Tüy Kalemler - Marquis de Sade

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Uniq Hall'da Tatbikat Sahnesi'nin sahneye koyduğu Tüy Kalemler'i izlemeye gittik.  Uzun zamandır aklımda olan bu oyuna üçüncü sıranın ortasından yer bulmanın mutluluğu içinde izledim ve hikayeden müthiş etkilendim. Açıkçası oyuna Erdal Beşikçioğlu'nun yönetip, baş rolünde oynadığı bir klasik gözüyle bakmıştım sadece. Hatta Marquis de Sade'ın yazdığı bir eserin sahnelenmesi diye düşünmüştüm tadı kaçmasın diye hiçbir şey okumadan gittiğimde. Meğer Marquis de Sade'ın kendi yaşam öyküsü çıktı oyun! Üstüne üstlük ben Sade'ı sadece klasik ve cesur bir Fransız yazar olarak bilirken adam aristokrat bir filozof, pornografik bir yazar ve sadizm akımının öncüsü olarak çıktı karşıma. Oysa ki cehalet mutluluktu, değil mi sevgili okur? Şimdi bu bildiklerimle yaşamak çok daha zor olacak çünkü oyunda tanıdığım kadarıyla bu kaçık, özgür ruhlu adamı sevdim bir de ben yahu. 


Ömrünün neredeyse yarısını yaptıklarından dolayı hapishanelerde ve akıl hastanelerinde geçiren bir adam Marquis de Sade.  Kilise ve iktidar gücüne karşı her fırsatta haykırırcasına söylediklerini günümüz dünyasında bile dile getirmek güç. Din, ahlak, yasalar, kurallar onun için yok hükmünde. Tüm bunları yok sayarak, sadece zevk odaklı ve alabildiğince özgür yaşamak gerektiğine inanıyor. Cinselliğin doğası itibariyle şiddeti de barındırdığını, kişi sadece zevk aldıklarını yapma yoluna giderse eninde sonunda başkasına zarar verme pahasına bunu yapacağını savunuyor. Sadizm fikrinin ortaya çıkış noktası da bu zaten. Kendisi de yanında çalışan uşaklara, hizmetçi kızlara ve pek çok farklı insana taciz, hakaret, zor kullanma, şiddet davalarıyla defalarca gündeme gelmiş bir isim. 

Sadizm tarafını savunmuyorum elbette - yani ancak karşısındaki mazoşist ise bir sadiste mutluluklar dileyebilirim. Ama Sade'ın sapkınlık anlamında din adamlarının da akıl hastanesinde yatan kendisinden hiç aşağı kalır yanı olmadığını kanıtlarcasına meydan okumalarına bayıldım. O noktada feci haklı bana göre! 

Tabi dönem Fransız İhtilali'nin hemen sonrası olsa da özgürlük çanları Sade için de çalacak seviyede değil ne yazık ki. Kaldığı akıl hastanesindeki hücresinde elinden kalemleri, kağıtları, tüm eşyaları alınsa da zihnindekileri orada ayarladığı birileri aracılığıyla aktarmaya devam eden Sade'ı korkunç bir son bekliyor. Dilini kestiklerinde dışkısıyla duvarlara yazmayı sürdüren Sade'ın yazı yazmaya devam edebilecek tüm uzuvlarının yok edilmesiyle bile aklından geçenlere yeterince engel olamayacağını düşünen din adamları da akıllarından geçirdikleri ve uyguladıklarıyla sadizm alanında bambaşka bir çığır açıyorlar, sadizmin de tadını kaçırıyorlar! (Internet araştırmalarım sonucunda böyle bir sona rastlamadım Sade'ın yaşamıyla ilgili, umarım da doğru değildir başına gelenler. Bilgisi olan varsa duymak isterim.)

Doug Wright'ın yazdığı bu nefis oyunda Erdal Beşikçioğlu, hem yönetmen hem oyuncu olarak yine harikalar yaratmış. Oyunda da var olan bir sözden yola çıkarak "gerçek sanatçının asıl zor zamanlarda var olabildiğini" kanıtlayan isimlerden biri o. "İyi ki var" listemizin en başlarında yer alıyor tabi ki. Melisa Şenolsun ve Saygın Soysal'ın oyunculuklarını da çok beğendim bu arada. Mutlaka izlemelisiniz. 

Şimdiden iyi seyirler.

PS: İdefix listeme hemen bir Marquis de Sade kitabı eklemiş olsam da "Sadist" olmadığımı itinayla duyururum. ;)

CANAN'dan Kaf Dağı'nın Ardında

Beyoğlu ile aramı yeniden düzeltme çalışmaları kapsamında çok sevdiği Arter'e de uğradım geçtiğimiz haftalarda. Canan'ın Kaf Dağı'nın Ardında adlı masalsı sergisini gezmeyi çok istiyordum. Uzatılmamış olsaydı kaçırabilirdim ama haberiniz olsun, bu nefis sergi 18 Şubat'a kadar gezilebilecek.  


Serginin yerleşim düzeni de çok güzel düşünülmüş. Zemin kat Cennet, aradaki kat Araf ve en üst kat ise Cehennem olarak yerleştirilmiş. Böylelikle Cennet daha dünyevi bir zeminde yer alırken Araf adı üstünde bir  geçiş, Cehennem ise kendi korkularımızla yarattığımız bir yer olarak düşünülmüş. Ben hemen korkularımla yüzleşeyim de bitsin bu işkence diyerek en üst kattan başladım gezmeye. ;) Burada aşağıdaki kolajın sol üst köşesinde gördüğünüz beyaz tüllerin ve duvarların üzerine fosforlu boyayla çizilmiş cinler göz gözü görmeyen bir karanlıkta gerçekten de tedirgin edici bir etki yaratıyor. Garaibü'l-mevcudat adlı bu yerleştirme başlı başına Cehennem katını oluşturan çalışma aslında. 


Araf'a geçerken ilk olarak yukarıda sağ üst köşede gördüğümüz Şehretün'nar adlı çalışmayı görüyoruz. Efsaneye göre dört bin yüzü olan ve her bir yüzünden ayrı bir anlam okunan bir cinler anası Şehretün'nar. Yüzler Canan'ın kendi yüzü ve figürün baş kısmında görünen yüün ifadesizliği de yaşanan her türlü acıya karşın duyguları dışarıya yansıtmamak için gösterilen mücadeleyi simgeliyor. Sol altta ise daha tanıdık bir kadın -bildiğimiz anlamda olmasa da yılan bedenli olanı ;)- yer alıyor: Şahmeran. Araf katındaki yerleştirmelerden biri de Kaf Dağı'na varabilen otuz kuşu anlatan Simurg efsanesine gönderme yapan Kuş Kadın adlı çalışma. Taşa oyulmuş yarı kuş yarı kadın bir figür ve etrafında iki taşın üst üste konulmasıyla oluşturulmuş kuş figürleriyle hazırlanmış güzel bir yerleştirme. 


Serginin pek çok masal tadında çalışmalarından birini zaten giriş katında, dışarıdan camdan bakınca da görüyorsunuz. Hayvanlar Alemi'nde bildiğimiz hayvanların dışında ejderhalar ve Anka Kuşu gibi masalsı yaratıklar da yer alıyor. Diğer hareketli tülden heykellerin ise solda yer alanında Araf, sağdakinde ise Cennet tasvir edilmiş. 

Serginin en sevdiğim işlerinden biri Şeffaf Karakol adlı -daha önce gördüğüm ama nerede gördüğümü hatırlayamadığım- çalışma oldu. Burada Canan pek çok başka işinde de olduğu gibi kendi bedenini kullanarak nefis bir heykel ve gravürler ortaya çıkarmış. 1930'lu yılların siyasi ortamında iktidarın karakolların şeffaflaştırılmasına yönelik söylemine cevaben ürettiği bu işi görmelisiniz.  


En bayıldığım diğer bir çalışma için de bakınız Dışarıda Çok Kötülük Var. Her köşesi sanatçının kendi el yazısıyla kaplanmış küçük bir oda. Yatak çarşaflarından duvarlara kadar her yer. Bir akıl hastanesi odasını anımsatıyor. Metinler Kaf Dağı'nın ardı kadar uzakta olduğu düşünülen sevgi dolu ve iyi bir dünya özlemini ifade ediyor. Aşk, erotizm, sevgi ve doğa özleminin artık delilik gibi göründüğü bir dünyaya gönderme yapılan bu oda yerleştirmesine gerçekten bayıldım. "Sevişe sevişe kazanacağız. Öpüşe öpüşe iyileşeceğiz." Nefis!


Bir de sergide öyle güzel video çalışmaları var ki onlardan da bahsetmezsem olmaz. Ay Işığında Yıkanan Kadınlar, adlı dört dakikalık video Burgazada'da Marta Koyu'nda çekilmiş. Canan bu yapıtını 1980'lerin sonunda Burgazada'da yaşamış, özgür ruhlu, rivayete göre denize çıplak girdiği için dedikodu konusu olmuş ve baskılara dayanamayıp en sonunda intihar etmiş olan Madam Marta'ya adamış. 

Hezeyan adlı video çalışmasına kesin "bir bakar çıkarım" diye düşünerek girdim, çünkü süresi bir saatti! Ben tiyatro ve sinema moduna almadıysam kendimi beş dakikadan uzun Youtube videosu bile izleyemem, öyle diyeyim de anlayın hani. ;) Ama bir girdim içeri, giriş o giriş, çıkamadım! Sanal sohbet odasında tanışıp aşık olduğu bir adam uğruna deliliğe doğru yol alan bir kadının rüyaları, hayalleri, gündüzü, gecesi, paylaşımlarını anlatıyor videoda. Canan tabi ki kendisi oynuyor. Modern hayatın getirdiği yalnızlık ve mutluluk arayışına dikkat çeken çok etkileyici bir mini film tadında olmuş. İzlemenizi öneririm. 

Hatta bu serginin tamamını görmenizi, tadını çıkaracak kadar bir süre ayırmanızı, ücretsiz alabileceğiniz sesli rehberden hikayeleri dinleyerek eserleri bizzat yaşamanızı öneririm.

Şimdiden keyifli gezmeler. 

Nadar'ın Büyük Portreleri

Yılbaşı öncesi biraz tembellik benim de hakkım. O yüzden Nadar'ın kim olduğunu "buyrun, hazır yazılmışı var" diye aşağıya bırakıyorum. ;) Geçen hafta gezdiğim sergilerden biri de Fransız Kültür Merkezi binasında yer alan Nadar'ın Büyük Portreleri sergisiydi. Nadar'ın kim olduğunu okumayı bitirdikten sonra gelin benimle, size o portrelerin gerçekten de ne kadar büyük isimlere ait olduğunu göstereceğim. 


Paris'te Saint Lazare'de ve ışık aldığı için mecburen çatı katında yer alan stüdyosunda ağırladığı arkadaşlarının son derece samimi fotoğraflarını çekerek bu işe başlamış Nadar. Aslında gazetecilik üslubunda günlük yazılar ve romanlar yazan bir yazar ve karikatüristmiş. Bir karikatür projesiyle tanınıp takma adı olan Nadar ile anılmaya başlayan sanatçı aslında fotoğrafı ilk kez sanat kategorisine taşıyan isimlerden de biri sayılıyor. O kadar ki katakomblar üzerinde ışık yansımalarından tutun da balonla Paris semalarına çıkıp havadan fotoğraflar çekmek gibi uçuk denemeler yapıyor o dönemlere göre. 


Yine de en çok portre fotoğrafçılığı yapan ve bu alanda ünlenen Nadar'ın fotoğraflarını çektiği isimler arasında kimler yok ki...Eugéne Delacroix, Edouard Manet ve Giuseppe Verdi'yi yukarıda görüyorsunuz. Charles Baudelaire, Emile Zola, Ivan Turgenyev, Alexander Dumas, Lamartine ve daha pek çok ünlü ismin Nadar elinden çıkma fotoğrafları 15 Ocak'a kadar sizler için sergileniyor. Benim favorilerim ise Victor Hugo ve Jules Verne


Victor Hugo'nun ölüm döşeğinde de bir fotoğrafı bulunuyor sergide ama ne çekmeye ne de paylaşmaya içim elvermedi. Çocukluğumda tüm romanlarını okuduğum Jules Verne de ne yakışıklı bir adammış. Gözlerindeki ifadeden anladım, iyi bir insan da aynı zamanda. ;) Bu arada Jules Verne, Nadar'ın balon macerasını öğrendikten sonra onu Aya Seyahat adlı romanının kahramanı yapmış ve ünlü fotoğrafçıyı özgün ve cesur biri olarak niteliyormuş. 

Nadar, fotoğrafını çektiği isimlerin siluetlerini hep nötr bir fonun önüne yerleştirmiş. Kişileri abartıdan, hoş veya acıklı hale getirmekten kaçınmış, eğlendirici anlamı da dışlamış. Sadece içten bir benzerlik arayışında olmuş. O yüzden fotoğrafların hepsi de çok sade, çok doğal ve çok samimi. 75 yaşında Marsilya'ya yerleşen Nadar, 90 yaşında hayata gözlerini yumduğunda ardında pek çok fotoğraf, karikatür, roman ve yazı bırakmış. 

Şahsen ilginç bir isimle daha tanışmış olduğum için çok mutlu oldum. Siz de bu mutluluğu yaşamak isterseniz adresi biliyorsunuz. 15 Ocak'a kadar da zamanınız var. Yolunuzu düşürün derim. 

İyi haftalar!

YKK'da Sarmal Sergisi & Şiir Kitapları & Ara Kafe

Geçen hafta İFSAK'ın hızlandırılmış fotoğraf atölyelerinden birine katılmak için bol bol Beyoğlu'nda bulundum. Kurs için gittiğim günlerde yorgunluktan nasıl eve döneceğimizi bilemiyorduk elbette. Ama kurs biter bitmez bu kez sergi turu yapmak üzere Beyoğlu'na attım kendimi. Eylül ortalarında açılan Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık'ın -kendisine kısaca YKK diyorum ben- binasını, kitabevini ve Sarmal sergisini görmesem olmazdı. İlhan Koman'ın daha önce protestolara kurban giden Akdeniz heykelinin kendisine harika bir yer bulmuş olmasına da ayrıca sevindim.

(fotoğraflar buradan)

SARMAL

Gelelim yıl sonuna kadar devam edecek olan Sarmal sergisine. Yapı Kredi koleksiyonundan resimler, fotoğraflar, video çalışmaları, heykeller ve daha pek çok farklı eserin yer aldığı açılış sergisi artık neredeyse iki kata çıkmış olan sergi alanına yayılmış. Sarmal'ın ilginizi çeken pek çok bölümü olacağına eminim. Kendi en sevdiklerimden bazılarını da sizlerle paylaşacağım. Önce Savaşa Hayır! bölümünden seçtiklerim gelsin. Dünya gündemini savaşlar belirlerken sanatın savaşa hayır deme cesareti olması gerektiği düşüncesinden yola çıkılarak oluşturulmuş bu bölümde sikkeler, çizimler, fotoğraflar, resimler ve hatta 1543 yılında kalenin fethinden kalma bir Estergon Sancağı bile yer alıyor.

Aşağıdaki kolajda neler görüyorum derseniz, sağ üst köşede Montrö Antlaşması'nın çizimini görüyorsunuz mesela. Hemen yanında Francesco Casanova'nın Viyana Kuşatması adlı yağlı boya tablosu ve alt sıranın ortasında ise İbrahim Çallı tablosu bulunuyor. Alt sıranın solunda Ömer Uluç'un Madalya adlı modern eseri, sağında ise Erol Akyavaş'ın Bosna'daki Etnik Temizliğe Ağıt adlı serigrafik baskı çalışması var.


Savaştan Acı Odası'na geçebiliriz. Tema olarak da konum olarak da birbirlerine çok yakınlar ne de olsa. Burada da toplumsal ve bireysel acıları yansıtan çalışmalar yer alıyor. İlk kadın ressamlarımızdan Müfide Kadri'nin Beklemek adlı resmi sol üst köşede. Hemen yanında Cihat Burak'ın Meyhane'si duruyor. Altta solda yer alan ve Bruno Barbey'in Halk Koşusu'ndan adıyla sergilediği fotoğrafa bayıldım. Sağ altta ise Özer Kabaş'ın Ağaçları Götürdüler adlı yağlıboya tablosu bulunuyor.


Soyut eserler Kalp Coşkusu bölümünde sergilenmiş. Aralarında en sevdiğim ise açık ara Aliye Berger'in Güneşin Doğuşu adlı tablosu oldu.


İç ve Dış Dünyalar bölümünde de çok etkileyici çalışmalar vardı bana göre. Farklı dönemlere ait bu eserlerde sadece üretildikleri dönemin izlerini değil sanatçıların "iç ve dış dünyaları" nasıl gözlemlediklerine de tanıklık edeceksiniz. Buradan seçtiklerime geleyim. Sol üstteki Gidenler ve Bekleyenler adlı nefis fotoğraflara bayıldım. Alkışlar Şener Yılmaz Aslan'a. Alt sırada sağda ve solda ise en klasiklerden iki çalışma var: Hoca Ali Rıza'nın İftar Sofrası ile Osman Hamdi Bey'in Feraceli Kadınlar'ı. O kumaş kırışıklarını, şemsiye dantellerini, çorbanın tüten dumanını, zeytinlerin ve hurmanın üstüne düşen ışığın parıltısını yapan ellere hayran olmamak mümkün mü?  Ortada da yine çok sevdiğim bir ressam olan Fahrelnissa Zeid'in Çınaraltı tablosu var. Üstte sağda Füsun Sağlam'ın Yeniköy Korusu adlı tablosuna da ayrıca bayıldım. 1996'da yapılmış, nispeten yepyeni dönemlere ait. Koşuuun, belki koru hâlâ duruyordur yerinde! ;)


Kitap ve Kahve Zamanı

Sergiyi gezdikten sonra giriş katına iniyorum. Yapı Kredi Yayınları'nın tüm kitaplarının yer aldığı bu yüksek tavanlı, nefis aydınlatılmış ve yılbaşı için süslenmiş, güzeller güzeli kitabevinde biraz kitap koklama zamanı. Daha fazla kitap kokusu isterseniz binanın beşinci katında bir de kütüphane bulunuyor. 4000'i nadir eser olmak üzere 80000 kitabın sizleri beklediği, huzur dolu bir ortam var Beyoğlu curcunasının içinde, aklınızda olsun.

Ben şiir kitapları alıyorum bu kez. Yol Ayrımı filminde Rutkay Aziz'in oynadığı Altan karakteri şiirler okudukça canımız şiir çekmişti. Çok ayıp belki ama benim gibi bir kitap kurdunun da şu ana kadar hiç şiirle ilgisi olmadı. Şiir kültürüm çok zayıftır ve sever miyim sevmez miyim hiç bilmiyorum ama Şiir 101 tadında aşağıdaki üçlüyü aldım bu güzel kitapçıdan.


Ah, bir de başlıkta kahve demiştim, değil mi? Çok pardon. Hazır Ara Kafe'ye bu kadar yaklaşmışken ve hava da bu kadar soğumuşken Meksika usulü, acılı sıcak çikolatasından içmeden gitmek olmaz dedim. İyi ki de demişim. Tıpkı Beyoğlu gibi, onu da ne kadar özlediğimi fark ettim.

Bu arada "İstanbul'dan kaçmak lazım", "artık sevmiyorum bu şehri", "yılın 12 ayı Kaş'ta yaşasak keşke" falan gibi şeyler söylediğimi duyarsanız acilen susturun beni! Yok ayol, baya seviyorum ben sokağa çıktığım her seferinde bana turist gibi dolaşabileceğim bollukta alternatif sunan bu şehri. E yılın 4-5 ayı da Kaş'a kaçabiliyorsam daha ne isterim, değil mi? Evet her sene Kaş dönüşü bir ay falan mızmızlanabilirim ama o Kaş defteri değil yaz defteri kapandığındanmış, onu da keşfettim kendimle ilgili. Türkiye sınırları içinde yaşayacaksak eğer İstanbul hâlâ alternatifsiz bizim için. Bize sunduklarının tadını çıkararak, keyifle ve sağlıkla ve hep güzel yüzünü görerek yaşamayı seçiyorum bu güzel şehirde. Ama "lütfen gel, Roma'da evin hazır, İtalyan vatandaşı oldun, İtalyanca kursuna kaydını da yaptırdım" ya da "hatrım kalır bak, San Francisco'da nefis bir bahçeli ev ayarladım sana, kutlama için de Napa Vadisi'nden şarapları sipariş ettim bile, Green Card'ın da hazır" falan diyorsanız o zaman işler değişir. Bu tekliflere her zaman açığım, aklınızda olsun. ;))

İyi gezmeler. 

Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın

Sofu, katı, köşeli, acımasız bir annenin sözü bu. Bu dünyaya acı çekmeye geldiğine inanıyor. İsa bile çarmıha gerilmemiş mi nihayetinde? Biz kimiz de hayattan keyif alacağız, burası sınav yeri. Öldükten sonra Tanrı katına çıkınca ödülümüzü alırız diye düşünenlerden Bayan Winterson. Hadi kendin böylesin, bir de evlenip kocanın başını yakmışsın, onu da anladım, eyvallah. Adam bir yetişkin sonuçta, kendi ruhu kendi kararı. (Adamın bedeninden pek bahsetmiyorum dikkat ederseniz, zira bedeni kullanmak da ne demek! Sizi sapık hazcılar sizi! Bir de sevişip zevk falan almayacaktı herhalde kocasıyla ;) ) Neyse, çocuk yapmak için birkaç deneme sonrası çocuk da yapamadığını fark eden Bayan Winterson, bunun Tanrı'nın bir mesajı olabileceğini düşünmeden evlatlık edinerek zavallı Jeanette Winterson'ı da en az kendisi gibi manyak yetiştirmeye and içmiştir. Kızın mutlu olmak adına yaptığı ufacık bir şeye bile verdiği tepki de aslında kitabın başlığı ile özetleniyor: Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın. Normal demek elbette ibadetlerini aksatmayıp, cennette alacağı hazza odaklanarak bu yaşamda acı çekmek demek oluyor!


Neyse ki, manyak annelere rağmen, travmalarına rağmen nispeten hem mutlu hem de çok normal olmayı başaran örneklerden biri olmuş Jeanette. Onun böyle bir ailede büyümesinin ve sonrasında köklerini araştırmasının hikayesini okuyoruz bu romanda.   

Alıntılar..

*...Hayatın işleyişine -ve bazı insanların zorluklarla neden daha iyi başa çıktıklarına- kafa yorup anlamaya çalıştıkça, dönüp dolaşıp "yaşama evet" düsturuna varıyorum; buysa yaşamı sevmeyi, her ne kadar yetersiz olsa da, önce kendini sevmeyi gerektiriyor. Önce ben, tarzında değil, o yaşamın ve sevginin tam tersi çünkü; daha çok somon balığının akıntıya karşı yüzme kararlılığıyla, inadıyla sevmeyi öğrenmek; ters akıntı istediği kadar çırpıntılı olsun, o sizin akıntınız çünkü...

* Evlat edinilmek dışarısıdır. Bir yere ait olmamanın nasıl bir duygu olduğunu dışavuracak şekilde davranırsınız. Ve bunu, size yapılanı başkalarına yapmaya çalışarak dışavurursunuz. Herhangi birinin sizi sırf siz olduğunuz için sevdiğine inanmanız olanaksızdır.

* ...Biz hissedecek şekilde tasarlanıp inşa edildik, dolayısıyla hiçbir zihinsel halimiz, hiçbir düşüncemiz yoktur ki aynı zamanda bir duygu durumu olmasın. Hiçbirimiz aşırı, kaldırabileceğimizden fazla hissetmeyiz, ancak bazılarımız mümkün olduğunca az hissedebilmek için elinden geleni yapar. Hissetmek korkutucudur....  

* Mutlu sonlar yalnızca bir duraklamadır. Üç çeşit büyük final vardır: İntikam. Trajedi. Bağışlama. İntikam ile Trajedi genellikle bir arada gerçekleşir. Bağışlama geçmişin borcunu öder. Bağışlama geleceğin önündeki engeli kaldırır. 

***

Jeanette Winterson'ın bu otobiyografik romanı kesinlikle okunmaya değer. Akıntıya karşı yüzmeyi başarmış bir somon balığı olarak en büyük desteği kitaplardan almış olması ve sonunda bir yazar olması  da hikayesinin son derece etkileyici bir parçası bana göre. 

İyi okumalar.

Bağımlılığın Yıkıcı Etkileri

İstikamet Şişhane metro durağı. İstiklal Caddesi çıkışı tarafında Uluslararası Yeşilay Karikatür Yarışması'ndan seçilmiş eserler sizi bekliyor. Her türlü bağımlılığın yıkıcı etkileri ile ilgili karikatürlerin yer aldığı sergide çarpıcı işler var. Benim en sevdiklerim cep telefonu bağımlılığı ile ilgili olanlardı. Onlardan üç tanesini aşağıdaki kolajda görebilirsiniz.


Çok şükür ki sigara bağımlılığından yıllar önce kurtulduk. Kurtulduk demekle olmayan, yıllar sonra bile elini attığın anda başlayan bir bağımlılık türü olduğunu biliyorum sigaranın. Yedi yıl aranın ardından eskisi kadar çok olmasa da içtiğim yaklaşık iki yıl olmuştu. Hangi ara iki yıl olduğunu bile anlayamamıştım, ta ki sesim daha sık kısılmaya, sabah kazınarak yataktan kalkmaya başlayana kadar. Oysa "keyif için", "tek tük aralarda içkiyle", "sadece tatillerde" içmek üzere başlamıştık biz ayol, n'oldu da paketsiz çıkmaz olduk? İşte o aşamayı görür görmez kendimizden korktum ve son iki buçuk yıldır -umarım bir daha da elimi sürmemek üzere- yine sigarayı hayatımdan çıkardım. Zararlı etkileri saymakla bitmez. Öldürüyor yahu, daha ne olsun işte?!


İçki ve kumar bağımlılığı ile ilgili de birçok karikatür vardı sergide. Aralarından birileri aşağıda. İçkiyi çok sevsem de sabah uyanır uyanmaz içki içmek istemediğim için "çok şükür alkol bağımlılığım yok" diye kendimi teselli edenlerdenim. ;) İşin esprisi tabi ki bu. İçki ve kumar bağımlılığının da aileleri nasıl dağıttığını, kişiyi yalnızlığa ve depresyona sürüklediğini, hangi aşamalara gelip ne derece tehlikeli olabileceğini hepimiz biliyoruz. Karikatüristlerin gözünden bu konuyla ilgili bazı çalışmalar da aşağıda.    


Aslında bu serginin 16 Aralık günü bitmiş olması gerekiyordu ama şans eseri 18 Aralık Pazartesi günü metrodan indiğimde hâlâ devam ettiğini görüp çok sevindim. Size görün diyemeyeceğim, çünkü İstiklal Caddesi ile hasret giderme çalışmalarım kapsamında bugün de oralardaydım ve karikatürlerin kaldırılmış olduğunu gördüm. Bu paylaştıklarımla idare edebilecek misiniz bakalım? ;)

İyi gezmeler.


Füreya Koral Retrospektif Sergisi

En baştan söyleyeyim, sonra ara sıra aklıma geldikçe tekrar ederim: mutlaka görmelisiniz! Kale Grubu'nun 60. yıl dönümü şerefine Türkiye'nin ilk çağdaş kadın seramik sanatçılarından Füreya Koral'ın en kapsamlı retrospektif sergisi 18 Ocak'a kadar Akaretler Sıraevler No:16'da ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek.  Mutlaka gidin, bir an önce gidin, çünkü bir kez gezmek yetmeyecek bir(kaç) daha gitmek isteyeceksiniz. Ayşe Kulin'in Füreya kitabını da okumuş olmama rağmen Füreya Koral'ın asıl hikayesini, tutkusunu, azmini, çalışkanlığını, son derece yaratıcı ve modern tarzını asıl bu sergi sayesinde tam anlamıyla gördüm diyebilirim. Ve müthiş etkilendim. 

1900'lü yılların başında, Osmanlı'nın çöküş döneminde doğan, çağdaş bir Cumhuriyet kadını Füreya Koral. İki evlilik yapmış, ikincisi Kılıç Ali Paşa ile. İki sanatçı teyzeye sahip: Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger. Yaratıcı genler zaten ailede mevcut diyebilir miyiz bilmiyorum bu durumda. Ama bu genlerin Füreya Koral'da ortaya çıkışı neredeyse kırk yaşına yaklaşırken olmuş. Verem teşhisiyle İsviçre'de kaldığı sanatoryumda aslında hastalık sayesinde ortaya çıkmış seramik tutkusu ve 87 yaşında ölene kadar da devam etmiş. 

Aşağıda onun yetenekli ellerinin kalıbını çıkarmış olan Candeğer Furtun'un çalışmasını görüyoruz. Orta sırada ise teyzesi Fahrelnissa'nın kaleminden Füreya'yı. Defterde yazılı not ise Mustafa Kemal ve Latife Hanım'dan "Füreya Hanım, millete ifa edeceğin vazife mühimdir. Bunu bir an hatırından çıkarma! Ona göre çalış, hazırlan."


Sanatçının Atatürk'ün sözünü hakkıyla yerine getirdiğini görüyoruz, çünkü ölene kadar hiç durmaksızın üretmeye devam etmiş. Ve çok da çeşitli eserlere imza atmış. Seramik objeleri zaten biliyorduk ama siyah-beyaz desenleri ve resimleri benim için ayrıca sürpriz oldu. Bayıldım tarzına. Ayna gördüm mü de affetmem bilirsiniz. ;)


Seramiklere gelince. Hayatımda hiç bu kadar hayran hayran tabak izlediğimi hatırlamıyorum. Günümüzde onca maddi/fiziki olanak ve dünyadaki başka sanatçıların işlerine erişim şansı varken bile bu kadar yaratıcı ve çağının ötesinde işler yapan insan sayısı çok değil. O dönemde böyle güzellikleri ortaya çıkarmak, beni yaratıcılığın doğuştan bünyede var olması gerektiğine bir kez daha inandırdı. Çalışma ve eğitimle desteklenir elbette ama 1-0 gibi bir durum bence yaratıcılığın varlığı. Pipo standının, tabakların, balıklı serinin, ağaçlı serinin, bibloların, fincanların güzelliğine bakar mısınız?


Bu arada Füreya Koral seramik alanında en çok duvar panolarına önem vermiş. Aklında çini geleneğini çağdaşlaştırmak varmış. Anadolu motifleriyle başladığı panoları zamanla yarı-soyut bir nitelik kazanmış. 


Bir de kuş evleriyle başlayıp insan evleriyle devam ettiği harika bir seri var sergide. O minik evlerin hepsi ayrı bir hikaye. Hepsi ayrı bir yaşamı yansıtıyor içinde olduğu gibi dışında da.  


Füreya Koral'ın pek çok otel ve mimari yapı için de dev ebatlarda seramik duvar panoları yaptığını görüyoruz.  Divan Oteli'nde benim favorim kuşlardan varmış - en kısa zamanda görmek istiyorum. Avrupa ve Meksika'ya yaptığı seyahatlerin ona bu yönde ilham verdiği görülüyor. Bu seyahatler sonrasında mimarlarla işbirliği içinde çarşılar, hanlar ve diğer kamusal mekanlarda büyük panolar üretmiş. Ayrıca yine pek çok otele ve TBMM'ye seramik sehpalar da yapmış. 


Kısacası tanışmak isterseniz müthiş bir kadın sizi bekliyor Akaretler No:16'da. Hayran olmamak, yaptıklarına ağzı açık bakmamak mümkün değil. Sanatçının biyografisi, kişisel eşyaları ve fotoğrafları ve tabi ki 200'e yakın eseri defalarca görülesi güzellikte. İyi ki bu dünyadan böyle bir kadın geçmiş. İyi ki Kale Grubu da bize onu bu detayda sergilemeyi seçmiş. Ruha şifa... kaçırmayın, üzülürsünüz. 

İyi gezmeler.

Yol Ayrımı ve Aile Arasında

Gecikmeli yazıyorum bu aralar. Ayrıca az okuyorum. Twitter ve haber takip etmiyorum. Dizilere takılıp, AVM dolaşarak sezon alışverişi yapan bir tipe dönüştüm iki haftadır. Ayıp ediyorum yahu, bu ben değilim! Haber takip etmeyip mutlu olmak yerine dizi bağımlısı oldum. Sigarayı bırakıp çekirdek çitlemeye başlamak gibi. Spor yerine de alışveriş turlarını koydum. Al sana tüketim çılgını, "aptal Amerikalı" dediğimiz profil! Kendime gelmeliyim, bu geçici bir dönem olmalı. Yoksa bu da mutsuz edecek beni. Ama Netflix dizileri de bırakılacak gibi değil yahu. ;) Neyse, bulacağız bir orta yol.  

Bu arada iki sinema filminden bahsetmeden geçmeyeyim. İkisi de beni ters köşeye yatıran iki Türk filmi diyebilirim. Yol Ayrımı'nı beğenmeyeceğim sanıyordum ki çok beğendim. Diğeri için de tam tersi olduğunu söyleyebiliriz maalesef. Yani aslında fragmanlarını izlerken de "bu film Gülse Birsel'in olmasa hayatta gitmezdim" demiştim, dolayısıyla çok da ters köşe sayılmaz, değil mi? ;)


Yol Ayrımı, zaten Şener Şen'in baş rolünde oynadığı bir Yavuz Turgul filmi olarak kim ne derse desin izlenecekler arasındaydı. Şener Şen'i hep aynı tip rollerde görmekten çok sıkılmıştık, buradaki acımasız ve duygusuz iş adamı Mazhar Bey rolüyle değişik bir Şener Şen görmek bize iyi geldi doğrusu. Konu anlamında da çok sevdiğim bir film oldu Yol Ayrımı. Geçirdiği bir kaza sonrasında adeta öncesinde kaybetmiş olduğu vicdanını, duygularını, iyi insan olma özelliklerini yeniden kazanıyor Mazhar Bey. Lüks ve mesafeli kozasından çıkıp arkadaşı Altan'ın bohem evinde yaşamaya başlıyor. Yaşamıyla ilgili radikal kararlar alırken pek çok şeyin ilk kez farkına varıyor. Örneğin; yağmurun tenine değmesinin mutluluğunu ya da işçilerin de hakları olan insanlar olduğunu ya da bir sokak hayvanına yardım etmenin tatminini yaşıyor. Şiirle, şarapla, özenle ve emek verilerek hazırlanmış yemeklerle tanışıyor. Çok klişe gibi görünse de çok güzel işlenmiş bence filmde. Hani şirketiyle ilgili çok abartılı bir kararı var, onu saymazsak tabi. Onu da film icabı deyip geçebiliriz bence. ;) Altan rolünde Rutkay Aziz her zamanki aşık olunası. Nur rolünde Tilbe Saran ve Emine'yi canlandıran Nihal Yalçın da her zamanki gibi çok başarılılar. Yol Ayrımı'nda daha az geçilmiş yolu seçerek hem kendi hayatında hem başkalarının hayatlarında fark yaratıyor Mazhar Bey. Üstelik bonus olarak yitirdiği insanlığını da yeniden kazanıyor. 


Gelelim Aile Arasında filmine. Ya da hiç gelmesek mi? ;) Yok yok, o kadar yerden yere vurmayayım ama Gülse Birsel'den daha iyi bir komedi beklerdim diyebilirim yahu. Daha akıllı diyaloglar falan en azından. Biraz zoraki güldüm desem yeridir. Yani Engin Günaydın (Fikret) ve Demet Evgar'ın (Solmaz) olduğu bir filmde zaten onları keyifle izleyip gülebilirsiniz, ona diyecek lafım yok. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim trans oyuncu Ayta Sözeri'ye ve Adanalı kayınvalide Mükerrem rolünde Devrim Yakut'a da bayıldım. Ama ne bileyim, ben yazarımızdan daha fazlasını, çok daha fazlasını beklemişim herhalde. ;)

Neyse, kısaca Solmaz ve Fikret her ikisinin de ilişkilerinin bittiği gün tesadüfen tanışırlar. Daha sonra  Fikret, Solmaz'ın kiracısı olur ve aynı apartmanda yaşamaya başlarlar. Bu sırada Solmaz'ın kızı Zeynep, Adanalı sevgilisiyle evlenmek istemektedir ama çalgıcı baba ve müzikhollerde şarkı söyleyen anne ile geleneksel, varlıklı ve Adana'nın ileri gelenlerinden biri olan damadın ailesinin önüne çıkmak biraz zor olacaktır. Dolayısıyla Fikret, emniyet müdürü baba, Solmaz ise ev hanımı, mazbut anne rolünü üstlenerek şaşalı bir Adana düğününü atlatmaya çalışırlar. 

Eğlenceli, lay lay lom izlemelik, boş beleş iki saat geçirmelik gidilebilir filmlerden. En kötü güzel Adanamızı görürsünüz, canınız acılı şalgam suyu ve kebap çeker falan filan. ;) Gidin işte, kazansınlar. ;) 

Karşılaştırma falan yapmak istemiyorum, zaten bambaşka tarzlar. Ama şuraya not düşmeden de geçmeyeyim: Türkiye'de komedi anlamında gülebildiğim birinci isim Cem Yılmaz olmaya devam ediyor benim. İkincisi de Yılmaz Erdoğan. Dizilerinin hatırına Gülseciğimi de ilk üçe alıyorum, ama ikinci filminde kesinlikle daha fazlasını bekliyorum kendisinden. İmza: hayranı olan bir seyircisi. ;)

İyi hafta sonları ve iyi seyirler o zaman size. 

Pera'nın Zamanı

Kumbaracı50'nin Pera Palace Hotel Jumeirah'ın (ama ben bundan sonra kendisinden Pera Palas olarak söz edeceğim, çünkü daha güzel geliyor kulağa ve göze ;) ) çeşitli odalarında ve balo salonunda gerçekleştirdiği interaktif oyunu Pera'nın Zamanı'nı çok merak ediyordum. Bu yüzden 22 Kasım akşamı bu farklı deneyimi yaşamak üzere Pera Palas'ta olduk. Her köşesi tarih kokan, anı dolu böyle bir mekanda nasıl hikayeler izleyeceğimizle ilgili merak içindeydik tabi ki. Bellboy'lar (oyuncu olanları tabi ;) ) kulaklıklarımızı dağıtmak üzere bizi dördüncü kata yönlendirmeden önce bu güzel otelin lobisine, giriş katındaki barına ve dinlenme köşelerine göz gezdirme, her detayın tadına varma fırsatımız oldu biraz. 


Detaylar ve tarihe geçmeden önce oyundan bahsetmeliyim tabi. Açıkçası tiyatro oyunu olarak değerlendirecek olursam çok beğenmediğim ama farklı bir interaktif deneyim olarak "hiç de fena değil" diyebileceğim bir performanstı bu. Bir zamanlar burada konaklamış olan Agatha Cristie, Ernest Hemingway, Greta Garbo, Franz Joseph gibi dünyaca ünlü otel misafirlerinin odalarına ayrı gruplar olarak doluşarak izlediğimiz performanslardan oluşan oyunda belli bir hikaye, bütünlük falan yoktu. En son Grand Pera Balo Salonu'nda tüm oyuncular ve seyirciler bir araya toplandığımızda bile çoğu kişinin kafasında biz neden oradan oraya gidip durduk acaba otelde düşüncesi oluşmuş gibiydi. ;) Ama yine de görmeye değer mi? Bence değer. O koridorlarda ve odalarda sıkışıp kalmış hikayeleri bahar temizliği yaparak özgür bırakan bellboy'lar eşliğinde otelde dolaşmak her halükarda ilginç bir deneyim. Öneririm.  


İlk kolajdaki fotoğrafta o nefis vazo çiçekleriyle dolu masanın olduğu salon Yol Ayrımı'nda Şener Şen'in o can alıcı konuşmayı yaptığı salondu. Hafızamda tüm tazeliğiyle dururken kendisini bir de canlı görmek çok güzeldi. Her bölümün kristal avizeleri, aplikleri, kadife koltuklarla döşenmiş köşelerine bakarken merdivenlerden yuvarlanmadığıma şaşırıyorum. İkinci kolajda eski tip concierge ve house phone'ların tatlılığına ne demeli? Tarihi asansör zaten otelin baş rol oyuncularından ama ilk kez gördüğüm o yazar kasa (sağ üst) ve Orient Express ile gelen otel misafirlerini Sirkeci Garı'ndan otele taşımak için kullanılan tahtırevanın (üst sıra ortadaki foto) güzelliği?

Korunması açısından burayı da iyi ki Dubaili Jumeirah grubu almış diye sevinmeli miyiz, yoksa neden Pera Palas adıyla Türk bir grup tarafından orijinal haliyle korunup, tanıtılıp, işletilmiyor diye üzülmeli miyiz bilemedim. Neyse, artık böyle şeylere hiç takılmadan var olan güzelliğin tadını çıkarmaya bakmayı öğreniyorum yavaş yavaş bu hayatta, bu ülkede. Hiç de fena olmuyormuş, tavsiye ederim. 

İyi seyirler. 

Misi & Gölyazı & Tirilye

Misi 

Gelelim 19 Kasım Pazar günü Bursa'dan dönüşümüze. Sabah erkenden termal banyo, üstüne dinlenme ve kahvaltımızı yaptıktan sonra ilk durağımız şehre on dakika araba mesafesindeki Misi Köyü oldu. Gelecek Turizmde projesiyle ve kadın dayanışma gruplarıyla -bkz Koza Evi- adını duyduğum bu minik köy tablo gibi görüntüler sunuyor bize. 1989 yılında sit alanı olarak koruma altına alınan bu şirin köyün tarihi ise MS 183 yılına dayanıyor. Alex adlı bir keşiş ve yanındaki 85 Hristiyan'ın Mysia adlı bu bölgeye yerleşmesi buranın insanlı tarihinin başlangıç noktası diyebiliriz. 



Gölyazı

Misi'de yaklaşık yarım saat kadar gezindikten sonra kahvemizi Gölyazı'da içmek üzere yeniden yola düşüyoruz. Kırk dakikalık bir yolculuk sonrası ulaştığımız Gölyazı nefis bir balıkçı kasabası tadında. Uluabat Gölü'nün en meşhur yarımadası burası. MÖ 6. yy'a kadar uzanan bir tarihi var kasabanın. Miletoslular tarafından kurulmuş bir Rum köyü olarak Bizans ve Roma döneminden izler barındırıyor bünyesinde. Biz ilk olarak 750 yıllık Ağlayan Çınar'a selam vererek adımımızı atıyoruz yarımadaya. 


Balıkçı kasabasında mezata denk gelip gölden taptaze çıkan balıkların henüz canlıyken satıldıkları anlara şahit olmak da güzel bir deneyimdi. Burada 21 farklı balık türü yaşıyormuş. En çok avlanan türler ise turna ve sazan balıklarıymış. Daha sonra yayın, tatlı su kefali, ringa ve kızıl kanat balıkları onları takip ediyorlarmış. 


Balıklara, balıkçı tekneleri içine konuşlanmış her renk ve ebatta kedilere, dizi dizi inciyiz dercesine dizilmiş martılara selamlarımızı yollayarak, köy kahvesinde Türk kahvelerimizi içerek ve elbette Gölyazı Hatırası fotoğrafımızı da çektirerek bu kez günün son durağı Tirilye için yola çıkıyoruz. 

Tirilye

Gölyazı-Tirilye arası da yaklaşık 45 dakikalık bir yoldu ama o kadar  keyifli bir yoldu ki iyi ki son anda plana Gölyazı'yı ekleyip bu yolu keşfetmişiz dedik. Adeta bir panoramik tablonun içinde kıvrıla kıvrıla yol alarak Tirilye'ye vardık. İsocum, motorla gidilecek rotalar listesine bir yer daha eklemiş oldu böylece. Aranızda motor tutkunu varsa aklında olsun bu yol, gerçekten çok keyifliydi. Özellikle ilkbaharda ve sonbaharda nefis olacaktır.

Yine eski bir Rum kasabası olan Tirilye'nin eski adlarından biri de Zeytinbağ imiş. Tam bir zeytin cenneti olan bu güzel sahil kasabasından bol bol zeytin ve zeytinyağ almayı unutmayın. Biz favori zeytinlerimizi Köylü Pazarı'ndan, zeytinyağımızı ise ZeyEr'den bulduk.   


Daha sonra keyifli çarşısının içinde bir süre daha dolaştık. Tirilye adının üç papaz anlamına geldiğini biliyorsunuzdur. İznik'te toplanan ilk konsülde aforoz edilen üç muhalif din adamı buraya gelip yerleşmişler ve bu sahil kasabasına isimlerini vermişler. Ama aynı zamanda Tirilye'nin barbun balığının Latince adı olan triglia'dan geldiği de rivayetler arasında. Yani burada bol bol barbun balığı çıktığnı da unutmayın. O yüzden çarşı pazar işini artık bitirip rakı-balık için oturmakta yarar var diyebiliriz. ;)


Balık ile kapanış molası için sahildeki balıkçılardan Tirilye Balık'ı seçtik. Bir örnek kareli masa örtüleri, sahildeki konumu, ev yapımı nefis ekmekleri, mezeleri, taptaze balığı ve güleryüzlü servisiyle çok da memnun kaldık. O dev deniz çuprasını görünce de barbunu falan unutmuş, kendimizden geçmişiz. ;)


"Kalan meze artıklarını kedilere veriyor musunuz, yoksa İstanbul'daki martıma götüreyim mi?" diye sorduğumda servis yapan adamcağızın gözlerindeki korkuyla karışık şaşkınlığa yol boyunca aklımıza geldikçe güldük. Ama ne yapayım yahu, her sabah balkon camıma tık tık yapıp benimle birlikte kahvaltı yapmaya geldiğini haber veren evcil bir martım var benim burada. Kaş'ta kedilerim, İstanbul'da martım aklımın hep bir köşesindeki olmazsa olmazlarım. Hayat onlarla birlikte güzel. Ama hayat en çok sevdiceğimle birlikte, sağlıkla tadını çıkardığımızda güzel. Hep de böyle güzel yüzünü görelim dilerim. 

İyi haftalar!

Bursa'da Bir Gün

Aslında yarım gün desek de olabilir çünkü Cumalıkızık'ı bitirip otelimize gelmemiz, yerleşmemiz ve yeniden dışarı çıkmamız öğleden sonra üçü bulmuştu. İkimiz de daha önce Bursa'da bulunmuştuk, dolayısıyla çok da kültür gezisi amaçlı gelmiş değildik şehre. Ancak sonrasında  fark ettim ki aslında şehir içine hakkıyla tam bir gün ayırıp bütün o tarihi ve kültürel mirasın tadına varmak da iyi olabilirmiş.

Kervansaray Termal Otel

Önce otelimizden bahsedeyim. NG Afyon'la birlikte termal aşkımızın başladığını yazmıştım. O yüzden bu hafta sonu turumuzun da konaklama yerini termal otellerden biri olarak seçelim dedik ve şehrin en eskilerinden Kervansaray Termal'i tercih ettik. Bu arada eski derken, gerçekten de baya eski bir otel olduğunu belirtmeliyim. Yani dökülmeye bir kala. Lobisi, dekorasyonu falan bizi otuz yıl öncesine götürdü.  Ama asıl takıldığım nokta bu değildi benim. 

(resmi otelin web sayfasından aldım)

Termal bölümünü hiç beğenmedim. Kadınlar hamamının içinde bir havuz var sadece! Yanında çığlık çığlığa bağıran çocuğunu yıkayan bir anne, bikini yerine iç çamaşırlarıyla gelmiş tipler, kese yapan tellaklar, saçına bakım yapıp tarayan tipler kenarlarda otururken sen de ortadaki havuzda sinirden diken diken olmuş şekilde termal keyfi yapmaya çalışıyorsun. Erkekler bölümü çok daha huzurlu ve hijyeniktir eminim. Çıkışında şezlonglarda dinlenme salonları da vardı mesela. Ama kadınlara ayrılan bölüm yaprak sarmalı, göbek atmalı hamama bir tık kala curcunalığındaydı. Aile banyosu ise küvet boyutlarında olduğundan rezervasyonlu kullanılabiliyormuş. Tek aile kullanabildiği için de yer bulmamız mümkün olmadı. Anlayacağınız istediğim sefa ve hijyen seviyesinin çok altındaydı bu otel. Büyük olasılıkla bir daha gelmeyiz. NG Afyon kalitesiyle kıyaslamamsa zaten mümkün değil.

Bursa Şehir Merkezi

Cumartesi günü öğleden sonra gezdiğimiz için her yerin inanılmaz kalabalık olduğunu söylemeliyim. Fotoğraf falan bile çekmeye üşendim çoğu yerde. Elbette ilk durağımız Ulu Cami ve hemen yanındaki Koza Han ve devamında adeta birbirine kapalı ve açık çarşı alanlarıydı. Koza Han'a bayıldım. Burası 15. yy sonlarında II. Bayezid tarafından vakıf olarak yaptırılmış. Tam bir han şeklinde inşa edilmiş yapının ortasındaki geniş avluda ise bir mescid yer almakta. Eskiden koza ticareti için Bursa'ya gelen ipek tüccarları burada konaklarlarmış. Şimdi ise O kemerli katların içleri ipekten ve diğer kumaşlardan yapılmış envai çeşit şal ve eşarp satan dükkanlara dolu. Avluya bakan kafeleri ise çay&kahve molası için ideal.


Buradan çıkıp yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle Irgandı Çarşılı Köprü'ye ulaştık. Bursa'ya  ilk gelişimin üstünden on yıldan uzun süre geçmiştir. Diğer yerleri hatırlıyordum az çok ama bu köprüyü hiç görmemiştim. Minik bir Ponte Vecchio havasında, üstünde tasarım dükkanların yer aldığı köprü 1442 yılında inşa edilmiş. Daha sonra deprem ve savaş sırasında adeta yıkıntı haline gelmiş olsa da 2004 yılında yenilenerek şimdiki haline kavuşmuş. Çok tarihi bir havası olmasa da görülesi bir durak.

Sırada Yeşil Cami ve Yeşil Türbe'nin bulunduğu bölge var. Köprüden sonra yaklaşık 10-15 dakika yürüyerek de buraya ulaştık. Yeşil Türbe'nin giriş kapısındaki işlemeleri ve rengini ilk görüşümde de çok sevmiştim diye hatırlıyorum. Mehmet Çelebi 1421 yılında bu türbeyi yaptırmış ve bitişinden kırk gün sonra da vefat etmiş. İçeride en büyük ve ortada kendi mezarı ile birlikte yanlarında oğulları ve kızlarının ve hatta dadısının da mezarları bulunuyor. Turkuaz çinilerle kaplı bu yapı ve etrafındaki rengarenk çarşı bölümü Bursa'da en sevdiklerimden oldu. 


Ulu Cami ile Yeşil Türbe arasını görebildik ama diğer tarafta Tophane'ye doğru gidemedik bu kez. Orada da Orhan Gazi ve Osman Gazi türbeleri olduğunu biliyoruz ancak bu kez asıl amaç termal-iskender kebap-çevre kasabalar olduğu için ona sıra gelmedi. Hem iskender için de kuyruğa girme zamanımız geliyordu yavaştan. ;)

İskender Kebap Yemesi Sevap ;)

Gülmeyin öyle, iskender kebap yemek ciddi iştir. En meşhuru Kebapçı İskender'in Atatürk Caddesi üzerinde Tayyare Kültür Merkezi yanındaki Mavi Dükkan olarak bilinen yeri diye duyduk. Burada 30-40 dakika kuyrukta bekliyorsunuz, içeri girdikten sonra da yaklaşık 10 dakika içinde kebabınız geliyor.  İçki yok, fast food konseptinde iskender kebap yemeye geliyor gibi düşünün. Lezzet olağanüstü; hem etin hem tereyağının. Porsiyonlar doyurucu. Ve erken kapanıyorlar. En geç 20.00 gibi. O yüzden en yoğun saatleri akşam 18.00 civarı.


O akşam İsocum maç izleyeceği için ben de gece 10 gibi uyumadan önce bir seans daha termal banyo yapmayı planladığımdan biz daha bile erken yedik yemeğimizi. Buraya mutlaka uğramalısınız. Beklediğinize değen bir lezzet olduğunu söyleyebilirim. Nişantaşı Şakayık Sokak'ta da şube açmışlar ve aynı lezzet olduğunu iddia ediyorlar. (Laf aramızda, hiç emin değilim öyle olacağına, ama ilk iskender krizinde denemek üzere notumu aldım)

Diğer 'yazmazsam olmaz'lar...

* Şehrin trafiğinin nasıl kaotik olduğunu anlatmama kelimeler yetmez. Bindiğimiz taksilerle bir yerden bir yere gitmek baya Hindistan'da rickshaw yolculuğu yapmak tadındaydı. ;) Güldüğüme bakmayın beni acayip sinir eden ve midemi altüst eden bir durumdur bu. Taksiciler ve konuştuğumuz hemen herkes eski belediye başkanı Recep Altepe'ye saydırıyorlardı. "Çocukluk hayali tramvayı yapma inadıyla bize kabus bıraktı," diyor halk özet olarak. Gömü aradığı ve bulduğu da şehir efsaneleri arasında. İnsanın içi acıyor gerçekten. Osmanlı'nın başkentlerinden, bu kadar harika bir tarihi, doğal ve kültürel zenginliğe sahip bir şehir, bir kişinin hırsı ile ne hale getirilip bırakılmış. Çok yazık.

*Bursa çok kapsamlı gezilmesi gereken ve konumu ve kaynaklarıyla ikinci İstanbul olabilecek kadar zengin bir mirasa sahip bir yer. Biz tam anlamıyla hakkını veremedik. Siz daha çok zaman ayırın mutlaka. Ama hemen her yerin Eminönü curcunası tadında olduğunu bilerek gidin gezmeye.

*Bursa ipeği meşhur demiştim. Kendinize ve sevdiklerinize ipek şal ya da başka bir aksesuar almadan dönmeyin. 

* Ve tabi ki kestane şekeri için de aynısını söyleyeceğim. Kafkas ve İpek'ten aldık birkaç çeşit kestane şekeri ve İpek de çok köklü ve iyi bir firma olmasına rağmen biz Kafkasçı olduğumuza karar verdik. Damak tadı değişir. Deneyin ve dönmeden ağız tadınızı da almayı unutmayın.

Sırada civar köy ve kasabaları var. Sanırım kalabalıklardan uzaklaşarak huzuru bulacağız bu kez. ;)

Tarihi Cumalıkızık Köyü

Her köşesi fotoğraf karesi olan, nefis korunmuş, illa ki outdoor ayakkabı/bot gerektiren o güzelim taş sokaklarıyla, az katlı-bol renkli-daha da bol hikayeli köy evleriyle mutlaka görülmesi gereken köylerimizden biri Cumalıkızık. Çok duyup,çok görmeye niyetlendiysek de ancak fırsat yaratabildik ve 18 Kasım Cumartesi sabahı kahvaltımızı da orada yapacak şekilde düştük yola. Sultan Gözleme Evi'nde yol yorgunluğumuzu atıp, yer sofrasında geleneksel köy kahvaltımızı da yaptıktan sonra köyün sokaklarında dolaşacak enerjiyi toplamıştık. Kadınların işlettiği, tertemiz bir yer burası. Ara sıra mutfaktan şarkılar, türküler de geliyor. Servisleri hızlı, hepsi güler yüzlü. Alt katta ve üst katta sıcacık sobalar kurulmuş, isteyen alttaki masalarda isteyen üstteki yer sofralarında alıyor kahvaltısını. 


Buradan çıktıktan sonra plansız programsız atıyoruz kendimizi köy sokaklarına. UNESCO Dünya Mirası listesine kabul edilen bu güzel Osmanlı Kızık köyünün sokakları bize Balkanlar'da gördüğümüz Ohrid kıyılarındaki yerleşimler ve Poçitel gibi Osmanlı köylerini de anımsatıyor. İçi gezilebilen 700 yıllık Küpeli Ev'e gidiyoruz ilk olarak. Ben bayılırım böyle eski köy evlerindeki bakır bakraçlar, peşkirler, pirinç başlıklı karyolalar, dantel işlemeler, ibrikler, tel dolaplar gibi buram buram geçmiş dönemler kokan ayrıntılar arasında kaybolmaya. Burası da öyle bir köy evi işte. Ufacık tefecik ama içi dopdolucuk. 


Sokaklarda gezmeye devam ederken her köşede karşımıza renkler ve sürprizler çıkmaya devam ediyor. Tam fotoğraf çekerken arkandaki pencerede ötmeye başlayan horozlar, tek kişinin geçebileceği darlıkta sokaklar, hemen her evin önüne açılmış tezgahlardaki köy ürünleri ve tabi ki sonbahar renkleri...


Fotoğraf tutkunları için nefis bir köy burası. Ve hafta sonu da gezmek ya da fotoğraf çekmek için ideal zaman sayılmaz. Çünkü hem İstanbul'dan hem de Bursa'dan günübirlikçiler ve hafta sonu turlarına katılanlarla feci kalabalık oluyor sokaklar. Bizim başka şansımız olmadığı için hafta sonunu tercih ettik. Sizin hafta içi gezme şansınız varsa, mutlaka öyle yapın. 


Köy meydanında bir cami ve tarihi hamam, Etnografya Müzesi, Kınalı Kar dizisinin çekildiği konak falan gibi başka ilgi çekici noktaları da  var köyün, ama bizce en güzeli sokakları ve evleriydi. Kapanışı da yine sonbahar renklerine karşı Türk kahvelerimizi içerek yaptıktan sonra Bursa'ya doğru yola çıktık.


Bursa merkezine yaklaşık 15, Uludağ'a giden teleferiğe ise 10 km mesafedeki bu güzel ve huzurlu köyden ayrılıp Bursa'nın curcunasına karışmak pek ağır geldi. Bursa'nın kaotikliğini, Cumartesi trafiğini falan anlatabilir miyim bilemedim. :/ Diğer yazıda elimden geleni yapacağım bu konuda. 

O zaman iyi haftalar hepimize! ;)

Ayla ve Martı

Sinema ve tiyatroda sezon açılışlarını aşağıdaki ikiliyle yaptık bu sene. Kısacık notlar düşecek olursam, Ayla'yı sevdim ama biraz Hollywoodvari ve klişelerle dolu olduğunu düşündüm. Oscar adayı olarak Hollywood'a göz kırpması açısından iyi olsa da bizim açımızdan çok da bayılmadığımız bir yönüydü bu. "Karıncayı incitmeyen asker" ya da "kahraman ve iyiliksever Türk ordusu" mesajlarının gözümüze sokulması biraz fazla film icabı geldi şahsen. Ama hikayenin kendisi başlı başına o kadar etkileyici ki zaten Süleyman astsubay mahalle kahvesinde arkadaşına anlatsa da efsane olur, o derece! O yüzden başarılı oyunculuklar, güzel kostüm ve dekorlarla birlikte aktarılınca da zaten güzel bir film çıkmış ortaya. Biraz klişe biraz ekşııın da tuzu biberi artık işin. ;)



Hikayeyi artık duymayan kalmamıştır. Kore gazisi Süleyman astsubayın savaş sırasında katledilmiş bir köyde cesetlerin arasında ağlayan bir kız çocuğu bulup, onu savaştığı süre boyunca koruyup kollaması ve bir nevi baba-kız bağı kurmaları ve yıllar sonra buluşmalarının hikayesi bu. Üstelik son derece gerçek bir hikaye. Ayrılıklarının ne kadar hüzünlü olduğunu tahmin edebilirsiniz. İsmail Hacıoğlu ve Koreli minnak Kim Seol çok başarılı ve doğal oynamışlar. Çetin Tekindor, Süleyman astsubayın yaşlılığını nefis canlandırırken, Ali Atay da delifişek Ali astsubay rolüyle filmdeki en favorilerimden biri oldu. Süleyman astsubayın evlendiği otuzlu yaşlarından sonra yaşlılık yıllarına geçişi çok ani ve keskin oldu bana göre filmde. Bir de bu kadar geç kavuşabilmelerine inanılmaz üzüldüm, hatta ilk ayrılıklarından daha çok üzüldüm diyebilirim. O yüzden film bittikten sonra bile "nasıl bunca yıl bulamazlar  birbirlerini ya nasıl,ühüüü" diye ağlamaya devam ediyordum. Süleyman astsubay gibi iyi, vicdanlı, özverili bir erkeği kaçıran Nuran kızımızı da kınamadan geçmeyeyim. Çoğu erkek rahat hayatında böyle bir sorumluluk alamazken savaş ortamında küçücük ve yabancı bir kız çocuğuna babalık etmek güzel insanlıkta son nokta bence. Kaçmaz filmlerden, içinize işleyecek hikayelerden, mutlaka izleyin. 

Martı

DHL Express'in Facebook sayfasında düzenlediği bir çekilişten kazandığım çift kişilik bilet ile Zorlu PSM'nin Drama Sahnesindeki Martı oyunuyla da tiyatro sezonunu açtık bu sene. İKSV'nin düzenlediği 21. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenen Anton Cehov'un Martı'sının bu uyarlaması bize fazla değişik geldi doğrusu. ;) Yine de harika oyunculardan oluşan kadrosuyla görülmeye değerdi tabi. 


Oyuncular öyle böyle değil, gerçekten harikaydı. Ben daha çok Tilbe Saran, Fırat Tanış, Gonca Vuslateri gibi oyuncuları izlemeyi merakla beklerken Ecem Uzun ve Boran Kuzum gibi sahnede ilk kez izlediğim genç oyunculara da pek bir hayran kaldım. 


Pürtelaş Tiyatro'nun uyarlaması olan ve Serdar Biliş'in yönettiği bu oyunla ilgili tüm detayları, özeti, oyuncu kadrosunu ve teknik ekibi İKSV'nin sayfasından öğrenebilirsiniz. Bir Rus klasiği olan Martı yazıldığı dönemde Rus toplumundaki yozlaşmayı ve ikiyüzlülüğü etkileyici bir şekilde anlatan bir eser. Bu tiyatro oyunu ise bir Rus klasiğinin çağdaş sanata dönüştürülmesi tadında bambaşka bir eser olmuş. Ben klasiklerin bu kadar modern yorumuna çok bayılmasam da klasiklerin sıkıcı bir havası olduğunu da düşünen çok insan olduğunu biliyorum. Belki de birçoklarına böylesi bir yorum çok daha ilgi çekici gelecektir. O yüzden Tiyatro Festivali kapsamında olmasa bile illa ki bir fırsatını bulup izleyin derim Martı'yı. 

Sırada Bursa mı olsa, yoksa Pera'nın Zamanı mı? Neyse, önce hafta sonu gezmeleri başlasın sonra karar veririz elbette. ;)

İyi seyirler size.