Mermer Köşk & Homo Deus

Mehmet Eroğlu'na bayılırım, son romanı Mermer Köşk'e de bayıldım. Diğer romanlarından farklı olarak bu kez nefis bir televizyon dizisi de olabilecek bir roman var karşımızda. Ben şimdiden Demirler Köşkü'nü, Öykü'yü, Neli'yi ve Uğur'u kimlerin oynayabileceğini düşünebiliyorum mesela. Sakat amca İsmail Demir'in evindeki iki dolabı köşesi ve puro kokusu bile capcanlı zihnimde. İsmail ve Ezgi Demir karakterlerini kimler oynasa, onu bulamadım. Ay n'apıyorum ben, roman anlatacaktım dizi castingine başladım! ;)


Efendim bir holding sahibi aile var yine zenginliği temsilen karşımızda. Ama gerekirse iktidarını kaybetmemek için iktidara göz kırpan, aşk evliliğine değil stratejik ortaklıklara inanan, işi gücü dış görüntü olup içini genelde boş bırakan Türk zengininden bahsediyoruz biraz. Onların güzeller güzeli kızı Öykü, güzelliğini aldığı hırs küpü, gerçekçi ve manipülatif annesi Neli, ailevi bir hastalıktan dolayı amcası gibi sakat kalmış, sivri dilli, alkol problemi olan, müzmin isyankar kız kardeş Ezgi ve bir de bilmediği babası gibi çok yakışıklı, kendi kısıtlı imkanlarıyla okuyup avukat olabilmiş, orta halli avukat Uğur var asıl baş rollerde. Uğur ve Öykü'nün arasında bir aşk gibi başlayan hikaye, aslında ailedeki travmaların karakterlerde ömür boyu yarattığı etkilerin çözülmesi, hırs ve güç savaşları tadında ilerleyerek eski bir Türk filmi tadında olabilecekken mis gibi günümüz dünyasına ait bir oluyor. Bize de keyifle, bir çırpıda okumak kalıyor. Burada da Mehmet Eroğlu ile kitap üzerine güzel bir söyleşi var, ilgilenenlere duyurulur.

***

İkinci olarak Homo Deus'tan bahsedeceğim. Hayvanlardan Tanrılara Sapiens ile hayatlarımıza fırtına gibi giriş yapan Yuval Noah Harari'nin, ikinci ve devam kitabı niteliğindeki kitabı bu. Elimden bırakamadan okumuş olduğum ve çok etkilendiğim Hayvanlardan Tanrılara Sapiens'te bizim bugünlere geliş öykümüzü anlatmıştı Harari. Homo Deus ise bundan sonrasındaki süreci anlatıyor. Artık ölümsüzlük, mutluluk ve tanrılığa oynayan insanın gidişatını gözler önüne seriyor. Daha kurgusal tabi ki, galiba o yüzden ilk kitabı kadar yoğun bir ilgi ve keyifle okuyamadım desem yeridir. Bir de bu kitapta çok fazla tekrara düşmüş, ilk kitaptan da hatırladığımız bölümleri eklemiş ve gelecek beklentilerini de fazla uzun uzadıya ve tekrar içinde anlatmış gibi geldi bana. Ama yine de çok güzel öngörülerle dolu, okunası bir devam kitabı olduğunu söylemeliyim. Bir de tekrara düştüğü yerler olsa da adamın anlatımını o kadar seviyorum ki, o anlatsın ben okuyayım tadında bile uzun uzun okuyabilirim. Bir de gerçekçi bakış açısını seviyorum yazarın. Umut verme derdi ve çabası yok, gördüğünü ve düşündüğünü öyle apaçık aktaranlara bayılırım zira.


Alıntılar...

* "...Önceden altın madenleri, buğday tarlaları ve petrol kuyuları gibi maddi mal varlıkları temel zenginlik kaynaklarıyken, bugün en büyük zenginlik kaynağı bilgi haline geldi. Savaşla petrol kuyuları ele geçirebilirsiniz, ama bilgiyi bu yolla elde edemezsiniz. Bilgi en önemli iktisadi kaynak haline geldikçe savaşların karlılığı da azaldı; ve savaşlar, hâlâ eski usul hammadde ekonomileriyle yürüyen Ortadoğu ve Orta Afrika gibi belirli bölgelerle sınırlanmaya başladı."

*"...Sonuçta insanlar üretmek değil mutlu olmak istiyorlar. Üretim mutluluğun maddi temeli olduğu için önemlidir. Ancak üretim amaç değil araçtır..."



*"...Ruhların varlığı evrim teorisiyle açıklanamaz. Evrim değişim demektir, haliyle sonsuz varlıklar yaratma meziyetinden yoksundur. Evrimsel açıdan bakıldığında insanın özüne en yakın şey olan DNA'mız, bir sonsuzluk makamı olmaktan çok bir mutasyon ve değişim aracıdır. Ruhlarını terk etmektense evrim teorisini reddeden büyük bir çoğunluğu korkutan da budur işte..."

* "...Homo sapiens kalabalık gruplarla bile esnek işbirliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya hükmediyor. Zeka ve alet yapma becerisi de çok önemli elbette. Ancak insanlar kalabalık gruplar halinde esnek işbirlikleri geliştiremeselerdi, yaratıcı beynimiz ve marifetli ellerimiz uranyum atomları yerine hâlâ çakmaktaşı parçalıyor olurdu..."

*  "...Modernite bir sözleşmedir.Doğduğumuzda imzaladığımız bu sözleşme, öldüğümüz güne kadar yaşamımızı düzenler. Tüm sözleşmeyi tek bir cümlede özetleyebilirsiniz: İnsanlar güç karşılığında anlamı terk etmiştir..."


Ay yeter, kitabı olduğu gibi alıntılayacağım bıraksanız. ;) Ne kadar zihin açıcı bir kitap olduğu konusunda yeterince fikir verebilecek alıntılar diye düşünüyorum.

Keyifli okumalar!

Zambezi Nehri ve Chobe Milli Parkı'nda Safari

Kapatıyoruuuz, gezinin son yazısı, son fotoğrafları bunlar! ;) Victoria Şelalesi'ni gördükten sonra hızlıca hazırlanıp Zambezi Nehri'nde tekne turuyla günü batırmak üzere yola çıktık bu kez. Nefis bir gün batımı yakaladık falan diyemeyeceğim, zira kızıllar, turuncular, morları geçtim bir sarartı bile göremedik. Harika hayvanlar gördük falan diyemeyeceğim, zaten amaç da bu değildi ve nehirde en fazla bir karartı halinde timsah ve su aygırı çıkıntıları gördüğümüz oldu. Ama bir tatlı huzur aldık diyebilirim kesinlikle. O kadar güzeldi ki nehrin üstünde çıt çıkarmadan süzülen teknenin içinde, duvar kağıdı misali etrafını kaplamış doğanın içinde yol almak. Mis gibi hava, sürekli değişen gökyüzü, kıpırtısız nehir, doğanın uyum içindeki düzeni. Gezinin çok keyifli akşamlarından biriydi bu da.


Tabi sadece huşu içinde ortamı izlemek dışında çok keyifli sohbetler de oldu uyum içindeki grubumuzla. "Çıldır" temalı birbirinden abuk çıkmış (tabi ki kimseye değil kendime baktım! ;) ) fotoğraflarımız arasından en paylaşılabilir bulduğum bir tanesini de buraya hatıra olarak ekleyeyim dedim.  


Ertesi gün sabah erkenden yine yollara düştük. Bu kez hem nehir hem karar safarisi yapmak üzere Botswana sınır kapısına dayanmıştık. Programa göre önce nehir safarisinde karar kılındı.  Oralarda her gördüğüm nehri Zambezi sandığım doğrudur, ama bu nehrin Chobe Nehri olduğunu geç de olsa kabullendim. ;) Nehir safarisinin de baş rol oyuncuları tabi ki su aygırları ve timsahlar - ki her ikisinden de bol bol gördük. Onun dışında üstünde kuşuyla bir buffalo, bol bol Afrika balıkçı kartalı ve içinde ne yazık ki fil olmayan çamurlu alanlar gördük. Aşağıda ortada gördüğünüz o bahsettiğim çamurlu alanlarda filler yakın bir zaman önce banyo yapmış demekmiş. Maalesef banyo saatlerine denk gelemedik.  


Öğlen safari lodge'lardan birinde yemek ve kahve molamızı verdikten sonra bu kez safari araçlarına dağıldık. Marşlar eşliğinde yola çıkışımızdaki coşkuyla dönüş yolunda esintiden sersem olmamak için ne yapacağımızı şaşırmış halimiz şoför koltuğunun yanında oturarak camı siper almış arkadaşımız tarafından belgelenmiş. ;) Bize denk gelen şoförümüzün ciddi düzeyde şaşı olması da aramızda hem espri hem de hafiften tırsma konusu oldu, ama adamın görüşü o kadar iyiydi ki bırakın hayvanları görmeyi, öndeki safari aracındaki arkadaşlarımızdan birinin düşürdüğü cep telefonunu bile yakaladı valla. 


Öğleden sonra da yine bol bol antilop çeşidi, buffalo, babun, zürafa, fil, iguana-timsah arası değişik bir sürüngen ve bolca balıkçı kartal (çok güzellerdi ama fotoğraflarını çekmek çok zor tabi) gördük. Adeta bir enstalasyon misali duran fil kafatası ve iskelet parçaları karşısında "ulen acaba bir turistik attarksiyona dönüştürmüş olabilirler mi safariyi de?" diye düşünmedik diyemem. ;)



Her safari günü sabahtan akşama leopar enerjisi göndermemize ve ağaçlara bakmaktan boynumuz tutulmasına rağmen tur boyunca görüp görebildiğimiz tek leopar Victoria Falls Havaalanı'ndaki içi doldurulmuş leopardı. İyi ki fotoğrafını çekmişim, canım benim, bir tek seni çekebilmişiz hayatımıza, hoş gelmişsin. ;))


Özetle, bir daha iki günlüğüne oralara gitsem Chobe Milli Parkı'nda safari yapar mıyım, sorusunun yanıtı hayır. Üç dolu dolu günüm olsa yapardım, ama sadece iki günüm varsa ikinci gün sabahtan aslanlarla yürüyüşe çıkar, öğleden sonra ise Victoria Falls Hotel'de kahvemi içip, oradan başlayan parkurdan yürüyerek tekrar Victoria Şelalesi'ne gider ve gün batana kadar orada kalırdım. Neyse artık, belki yolumuz bir daha düşer ve yaparız bunları da, belki de bambaşka deneyimlere kapılıp bu gezinin içimizde ukde kalanlarını unutur gideriz kısacık zamanda. Önceki deneyimlerim muhtemelen ikincisi olacağını söylüyor. ;)

Bir gezi bittiyse önümüzdeki gezilere bakmak lazım. Ben her gün başka bir ülke için ev/otel/uçak bileti arayarak booking.com, skyscanner, airbnb gibi güzide şirketleri allak bullak etmeye devam ediyorum. ;) Henüz verilmiş bir karar yok, ama sorsanız planlar çoook!  Bakalım artık bir sonraki gezi durağı neresi olacak. Neresi olursa olsun, en az bu gezi kadar tadı damağımızda kalan cinsten olsun dilerim. 

İyi haftalar hepinize.

Victoria Şelalesi

Gezinin bana göre en etkileyici yerindeyiz. Hayallerimi süsleyen yerdeyiz. Görünce de hiç hayal kırıklığı yaratmadığı gibi tüylerimi diken diken eden, içimde coşku ve mutlulukla ağlama hissi uyandıran bir yer burası. Victoria Şelalesi'ne geldik. Havaalanında iner inmez deli bir yağmur başlamasına ve göz gözü görmeden şelalelere ulaşmamıza rağmen yarım saat içinde hava tamamen açtı ve bize harika manzaralar sundu burada. 

Zimbabwe ve Zambia sınırı boyunca uzanan bu doğa harikası, huzur dolu Zambezi Nehri'nin en coşkun haline dönüşerek çağladığı yer olarak anlatılabilir. Şelaleye dönüşen nehrin rafting yapılan bölümü, bungee-jumping yapılan köprüsü, suların yeterince yüksek olmadığı dönemlerde şelalenin döküldüğü noktada yüzülebilen Devil's Pool adı verilen doğal manzaralı havuz benzeri bir oluşum gibi çeşitli noktaları mevcut. Biz sadece yaklaşık on beş manzara noktasının yer aldığı yürüyüş rotasında yürüyerek doya doya izleyeceğiz bu güzelliği.


Ya da doyamadan! Bilemiyorum doyulur mu her noktası farklı güzel görünen ve her dakikası değişen bu doğa harikasını izlemeye. Burası yerli dilinde "mosi oa-tunya" diye biliniyormuş, yani "smoke that thunders/gürleyen duman" gibi bir anlamı var. Gerçekten de kulaklarınızda sürekli o gök gürültüsü sesiyle ve yüzünüze çarpan serinliği ve hatta ıslaklığıyla bu şelaleyi dolaşmak müthiş bir deneyim. Üzerinde hiç kaybolmayan bir -ya da şansınıza göre iki- gök kuşağını da bonus hanenize yazabilirsiniz. 

