm anda bağrıma taş basar ama kaçarak Sonne'dan uzaklaşırdım herhalde! Victoria pek bir cesur çıkıyor. Onlarla apartman teraslarında içmeye, ot çekmeye falan devam ediyor. Sonra bir bakıyor ki sabah olmuş ve hâlâ bunların hayatta kalanlarıyla birlikte şehrin sokaklarındaki macerası devam etmekte! Evet, tabi ki başa derde girecek. Herkes benim gibi önsezileri güçlü ve temkinli değil ki tabi. ;) Neyse, arkadaş grubunun derdi Victoria'yı da eli mahkum geriyor. En sonunda ise Victoria pek "kârlı" çıkıyor bu işten ama o yaşadığı travmaya değmez valla, benden söylemesi. Çok doğal oyunculuklar ve sahnelerle çekilmiş, 2015 Berlin Uluslararası Film Festivali'nden üç ödülle dönmüş, güzel bir film. İzleyebilirsiniz. 

İyi seyirler.   

Hiç yorum yok: