Bir Delinin Hatıra Defteri & İstanbul My Neon Love & Fences

Sonunda oldu! Tatbikat Sahnesi bünyesinde Erdal Beşikçioğlu'nun oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri'ni Biletix'e komisyon vermeden izleme ümidiyle sezon boyu beklemiştim. Baktım Tatbikat Sahnesi bu durumu çözemiyor -ki sezon başında telefonla gişemizden de bilet alabileceksiniz demişlerdi- ve tiyatro sezonu bitmek üzere başa gelen çekilir diyerek verdik yine zorunlu harcımızı ve aldık biletlerimizi. Nikolay Gogol'ün nefis metnini Erdal Beşikçioğlu gibi harika bir oyuncu nasıl oynarsa öyle olmuş işte oyun. Tek kelimeyle ŞAHANE! Tek perde ve bir saat Erdal Beşikçioğlu için çok yeterli olabilir, çünkü çok zor bir performans bence, ama bana yetmedi. Şöyle bir beş saat falan delirseydi diyorum canlı canlı karşımızda. ;) 


Geyik bir yana, sahnenin açılışında Popçirin'i o vincin tepesinden ayaklarını sarkıtırken gördüğümde duyduğum heyecan oyun boyunca devam etti diyebilirim. Küçük bir devlet memuru olan Popçirin'in patronunun kızına olan platonik aşkı, baskıcı Çar rejimine karşı durma çabaları, kendini İspanya Kralı sanması gibi durumları da içeren adım adım deliliğe gidiş öyküsünü böyle bir yapımla izlediğim için çok şanslıyım. Bir şekilde yakalayın ve izleyin derim. Ama Tatbikat Sahnesi'ne minik bir eleştirim olacak: salonun girişinde oyunla ilgili broşürler ve ana girişte ve salon girişinde bir iki afiş olsa hiç fena olmazdı.  

Bu arada bir de yemek eleştirisi yapayım: oyun öncesinde Uniq Hall'a erken gidip Rossopomodoro'da oturduk ve bir pizza ve parmigiana söyledik. Kusura bakmasınlar ama yediğimiz hiçbir yemeğin ve içinde kullanılan malzemelerin -parmesan, mozzarella, domates, zeytinyağı- İtalyanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktu. İtalyanlar buna izin vermez, bence özerkliklerini ilan etmiş olabilir buradaki şube, haberiniz olsun. Sadece pizza hamurunu beğendim diyeyim hadi! 

***

İstanbul My (Neon) Love

Bu bir sergi adı. Yeni açılan -daha doğrusu henüz yarım yamalak açılmış olan- Emaar Square Mall'ın açık alandaki galerisinde 7 Temmuz'a kadar gezebileceğiniz güzel bir sergi. AVM ise tam bir Dubai AVM'si. Güzel işletilir ve organize edilirse nispeten keyifli AVM'lerden olur, hani bir AVM ne kadar keyifli olabilirse. Örneğin Dubai Mall'da çocuk curcunasını hiç görmeden gezebiliyorsunuz, çünkü çocuk aktiviteleri hep bir yerde toplanmış. Ya da aynı tür restoranlar, kafeler, mağazalar aynı yerlerde bulunuyor. Burada Hermes, Vakko, sanat galerisi, Galeries La Fayette'in bulunduğu avluda Simit Sarayı görünce biraz tuhaf geldi ama dur bakalım, daha yeniler, üstlerine gitmeyelim dedik. Yine de benden Emir'e uyarı: Ortadoğu'nun en -belki de tek- vizyon sahibi, modern adamı olarak yönetim işini bize bırakmasın bence. ;)

Sergiye gelince dokuz farklı ismin İstanbul'a bakış açılarını, şehirle ilgili duygularını neon ışıklar kullanarak ifade ettikleri çalışmalar göreceksiniz. En sevdiklerim aşağıda:


Soldaki liste Onur Baştürk'e ait. Adı İstanbulizasyon. Her maddesine katılıyorum, aramızda katılmayan var mı? ;) Yanında alttaki neon parmak izi Zeynep Tosun'a ait. İstanbul'un kaotik yapısına gönderme yaptığı ID adlı çalışması. Üstünde Burcu Esmersoy'un köprüden ilham alarak ve seyahatlerinden dönerken hissettiklerinden yola çıkarak oluşturduğu Düşler ve Dönüşler çalışması var. İstanbul bir rüzgar gibi esti ve hepimizi değiştirdi, diyen kişi ise Arzu Kaprol. Hepsi ve çok daha fazlası Emaar Square Mall'da sizleri bekler. 

***

Ve iki baba oyuncunun baş rolleri paylaştığı nefis bir film var sırada: Fences. Denzel Washington'ın yönetmenliğini de üstlendiği  film 1950'lerde geçiyor. Her iki oyuncu da çok iyi oynamış ama sanırım favorim Viola Davis. Belki böyle düşünmemde filmin en başında Denzel Washington'ın canlandırdığı çöpçü Troy karakterinin hiç durmadan konuştuğu yaklaşık 15-20 dakikalık bölümün etkisi olabilir, itiraf ediyorum. Resmen "aaa başım şişti, gidin başka yerde oynayın evladım" teyzesi kıvamına geldim hatta. ;) Belki de kendine göre doğruları yapan ve doğru mücadele eden Troy karakterine ailesiyle ilişkilerine bakarak, benim içimin çok ısınamamasıyla ilgilidir durum. Ama Rosecuğum öyle mi? Nasıl tutarlı, nasıl sabırlı, metanetli, tevekkül içinde evinin kadını, çocuklarının anası, mutfakta aşçı, sokakta hanfendü... aaah n'oluyor bana bugün ya? Şu filmi yazsam yazı bitecek ama bir saattir takılıp kaldım. Dışarıda yağan yağmuru gazoz eşliğinde izlemek için yerimden kalkıyorum, vücudumdaki bir ağrının nedenini Gugıllayıp illa ki ölümcül bir hastalığa bağlayıp sıradaki felaket senaryosuna geçiyorum, sonra bir efkar kahvesi yapayım iyi gelir diyorum da içerken dudaklarım titremeye gözlerim dolmaya başlıyor. İyice sapıttım bu aralar. Astrolojik bir durum mu, meteorolojik bir olay mı, bana özel bir manyaklık mı yardımcı olursanız sevinirim. ;) Neyse, şimdi cildime kil maskesi yapıp, hortlak gibi döndüm yazının başına. 10 dakikada bitirdim bitirdim, bitiremedim unutun bu yazıyı. ;) 

Sonuçta Troy ve Rose 1950'lerin Amerika'sında yaşayan işçi sınıfından, Afro Amerikalı, iki yetişkin çocuğu olan bir aile. O dönemin şartlarında hem ırkçılık hem geçim anlamında sıkıntılar yaşıyorlar. Troy ilave olarak kendi aile geçmişinden gelen sıkıntıları ve yetiştirilme dezavantajlarını da ailesine yansıtan bir karakter. Sonuçta tiyatro izler gibi oyunculukları izleyeceğiniz, aksiyonsuz ama çok güzel bir aile hikayesi var karşınızda. Ve Troy'un iki oğlu olmak da zor ama ben yine de küçüğe daha çok üzüldüm diyebilirim. Aah ah, olan çocuklara oluyor anacığım. Bu filmi çocuklarının hayatlarını ve mutluluklarını engelleyecek travmalar yaratan tüm hasarlı baba ve analara adayarak yazımı bitireyim o zaman. Hahaha, hiç fena bağlamadım bence. Sizi de kendimi de artık bu yazıdan kurtarmak zorundaydım. Anladınız siz beni. Arkamdan "fekat iyi delirdi kız, valla çok güzel delirdi" falan diye konuştuğunuzu duyarsam bozuşuruz. Delilik konusuyla başladığımız için etkilendim galiba. Neyse, hayırlısı..;)

İyi seyirler. Hepsi için. ;)

Washington DC - National Gallery of Art, Downtown ve Yemek Molaları

Washington'da National Mall'u gezdikten sonra da çilem bitmemişti, sevgili dostlar. Müzeler durağında başladığım yere döndüğümde saatlerce ve kilometrelerce yürümüştüm. Bu kez National Gallery of Art'ı gezmeden önce minik bir atıştırmalık molası vereyim diyerek Sculpture Garden'a girdim. Burası da National Gallery'ye ait. Ortada kocaman bir süs havuzu -en güzeli de yorgun ayaklarınızı sokabileceğiniz buz gibi bir suya sahip olması- kafesi ve bahçesindeki modern heykelleriyle görülesi bir yer. Kayanın Üstündeki Filozof'un hemen karşısında, ördek rampasının yanına kurulup ayaklarımı uzatarak biraz enerji topladıktan sonra asıl maratona hazırdım.  


National Gallery of Art, çok güzel bir sanat müzesi. Doğu ve Batı binaları olarak ikiye ayrılmış ve Doğu tarafı daha modern eserlerin sergilendiği bölüm. Ben Batı binasının çok büyük bir bölümünü gezebildim. Daha fazlasına enerjim yetmedi doğrusu. Ve içimde kalan şey de aslında  o müzeler adası oldu bu şehirle ilgili. Çünkü ne Downtown ne de diğer yerler burası kadar keyifli değil bana göre. Ama diğer yerler o kadar çok zaman ve enerji tüketiyor ki, üç gün içinde ne yazık ki her şeye zaman kalmıyor dolayısıyla. Üstelik müzelerin neredeyse tamamı ücretsiz bu şehirde. Bu anlamda Londra'ya benziyor. 

Heykel bahçesinden sonra buranın zemin katındaki heykellere de bayıldığımı söylemeliyim. En çok Canova, Rodin ve Degas favorim olsa da Paul Manship ve Hiram Powers gibi Amerikalı heykeltraşların bölümleri de çok güzeldi.  



Üst katta ise nefis yağlıboya tablolar vardı 13.-19. yy arası hem Avrupalı hem Amerikalı ressamlara ait. Ama sanırım heykeller bölümünde o kadar çok fotoğraf çekmişim ki burada artık çekmekten sıkılmışım. ;) Neyse, dediğim gibi Doğu binasını da gezemedim başta da dediğim gibi çünkü zaten artık yavaş yavaş akşam kahvesi için Yaprakcım'la buluşma zamanı geliyordu. Gerçi kahve yerine buz gibi birer bira içmeyi tercih ettik o sıcakta ama olsun. (Kızım senin minnacık hallerini biliyorum ayol, ne ara büyüdün de bana kendi şehrinde bira ısmarlıyorsun bakayım diye yanaklarını sıkıştırasım geldi ama kendimi tuttum tabi. ;) Geyik bir yana, küçük kuzenleri falan ne istediğini bilen genç bir kadın ya da delikanlı olarak karşında görmek çok değişik ve güzel bir duygu. Kendilerini severek takip ediyoruz. ;)

Alışveriş..

Ertesi gün, yine kendi başımaydım. O günü de biraz alışverişe ayırdım. Alışveriş için bence Georgetown'ı tercih edin. Az katlı binaların altına sıralanmış dükkanlarıyla gezmesi çok daha keyifli doğrusu. 


Hem aralarda soğuk bira ve atıştırma molası için Ri Ra Irish Pub ve Old Glory gibi yerler de bulabilirsiniz. Old Glory'de isimleri altın metal plakalarla bara çakılmayı hak edenler kimler diyorsanız onlar yılda 100'ün üstünde viski sipariş eden müdavimlerin isimleriymiş. İsocum her yıl dört günlüğüne giderek adımı barda görebilir miyim hesabı yaptı ama sanırım onun bile aklına yatmadı bu iş. ;)


Downtown'da ise Saks 5Th Avenue, Nordstrom gibi çok katlı mağazaların indirim mağazalarını, pek çok ünlü markayı, Macy's ve Marshalls'ı bulabilirsiniz. Aynı zamanda Madame Tussauds gibi turistik müzeler ve Ford's Theatre gibi Abraham Lincoln'un suikaste kurban gittiği ve ertesi gün hayatını kaybettiği ev gibi yerleri görmeniz mümkün. Ama kocaman binalar, bloklar arasında gezeceksiniz, haberiniz olsun. Gezme keyfi düşük bana göre. Buradaki kahve molamı Peet's Coffee'de verdim ve lattesine bayıldım. Yemek molası içinse Harry's Bar'a oturdum ve berbat bir hamburger sunumuyla karşılaştım. Yanına baya bir paket cips ve bir tane oreo bisküvi koyarak getirmişler hamburgeri! Neyse, önemli olan ayak uzatıp bir bira içebilmek ve bir dilim ekmek üzerine bir dilim hamburger köftesi yiyebilmek dedim artık. ;)


Yemek..

İnanır mısınız bilemem ama ilk kez gitmeden önce hiç araştırma yapmadım yemek konusunda. İsocum zaten seni kahvaltıya ve kaburga yemeye harika yerlere götüreceğim demişti, ben de kendimi ona teslim ettim. Ne keyifliymiş böyle! Tabi seçtiği yerler de harikaydı, ondan olabilir. ;)

* Founding Farmers - kahvaltıdan akşam yemeğine kadar her alternatifin bulunduğu, her saat gidilebilecek bir mekan. Biz kahvaltı için gittik. Hem ortamını hem de nefis Amerikan kahvaltılarını öneriyorum. Önce bir plazaya giriyormuşum hissine kapılsanız da içerisinin sıcak dekorasyonuna ve menüsüne bayılacaksınız. 


* Woodmont Grill - yine İsocum'un kaburga için geçen seferden fazlasıyla aklında kalan ve beni de götürmeyi özellikle istediği güzel bir restoran var sırada. Canlı caz müziği, loş ortamı, nefis et yemekleri (steak ya da rib favoriler arasında olsa da deniz ürünleri de var) ve zengin şarap menüsü ile buraya bayıldım diyebilirim. On numara bir yer daha. Mutlaka gitmelisiniz. Bir şişe Zinfandel ve ıslak havlularınız eşliğinde ellerinizle o kaburgalara dalmalısınız. 


* Geç bir akşam yemeği için de otele yakın bir Thai restoranı olarak Soi 38'i denedik ve oldukça başarılı bir denemeydi. Thai biralarıyla birlikte şu güzellikleri hüplettik ve hepsi de çok lezzetliydi. Dediğim gibi biraz fast food restoranı muamelesi yaptık mekana. 9'da oturduk, kapanış saati zaten 10 olduğu için bir saat içinde hızlıca bir akşam yemeğini en boş saatinde yemiş olduk. O yüzden ortamı bilemem, ama lezzetler ve servis çok iyiydi. Denemek isterseniz detaylar burada.


Genel olarak DC'den bahsedecek olursam. Yaşamak için nefis bir yer olabilir. Az katlı evler, yemyeşil ve düzenli bir şehir, kurallı bir trafik, saygılı ve güler yüzlü insanlar, kısacası ideal medeni şehrin tanımı gibi bir yer. İsviçre'yi falan görmedim ama muhtemelen orası gibidir. ;) Hatta sonrasında New York bildiğin Hindistan gibi geldi gözüme. Sonrasında İstanbul ise adeta bir cennet gibi geldi ki bu ayrı bir yazı konusu. ;)   Turist olarak gidilir mi derseniz, bence sadece Washington DC'yi görmek için 11 saate yakın uçmaya değmez. Ama yakınlarda başka yerlere de uğrarım, on günlük bir road trip planlar, iki gününü burada geçiririm falan derseniz o olur işte. Oradan başlayıp Philadelphia, New York ve en aon Boston'da biten bir tur fena olmayabilir mesela. Ama biz Amerika tipi değiliz sevgili dostlar. Bu turda ona kesin karar verdik. O yüzden bundan sonra da gidersek minik New York turları olabilir diye düşündük, o da oradaki güzel dostların hatrına. ;) Avrupa'nın güzel meydanlarını, şirin sokaklarını, şarap içtiğimiz sokak kafelerini, küçük butiklerini başka hiçbir yere değişmeyiz yoksa.

Sırada New York var ama ona geçmeden önce biraz İstanbul alacağım araya izninizle. Çünkü şehirde hava güzelleşmese de her daim güzel etkinlikler bulmak mümkün. Ben de dopdolu geçen geçtiğimiz hafta sonundan notlar paylaşayım diyorum biraz. 

Washington DC - Beyaz Saray ve Anıtlar

14 Mart Pazar günü Trump'la ikili temasla kurmak üzere Washington DC'ye doğru yola koyulduk. Şaka şaka, İsocum'un zaten her sene katıldığı bir iş toplantısına bu kez ben de gezici üye olarak eşlik ettim. ;) Ama tabi ki otelden çıkar çıkmaz ilk gidilen durak şu an Trump'ın mekanı olan Beyaz Saray oldu. Evet, saraya benzer yanı yok ve fakat bunda şaşılacak bir şey de yok. Adamlar zaten adını saray falan koymamışlar, bildiğin White House, yani Beyaz Ev demişler. Saray falan diye çevirmek bizim şaşaaseverliğimiz söylemesi ayıp! 


Yol üstünde gördüğümüz ve inşası 1888'de tamamlanmış, sonradan da Eisenhower'a yönetim binası olarak adanmış bina ya da hemen karşısındaki Renwick Gallery binası kesinlikle dünyanın şekillendirildiği yukarıdaki 'beyaz ev'den çok daha güzeldi bana göre. 


Tek başıma gezeceğim ilk gün için planım hazırdı. Elbette ki Washington'a turist olarak gelen herkesin -ki sayının çok fazla olduğunu sanmıyorum ;)- yapacağı gibi içinde çeşitli anıtların bulunduğu National Mall'ı gezmek. Şehirde blok mesafeleri o kadar uzun ki en yakın Starbucks'ı sorup da "ah sadece iki blok ileride, sağda" falan gibi yanıt aldığımda "eyvah! kahve alıp gelmek için de 2 km yürüyeceğim" diye düşünüyordum. O yüzden anıtlara giderken enerji tasarrufu olsun diye otelimizin yakınlarında bulunan George Washington Üniversitesi metro durağından trene binip Smithsonian durağında, yani şehrin neredeyse tüm müzelerinin göbeğinde indim. Müzelerin arasındaki dev parkın ortasında indiğimde bunun bana sadece 15 dakika kazandırdığını bilmiyordum elbette. Her şeyin bir bedeli var, Washington'da yürüyerek gezmenin bedeli de ayaklarını şehirde bırakmakmış. Ben de öyle yaptım zaten. Sonrasında New York'ta üstünde yürüdüğüm şeylere tam olarak ayak denebilir miydi emin değilim. ;P  


Mesafeleri biraz olsun anlatabilmek için yukarıdaki kolajı eklemek istedim. Sağ üst köşedeki gibi Washington Monument'in arkasında bir yerde metrodan indim. Burada yapılan ilk anıt olan bu dikilitaşın yüksekliği yaklaşık 170 metre. 1888'de açılan anıt, şehrin en yüksek yapısı oluyor aynı zamanda. Şehrin planlanması ve mimarisi anlamda katkıları büyük olan ve şehre adını veren başkanlardan George Washington anısına yapılan bu anıtı geçince birkaç futbol sahası büyüklüğündeki çim alanları geçip önce II. Dünya Savaşı Anıtı'na, daha sonra da birkaç futbol sahası büyüklüğünde bir gölet boyunca yürüyerek Lincoln Anıtı'na geliyorsunuz (yukarıda gölete yansımasını gördüğünüz bina). Yanlara dalıp da görmek için yürüdüğünüz diğer anıtları saymıyorum bile. Ha bir de en sıcak günlere denk gelip 35 derecenin altında yürüdüğümü de hesaba katmıyorum güzel hatrınız için. ;)

II. Dünya Savaşı Anıtı, bu savaşta hayatını kaybeden, gazi olan ve kaybolan tüm Amerikalı askerler ve savaş görevlileri anısına yapılmış güzel bir anıt. Nispeten küçük fıskiyeli bir havuzun iki yanına Atlantik ve Pasifik Okyanusu'nu ve eyaletleri temsil eden sütunlar dizili. En etkileyici bölümü ise bana göre 4048 altın yıldızdan oluşan Price of Freedom (Özgürlüğün Bedeli) bölümü. Her bir yıldız bu savaş sırasında kaybedilen ya da kendisinden haber alınamayan insanları temsil ediyor. Bundan çok daha fazlasını, yaklaşık 600,000 insanı da kendi iç savaşımızda kaybettik diyorlar Amerikalılar buradaki açıklamalarda. 


Galiba "savaş kötüdür" diyorlar, ne dersiniz? Hani politikalarından pek anlaşılmadığı için yine de bir sorayım dedim. Ya da "savaş kötüdür, ama maddi açıdan işimize yaradığı sürece kendisinden yararlanırız, sonra da böyle şık anıtlar, süslü cümleler, şehitliklerle falan gönlünü alırız aziz vatandaşlarımızın" mı diyorlar? Başkalarının sevdiklerini kaybetmesinin acısı zerre kadar umurlarında olmayan safi kötü adamların çıkar hesapları eşliğinde insanlığı ve dünyayı mahvetme senaryoları yaptığı ve diğerlerinin ise buna ruhen ve bedenen dayanmaya çalıştığı bir sistemin ve düzenin kurucu üyelerinden biri olan bir ülkede bu tarz anıtlar ve "dünya barışı" güzellemeleri de bana pek samimi gelmiyor ne yazık ki. 

Buradan sonra da gölet boyunca yürüyerek, ilk başta sevimli gelen sincapları bile bir süre sonra görmemeye başlayıp, her çeşme başında beyin sıvı hale gelmesin diye saçları ıslatarak Lincoln Anıtı'na geldim. O kadar futbol sahası boyunca yürüdük, bir iki futbol sahası da merdiven çıkarız di mi gençler? Oh yeah, let's go! ;) Hah çıkın çıkın, koca binanın içinde şu heykeli görüp kös kös inerken görürüm sizi. Hayaller klimalı müzevari bir ortamda biraz gezinmek, dinlenmek, bir ihtiyaç molasıyken hayatlar Lincoln ile selfie çektirmek oldu! ;)


Neyse, sırada Lincoln Memorial'ın sağ ve sol kollarında yer alan Kore Savaşı Gazileri ve Vietnam Gazileri anıtları var. Vietnam Savaşı ile ilgili Vietnam'da neler yaşandığını da bizzat onların hikayelerinden öğrendiğim için burada da ne yazık ki içimde bir duygu kıpırtısı oluşmuyor. Oysa ki Vietnam'da şu iki duraktan sonra içimin acısı uzun süre geçmemişti. Burada da uzanan o duvar boyunca yazılı isimler anıtın en önemli bölümü.


Kore Savaşı Gazileri Anıtı, Vietnam için yapılandan daha etkileyiciydi. Ordunun çeşitli birimlerinden 19 asker figürünün yandaki granit duvara yansımasıyla birlikte sayılarının 38'e çıkması bile Güney ve Kuzey Kore'yi bölen enlemin 38. enlem olması bakımından düşünülmüş hani. Yine duvarın baş köşesine bir 'Freedom is not Free' (özgürlük bedelsiz değildir) kondurmuşlar ve 'hiç tanımadıkları insanlar için canları pahasına savaş veren insanlarını onurlandırmışlar'.


Sırada en sevdiğim anıt olan Martin Luther King Jr. Memorial var. Bana özü sözü bir insanların mümkünse kendileriyle, değilse anıtlarıyla gelin lütfen. ;) Gerçekten de insan hakları ve savaş karşıtlığı anlamında barışçıl eylemleri ve söylemleriyle örnek bir insan, aktivist ve din adamı. Sürpriz olmayan bir şekilde daha 40 yaşına bile gelmeden kim vurduya giden güzel insanlardan. Onun anıtında da 'çaresizlik dağından çıkan dev bir umut taşı' açıklamasıyla bizi karşılayan kocaman bir taş heykeli ve duvarlarda konuşmalarından alıntılanmış birbirinden güzel 14 sözü yer alıyor. Tüm anıtlar parkının en sevdiğim, en huzur bulduğum yeri oldu desem yeridir.


Artık daha fazla anıt görmek istemiyorum. Tadında bırakayım, Franklin Roosevelt Anıtı, İsocum'un fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla kalsın aklımda. Karşı kıyıdaki Thomas Jefferson Memorial'a kadar da yürüyemeyeceğim, üzgünüm. Onun da fotoğrafını zum yaparak çekeyim. Aa o da ne? Fotoğrafa Mr. President'ın helikopteri de girdi. O kadar helikopter gördükten sonra tepede artık tanıyorum hangisi kime ait. ;) Bunlar kesin Trump'ınkiler. Koruma ekibi falandır herhalde bir tanesi de. Acayip havalı şeylerdi doğrusu. Sanırım bizim reisle görüşmeye gideceği sıralarda Beyaz Saray yönünde yol alıyorlarken havada yakaladım kendilerini.


Ben de kendime gölge bir öğle yemeği ve ayak uzatma molası yeri bulayım artık. Sırada National Gallery of Art var çünkü, bu da demek oluyor ki geldiğim yere dönmem gerekiyor! Yani kısacası daha ayaklarımla işim bitmedi, yola devam! ;)

İyi haftalar!

Ah! ve Kasap

Bu Çarşamba Nişantaşı'ndaki Galeri Işık'ta yeni açılan Ah! sergisini gezdim. Hatta hemen fotoğraflarını yükleyip yazdım da ama Cuma akşamki tiyatroyu da yazıp öyle kaçayım buralardan diye taslaklarda beklettim kendisini. Görev bilinci ve sorumluluk duygusundan beş pekiyi almışımdır herhalde. ;P

16  genç sanatçının çalışmalarına yer verilen sergide gerçekten görülmeye değer işler var. Örneğin, aşağıdaki ikisi. Soldaki Aliye Simavi'nin Yalnızlık adlı minik yağlıboya tablosu. Diğeri ise 16X7 ölçülerinde Ah yazılı kırk adet porselen levhadan oluşan Manolya Çelikler çalışması. İçinde bulunduğumuz her türlü güncel durumdan yola çıkarak kırk "ah"ı oluşturmuş sanatçı.


Gözde Başkent'in tuval üzerine akrilik boya ile yapılmış Yarın I ve II çalışmalarının hikayesi de çok güzel. Her şeyin aynı bütünün parçaları olduğuna inanan sanatçı, insanın doğa ile kurduğu bağları inceliyor. Dünya üzerindeki varlığımızın ne kadar geçici ve kırılgan olduğunu vurguluyor. 


En sevdiğim işlerden biri Tutku Bulutbeyaz'ın sekiz adet dijital kolajdan oluşan işgal serisiydi. Camları parladığı için güzel fotoğraflarını çekemedim ama sol alttaki dört küçük çalışma onlardan örnekler. Batının doğudaki kültüre, müzelere hoyratça davranışı ve neredeyse yok saymasından (Suriye iç savaşı ve Körfez Savaşı zamanlarında olduğu gibi) yola çıkarak Batının göz bebeği sanat eserlerini kendi askerlerinin işgal etmesini sağlıyor sanatçı kolajlarında. Bir tür sembolik yüzleştirme. Nefis!  


Üstteki kolajın en sevdiğim diğer bir çalışması da Melis Buyruk'un her biri parmak izi kadar eşsiz ve kişisel olan dudak izlerine yer verdiği porselen dudak kalıpları oldu. Sol üstteki ise Ebru Duruman'ın üç adet aynı temalı çalışmasından bir tanesi. Sanatçı, içsel çatışmalarını kadın bedeni parçalarına yansıtmış.     

PG Art Gallery'nin düzenlediği ve küratörlüğünü Pırıl Güleşçi Arıkonmaz'ın üstlendiği sergi 20 Mayıs'a kadar devam edecek. Mutlaka görmelisiniz. 

***
Tiyatro önerim Kasap. İkinci Kat'ın iki sezondur sahneledikleri oyunlarından biri. Halil Babür yazmış, Güray Dinçol yönetmiş. Konusu itibariyle çok ilginç ve etkileyici bir oyun. İnsanlığın hem birbirini hem de doğayı yok etme anlamında tam teşekküllü bir terminatör misali gidişatını görünce fikren hiç de olmayacakmış gibi de görünmüyor doğrusu oyunda tartışılan durumlar! Oyunun dramatik yapısı içinde bazen göze batan komedi unsurları, yer yer abartılı oyunculuklar ve çok vurucu olabilecek son sahnedeki gürültülü karmaşa ortamı bir tık tadımı kaçırsa da oyun yine de çok güzel.   


Oyunun konusuna ve daha fazla detaya çok da girmek istemiyorum. Sürprizi kaçmasın. Ama kısaca hepsine kendisi neden olsa da doğanın son demleri, savaşlar içinde sürdürülen yaşamlar, kıt besin kaynakları içinde yaşam mücadelesi veren insan ne kadar zalimleşebilir sorusuna yanıt arıyoruz. Ve bence gerçekçi de bir yanıt buluyoruz oyunda. İzlemenizi öneririm. 

Kasap'ı da yazıp yayınladığıma göre artık bavul hazırlamaya başlayabilirim. Haftaya gezilerde genellikle olduğu gibi Instagram'da olacağım. 

Peri Gazozu & 10 11 12

Yaza yaklaşırken şehir hayatını kapanış öncesi hızlandırma turlarına başladım sanırım. Sergiye, tiyatroya, sokaklarda dolaşmaya, arabayla turlamaya doymuyorum. ;) Kitaplar zaten hem şehir hem Kaş hayatımda her zaman var. O zaman önce onlardan biriyle başlayalım: Peri Gazozu. Ercan Kesal'ın kendi ailesinden ve ağırlıklı olarak hayatının Anadolu'da doktorluk yaptığı dönemlerinden hikayeleri derlediği nefis bir kitap. Okumalara doyamadım, doğallık ve dokunaklılık dozuna hayran kaldım. Ercan KesalYozgat Blues ve Bulantı filmlerinden biliyordum. Hikayelerinden tanıdıktan sonra uzun süreli Anadolu ve doktorluk deneyimlerinin bu iki film için de ne kadar uygun olduğunu düşündüm. Mutlaka okuyun, çok seveceksiniz. 


Alıntı:

"...Birbirimizin hayatlarının içindeyiz. İstesek de istemesek de. Nasıl kaçabilirsiniz, evine kentsel dönüşüm nedeniyle yıkım emri gelmiş, karaciğer yetmezliği olan bir Erzincanlı emeklinin hikayesinden? Ya da bir gün önce işten çıkartılmış Alucralı işçinin, spora pek hevesli genç futbolcu oğlunun, bacağında çıkan kitlenin iyi huylu olup olmadığı meselesi? Hiç ilgilendirmez mi sizi? İki oğlundan birini uzun açlık grevlerinden birinde kaybetmiş, diğeri halen cezaevinde olan Tuncelili anneyi, muayene ettikten sonra sadece romatizma ilaçlarını yazıp gönderir misiniz evine? Başka bir şey sormaz mısınız?.. 

...Dedemden öğrendiğim, "insan olmak" kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa "insanım" diyebiliyor. Birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve insan olmak galiba "diğerkâm" olmaktan geçiyor. 

***

Oyun önerim ise şimdiye kadarki her oyunlarını çok severek izlediğimiz Craft Tiyatro'dan olacak yine. Uygun bir tarihe bilet bulabilirseniz Ezgi Mola ve Enis Arıkan'ın birlikte oynadıkları 10 11 12 adlı oyunu kesinlikle izlemelisiniz. Çok seveceğinize garanti veriyorum.


10 11 12 bir apartman katındaki komşu daire numaraları. 11 numara yeni taşınan ve biraz laubali sayılabilecek denli "sıcakkanlı, girişken, tatlı kaçık" bir genç adam. 12 numarada ise işi gücü olan, kendi çapında eğlenceli olsa da daha mesafeli, daha ayakları yere basan genç bir kadın var. 10 numarayı hiç görmüyoruz, sadece kokan çöplerini kapı önüne düşüncesizce bıraktığı için "kesin Arap ya da Afrikalıdır, ıyyyy" olarak biliyoruz. Adam kadınla sürekli bir yakınlaşma çabasında. Ve oyunun büyük bir bölümü aslında bu eğlenceli çabaları izlemekle ve birbirleriyle yakınlaştıkça 10 numara hakkında giderek daha fazla yaptıkları dedikodularla geçiyor. Çok gülüyorsunuz bu sırada. O kadar ki oyunun gerilimli bir hal aldığını fark etmeniz bile biraz zaman alıyor! 

Oyunun sonunda ise neredeyse kanınız donmuş bir şekilde salondan ayrılıyorsunuz. Ön yargılara, komşuluk ilişkilerinin niteliğine, rezidanslarla satın aldığımız statülere, maddiyat yüzünden hayatın her alanında mafyatik bir düzen kurulan günümüz dünyasına güzel göndermeler var. Kesinlikle etkileneceksiniz. 

Biletler ve oyun tarihleri hakkında bilgi için sizi buraya alalım.

Şimdiden iyi seyirler. 

Bir Sergi & Bir Kitap & Bir Kahve Molası

Geçtiğimiz on gün içinde yaptıklarımdan bazılarını bir yazıda toplayayım dedim. İlk olarak Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesi üzerinde Atiye Sokak'ın hemen karşısında yer alan X-İst'teki Burcu Perçin'in Yeşili Doldurmak (Fill in the Plant) sergisinden bahsedeyim. Mutlaka gidin, çok değişik işler var. Hepimizin içini acıtan doğal yeşili yok ederek betonlara gömülmemizden yola çıkarak yaptığı çalışmalarında artık şehir içinde bolca karşılaştığımız yeşil tuhaflıklara değiniyor Burcu Perçin. Nasıl mı? Örneğin, bir koruyu yok edip içine "süper lüks rezidans" yaptığını iddia eden inşaat şirketlerinin pazarlama unsuru olarak "harika yeşil alanları, bahçeleri" öne çıkarması . Ya da az katlı evler ve aralarında yeşil alanlara yer vermek yerine çok katlı bol bol bina dikip, bu binalardaki daireleri "kış bahçeleri var" diye satmak! 


İnsanoğlu arızalı bir tür, bunu biliyoruz. Doğaya da en uyumsuz ve en çok zarar veren tür. Bizler gibi az gelişmiş ülkelerde ise alaturka estetik anlayışı ve çevre bilinçsizliği birleşerek durum daha da vahim bir hal alıyor. Biz zaten yeşile, doğaya yabancılaşıyoruz ama bu arada yeşili de kendisine yabancılaştırıyoruz galiba. Sergi 20 Mayıs'a kadar görülebilir. 

Yalnız Kaldınız, Peyami Bey!

Sırada Hamdi Koç'un son romanı var başlıktan da anlayacağınız üzere. Başıma bir şey gelmeyecekse en bayılmadığım kitabı oldu bu kendisinin. ;) Ki çok severim, iki kez okuduğum kitabı bile vardır, son romanı Çıplak ve Yalnız favorilerimdendir, bu yazı şahidimdir. Belki de hiç Peyami Safa okumadığım, onun nasıl zor ve sevilmeyen bir karakter olduğunu bilmediğim içindir kitaba girememem. (Kendime not: en azından Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu bir okumalısın.) Ya da adeta rüya aleminde gibi koma dünyası ile bu dünya arasındaki geliş gidişlere mi aklımı veremedim, bilemiyorum. Yine de altını çizerek unutmamak üzere not ettiğim yerleri de  çoktu. Kısaca konusuna gelecek olursam; İstanbul sokaklarında bir akşam sarhoşken bir grubun saldırısına uğrayıp komalık olan bir yazar (adı Hamdi Koç olsa da yazar kendisini yazmadığını söylüyor), gözünü bambaşka bir alemde bir açıyor ki karşısında Peyami Safa. Sonra aralarına Doktor Ramiz de katılıyor Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden. Ve psikolojik bir yolculuk başlıyor üçünün de dahil olduğu. Dilerseniz bir şans verin, değişik bir roman, benden daha çok kendinizi verebilir, daha çok tat alabilirsiniz. Kitaptan biraz uzun ve tek bir alıntı paylaşacağım bu kez: (sırf bu alıntı için bile kitabı okumaya değerdi bence)
Zaman, der Peyami Bey, Tanrı'nın insana kurduğu en büyük tuzak ve insanı sevmediğinin en büyük kanıtıdır. Ölmek önemli değil. Ölen birini özlemek en fenası, geri gelmeyecek birini özlemek. Tanrı insanı sevseydi ona sevdiğini kaybetme acısını hak görmezdi. Sıra atlayan ölüm birden fazla ölümdür, katliamdır. Yaşayan ölüler, ellerinde sadece zamanın unutturma gücü, kulaklarında kutsal kitaplardan birkaç şiirli içli dize, ruhun yoksulluğu içinde boşlukla göz göze gelir, kalırlar. İman hayatın en büyük bencilliğidir, çünkü Tanrı'nın vicdansızlığına katlanmanın , o canavarca vicdansızlığı sineye çekmenin, hayata devam etmeye çalışmanın tek buyrulan yoludur. İman etmek çaresizliğin, mutabakat gayretinin, acıya rağmen hayatta kalma iradesinin, kaybın arkasından yaşamaya devam etme utancının mazur ve hatta kutsal gösterilme perişanlığının, nihayet insan iki yüzlülüğünün en bayağı tezahürüdür. Bayağıdır çünkü ezberedir. Bayağıdır çünkü kendini kurtarmaya yöneliktir. 
***  

Kahve molası için bu kez size bir kafe önermeyeceğim. Baharla birlikte İsocum'la hem araba hem motora uygun rotalar belirleyip doğada kahve molaları vermeye karar verdiğimiz için ilk durak olarak Rumelifeneri'ni seçtik. Arabamın arkasına katlanır sandalyelerimizi (Kaş için aldım, ama oraya ayrıca alırım, bunları burada bırakacağım galiba), İsocum'un Starbucks'tan doldurttuğu kahve termosumuzu, şapkalarımızı ve güneş gözlüklerimizi attım. Ipod'u ve Google Maps'i de ayarladıktan sonra yaklaşık 45-50 dakika içinde İsocum'la büyük bir şevkle buluşup Kale'nin üstündeki en manzaralı yere kurulduk.


Buraya kadar her şey harika, havamız ve manzaramız güzel olsa da ortamın leş gibi olması, 17. yy'dan kalma Kale'nin bakımsızlığı ve kendi haline terk edilmişliği, yerlerdeki kırık şişe parçaları bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı diyebilirim. İstanbul'a yakın kaçış rotalarından, şirin bir balıkçı köyü olabilecek böyle bir yerin -ki Garipçe'nin de benzer durumda olduğunu düşünüyorum- böyle kötü bir halde bırakılması nasıl kabul edilebilir ki?! Ya da artık iş İstanbul'un kaçış rotalarının bile tadını hafta arası çıkarmamız gereken boyutlara çoktan ulaştı da biz mi kabullenemiyoruz? Kalabalık, gelen insan profili, trafik, vs bir yere kadar gülün dikeni olabilir yirmi milyonluk şehirde. Ama bu derece pislik, tarihe, doğaya ve insanların birbirlerine olan saygısızlığı ile ilgili ne diyebilir, bunu hangi kategoriye sığdırabiliriz onu bilemiyorum. Ve çok üzülüyorum.

Yine de şehir bizim tabi ki. Gezmeye de, tadını çıkarmaya da, elimizden geldiğince korumaya da sevmeye de tam gaz devam!

Sergi haberi: Genç Sanatçılar "Mutfak"ta Buluşuyor

Beyoğlu Kayla, 06.05-06.06.2017 tarihleri arasında genç sanatçıların katılımıyla gerçekleşecek olan "Mutfak" sergisine ev sahipliği yapıyor. Azat Yeman, Doğukan Çiğdem, Hasan Sarıtaş, Kerem Ağralı ve Zafer Malkoç'un karşılaşmasıyla, farklı disiplinlere sahip genç sanatçılar bir araya gelerek Mutfak'ta buluşuyor.      

    Hasan Sarıtaş

Mutfağın geçmişten günümüze toplumları birleştirici bir rolü vardır. Farklı coğrafyaların ve kültürlerin özgünlüğünü sürdürdüğü aynı zamanda harmanlandığı özgür bir alandır. Tuvallerinin şefleri olan bu genç sanatçılar da özgünlüklerini, sanatın kuralsız ve sınırsız alanına, Mutfak'a taşıyorlar. Mutfak, sanat üzerine söylenmiş tüm kalıplara karşı gelerek, sanatın her yerde var olabilirliği ve  sürdürebilirliğine inanarak, düşüncenin sınırsızlığına izleyici davet ediyor.        

Azat Yeman

Doğukan Çiğdem

Genç sanatçıları bir araya getiren "Mutfak" sergisi, açılışını gerçekleştirdiği Kayla’da, 06 Mayıs 2017 tarihinde sanatseverleriyle buluşuyor. Sergi 6 Haziran’a kadar Pazar günleri hariç her gün 12:00 – 16:00 saatleri arasında gezilebilir.

Adres: Atıf Yılmaz Caddesi No:17/A K:2 Beyoğlu

İyi gezmeler!

İki Minik Sergi ve Bir Kahve Molası

Geçen hafta Amerikan Hastanesi yakınlarında bir işim vardı. "Yakın ama park yeri açısından zor bir rota, bu meydan okumayı kabul edip arabayla gitmeye hazır mısın, İmge?" diye sordum kendime. Ve yanıtım her zamanki gibi "Evet" oldu. Araba konusunda kendi başıma gittiğim her farklı rota, bir macera oyununda level atlama tadında geliyor bana demiş miydim? ;) Gerçi neredeyse bir ay olacak kullanmaya başlayalı ve kendi başıma karşıya geçmişliğim, IKEA'ya ve Rumelifeneri'ne gitmişliğim, Beşiktaş trafiğine, Arnavutköy'ün daracık yollarına -hatta çıkmazlara!- ve bilimum otoparklara girmişliğim ve çıkmışlığım var. Galiba Şoför Nebahat oldum, a dostlar! ;)

Nişantaşı'nda Galeri Işık'ın tam önünde park yeri bulduktan sonra -acemi şansı mı ki? ;)- randevuma biraz zaman olduğunu görüp önce Gravite Coffee Bar'ı deneyeyim dedim. Bir flat white molası verdim ve kendisiyle aşk yaşadım. Yolunuz oralara düşerse ortamı da kahveleri de keyifli bir yer. Öneririm.  Adından anlaşılacağı üzere bir içki için de uğrayabilirsiniz. Sonrasında işimi halledip sevgili Esin'in blogunda gördüğümden beri aklımın bir köşesine not ettiğim Ağlak Muğlak sergisine uğradım. 