Şelale savaşlarında son durum ne diye sorarsanız ona da geleyim. Biliyorsunuz Niagara, Iguazu ve Victoria kardeşler sürekli bir ben dünyanın en büyük şelalesiyim yarışı içindeler. Hepsinin de kendine göre haklı olduğu noktalar var. Biri diyor ki ben en geniş alana yayılanım, diğeri ben en yüksekten çağlayanım, bir diğerine dönüyorsun ben en gürül gürül akanım. Aranızda tartışmayın çocuklar, hepiniz gönlümüzün birincisisiniz. ;)  Ama gerçek verilere gelecek olursak, Victoria Şelalesi 1700 metre genişliğe sahip ve yer yer 108 metre yükseklikten çağlıyor. Birinciliği de bu yüksekten akışıyla elde ediyor. 


Gezerken dakikalar içinde havanın değiştiğinden bahsetmiştim. Gerçekten de gezmeye başlar başlamaz yağmur durdu ve çok net görüntüler elde ettik. Ta ki son fotoğraf noktasına gelene kadar. Orada resmen gözlerimize inanamadık diyebilirim. Karşımızda açık seçik duran koca şelale bir dakika içinde sis bulutunun içinde yok olarak sadece bir sese dönüşüyor, sonra yeniden ortaya çıkıyordu. Aşağıdaki fotoğraflardan durumun ciddiyetini anlayabilecek misiniz bilemedim (parkurun solunda yükselen yoğun sis bulutu aslında şelale!), ama bu değişkenlik de gerçekten çok etkileyiciydi bana göre. 


Son gün ziyaret etme fırsatı bulduğum Victoria Falls Hotel'den de nefis bir doğal parkuru takip ederek şelaleye yürünebileceğini gördüm. Ayrıca bungee-jumping köprüsünü de uzaktan da olsa buradan görebildim. İngiliz tarzı mimarisi ve dekorasyonuyla -ve İngiliz ağırlıklı müşterileriyle- nefis bir otel burası. Bahçesi, çay salonları, restoranları ve dükkanları da öyle görünüyordu. Gruplara göre değil tabi, ama bireysel gelip de kalmak isterseniz aklınızda olabilir. 


Ah, burada bir tam günümüz daha olsaydı diye hayıflanmadan edemeyeceğim. Ama nedenlerinden sonraki ve gezinin son yazısında bahsedeceğim, şimdilik bu kadarını söyleyip kaçayım. Bu arada Victoria Şelalesi'ni havadan görebileceğiniz helikopter turları da var. Pazarlık yeteneğinize göre 100-175 USD arası rakamlara, havanın elverişli olması halinde yaklaşık 15 dakikalık turlarla bu güzelliği kuş bakışı da izleyebilirsiniz. 

Sun City - Pilanesberg - Lesedi Köyü - Johannesburg

Nerede kalmıştık? En son Lion & Safari Park'ı gezdikten sonra Afrika'nın Las Vegas'ı olduğu söylenen Sun City'ye doğru yola çıkmıştık. Siz siz olun beklentinizi düşük tutun burada da. Zaten burada kalmanın asıl amacı Las Vegas tadında sunduğu eğlence ve kumar alternatiflerinden çok Pilanesberg'e en yakın turistik yerleşim yeri olması. Biz de burada iki gece kalacağız. Otelimiz içinde casinosu da olan Soho Hotel. Kendisinden gayet memnun kaldığımızı söyleyebilirim. Her yere yürüme mesafesindeydi, odaları rahat ve temizdi, kahvaltısı iyi, havuz başındaki çim alanları tam sefa yayılmaları içindi.Tabi zamanımız olsaydı yayılırdık, o ayrı. ;)