Hastanede sanat galerisi fikri bence müthiş ve Türkiye'de de bir ilk -belki de tek?- olarak Amerikan Hastanesi bünyesinde Operation Room adıyla hizmet veriyor. İşte burada 13 Mayıs'a kadar Metin Üstündağ'ın Ağlak Muğlak sergisini görmeniz mümkün. Mizah yazarı ve karkatürist Metin Üstündağ, yani Met Üst'ün daha önce "Ağlamak" ve "Ağlaklar" gibi çeşitli köşelerde yer almış onlarca çalışmasını galerinin duvarlarında görmek mümkün. Bir fikir vermesi açısından aşağıdaki kolajı ekliyorum.


İtiraf ediyorum: çok da benim tarzım değil bu resimler ;). Ama galerinin bir köşesinde duran ve alabileceğiniz sergi kitabının girişindeki ağlamakla ilgili sözler tam benlik. "Ruhun su kaynatması ağlamak!" demiş yahu, bam telimden vuruldum. ;)


İkinci mini sergi durağım da uzun zamandır uğramadığımı fark ettiğim, ama bir dönem neredeyse her sergilerini takip ettiğim Galeri Selvin'di. Geçen hafta Cuma öğleden sonra oradaki Sütiş'te bir buluşma planım olunca uğramak farz oldu. Burası zaten çok küçük olduğu için her sergileri mini sergi kıvamında oluyor. Toplam en fazla 15 dakikada serginizi gezmiş, yolunuza devam ediyor oluyorsunuz. Bu sefer de Sevgi Çağal'ın heykel sergisi vardı. 10 Mayıs'a kadar da devam edecekmiş. Sanatçının kadınlığın hallerini anlattığı bronz heykellerine ve varoluşla ilgili meselesini simgeleyen karga resimlerine bayıldım. Heykeller açık ara favorimdi ama.


Bence "Kadınım Hepsi Bu" sergisini mutlaka görmelisiniz. Hatta akşamüstüne doğru giderseniz belki çıkışta Sur Balık'ın o bar balkonuna oturur, bir-iki meze ve gün batımı rakısı bile yapabilirsiniz üstüne. Kaç zamandır her gördüğümde aklıma düşüyor orası ve şu an harika bir hava var bunu yapmak için. Bahar sefacılığı ve gün batımları benden sorulur, kaçırmayın bu fırsatı derim. ;)

İyi gezmeler!

Satıcı & Elveda Berlin & Fury

Geçen hafta izlediğimiz filmlerle bu haftaya başlayalım mı? İlk olarak Satıcı'dan bahsetmek istiyorum. Yine bayılarak izlediğimiz bir İran filmi olan Bir Ayrılık'ın yönetmeni Asghar Farhadi'nin son filmi Satıcı. Adı ise aslında Arthur Miller'ın Satıcının Ölümü oyunundan geliyor.  Filmde baş rollerde olan genç, evli çift Rana ve Emad bu oyunun da başrollerini paylaşan iki tiyatrocuyu canlandırıyorlar. Ve çiftimiz Tahran'da yeni bir eve taşınıyorlar. Yeni evlerinde kendilerinden önceki kiracının pek de sağlam ayakkabı olmadığını, gelen gideninin de tekinsiz tipler olduğunu ne yazık ki Rana'nın başına gelen kötü bir tecrübe sonucu öğreniyorlar. Ondan sonra da böyle kapalı bir toplumda, bir din devletinde kadının başına bir durum geldiğinde nasıl davranmak gerektiği sorunsalı ortaya çıkıyor tabi. Hak aramak mı mantıklı, sessizce sineye çekip kabullenmek mi? Yaralarını kendi başına sarmaya çalışmak mı, intikam mı? Bence tüm bunların çok güzel sorgulandığı, doğal oyunculuklarla da desteklenerek keyifli bir seyir sunan bir film olmuş Satıcı. İzlemenizi öneririm. 


İkinci önerim 2016 yapımı bir Fatih Akın filmi olan Elveda Berlin. Filmin orijinal adı aslında aynı zamanda baş karakterlerden biri olan Tschick. Ama böyle bir Türkçe ismi uygun görmüşler demek ki. Sınıfa sonradan katılan Tschick ve Maik'in -belki de sınıfın iki loser ergeni diyebiliriz- tatilde birlikte çıktıkları yol macerasını anlatan güzel bir film. Yani fazla beklenti olmadan izlenebilecek, light bir film daha çok. Fatih Akın filmi izlemiş gibi hissetmedim. Kırsalda yol alırlarkenki görüntüler ve Maik'in annesiyle olan sahneler favorim. Onlar için bile izlenir bence. Ama izlemezseniz de neden diye hesap sormam hani.;)  


Fury, 2014 yapımı ve uzun süredir izlenecek filmler rafımızda duran bir Amerikan yapımı olarak tam de beklediğim gibi çıktı. II. Dünya Savaşı sırasında bir tankın içindeki 5 Amerikan askerin yaklaşık 300 Nazi askerinden oluşan bir bölükle -alay, tabur ya da başka bir şey de deniyor olabilir- savaştığı 24 saati konu alıyor. Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu, karıncayı incitemeyen adamı gözünü kırpmadan taramalıyla onlarca insanı öldürebilecek kıvama getiren halini Amerikanvari bir anlatımla biraz şovmen, biraz mesaj kaygılı anlatsa da çekimler falan güzel, hakkını yemeyeyim. Ben savaş filmlerine bayılmam. Ama Brad Pitt var, vizyondayken konuşuldu diye alıp koymuşum bir köşeye işte. Beklediğimden iyiydi bence, ama bu konuda da fikri sorulacak son kişi olabilirim. ;) 


Bugün itibariyle baharın son ayına girdiğimize inanamıyorum bu arada. Mayıs geldi, havalar gerçekten ısındı, muhtemelen 15 güne kalmaz sivrisinekler bile çıkar piyasaya! Şehirdeki beton yığınlarının arasından bile capcanlı yeşiller ve mis gibi kokular yükseliyor. Kaş, rüyalarıma girmeye başladı. İçimde bahar kıpırtıları ve bahar yorgunluğu bir arada var olmaya devam ediyor bahar dengesizliğine uygun bir şekilde. İstanbul'a en yakışan aylardan biri bence Mayıs. Hepimize iyi gelsin dilerim.