İlk akşam Cascades otelin içindeki güya Yunan restoranında yemeğimizi yedik. Restoranın adı Bocado ve servis korkunç. Yemekler de lezzetli olsa da Yunanlı olmakla uzaktan yakından alakası yok. Hiç önermiyorum. İkinci gün sabah ve akşam safarisi arasında Sun City'nin en meşhur gezilecek noktasını keşfetmeye karar verdik. Filli yolda yürüyüp, maymunlu çeşmeyi geçip, karşımızda Palace Hotel'in kubbelerini gördükten sonra 45 dakikada bir "dev" dalgaların geleceğini duyduğumuz plaj şeklinde düzenlenmiş havuza (Valley of Waves) gittik turdan kızlarla. Kafamızda nasıl bir görüntü yarattıysak her köşeden izleyip çekebilelim diye de farklı köşeleri tuttuk. Ve beklenen an geldi. O dev dalga denen şey minik bir kıpırdanma halinde kıyıya vururken konuşlandığımız köşelerden çıkıp yüzlerimizdeki hayal kırıklığı ifadesiyle birbirimize baktık. Instagram'da fırtınalar estiririz derken sessizce videolarımızı silip yolumuza devam ettik. ;)) Bir yandan da İsocum'a nasıl anlatsam bu fiyaskoyu diye düşünüyordum ben tabi. Çünkü kendisi bu sırada otelde kalıp, dinlenmeyi ve masaj yaptırmayı tercih etmişti. Beni de ikna etmeye çalıştığında da "ay ne meraksızsın, İstanbul'da yaptırırım ben masajımı, koskoca dalga havuzunu görmeye gelmeyecek misin yani?" falan diye bir afralarla ayrılmıştım yanından. ;) "Neyse ki yüzümüzün aldığı şekli görmedi, o da bir şey," diyerek safari öncesi bizim otelin havuz başında birer bira içmeye gittik. Güneşin altında içmeye başladığımız birayı fırtına ve kapkara bulutlar eşliğinde bastıran yağmurla bitirdik. Of ya, adam gibi bir yaz göremeyecek miyiz biz?!  


Pilanesberg

Pilanesberg 550 kilometrekarelik bir alana yayılmış Güney Afrika'nın en büyük milli parklarından biri. Parkın içindeki lüks çadırlarda ya da lodge'larda kalabilirsiniz. Ya da bizim gibi Sun City'de kalıp sabah ve akşam safarilerine gelebilirsiniz, çünkü yaklaşık 20 dakikalık bir mesafede yer alıyor burası. Bir Masai Mara ya da Serengeti olmadığını söylemeye gerek yok sanırım, ama Big 5'ı görme ve Safariye Giriş 101 tadında bir deneyim yaşama şansınızın olduğu bir yer. Biz fil açısından oldukça şanslıydık. Selfie çektirmediğimiz fil kalmadı hatta. 


Onun dışında erkek ve dişi aslan dahil pek çok hayvanı görme şansını yakaladık. Turdan Gülşah'ın yorumuna katılıyorum: "çok az hayvan serpiştirilmiş buraya!" ;)) Evet, bu gördüklerimizi yaklaşık üçer saatlik sabah ve akşam safarilerinin yüzde onluk bölümünde görmüşüzdür. Onun dışında bomboş arazilerde gezinip durduk beklenti içinde. Yine de safarinin bir şans işi olduğunu düşünürsek sonuç çok da fena değildi. 


Lesedi Kültürel Köyü

Sırada gezinin en gereksiz bölümü var: Lesedi Köyü. Güney Afrika'da yaşayan farklı kabilelerin gelenekleri ve yaşam tarzları ile ilgili bilgiler verilen, en sonunda da bir dans gösterisinin sizleri beklediği bu durağı pas geçebiliyorsanız öyle yapın. Son derece müsamere tadında bir turistik şovdu bana göre. Hani Masai köylerine bile turistik derler ya burayı gördükten sonra oranın ne kadar otantik olduğunu anladım. Adamlar mis gibi ılık büyükbaş kanıyla kahvaltılarını yapıp güne başlıyorlardı ayol, var mı ötesi? (Masaileri düşünüyorum gözlerim kapalı ;))


Bunlarda ise "Zulular şöyle kulübelerde yaşar, Xhosa'ların evlenme çağındaki kızları şöyle giyinir, evlenenler böyle giyinir, Pedi kabilesi size ancak şöyle seslenirseniz kapılarını açar, seslenin bakayım, aferin çok güzel, bakın sizi içeri buyur ediyorlar, protein deposu kurutulmuş ağaç kurtlarımız da ikram, ehe ehe" gibi bölümler sizi bekliyor. Yani olsa da oluur, olmasa daha iyi olur bir durak işte. Hediyelik ıvır zıvır alabileceğiniz dükkanları fena değildi bir tek.


Johannesburg

Lesedi Köyü gezisi sonrası kaotik ve güvensiz olduğunu bol bol duyduğumuz Johannesburg şehri için yola koyuluyoruz. Zaten trafiğinden dolayı ancak akşama doğru otelimizde oluyoruz. Nelson Mandela Meydanı'nda yer alan oteller, restoranlar ve AVM kompleksinin bir parçası olan Da Vinci Hotel nefis bir otel. Trafik dolu bir şehir turu yapmak yerine direkt otele gelsek bile daha iyi olurmuş. Yani kayda değer sadece Nelson Mandela'nın evini gördük, o da yüksek güvenlik duvarlarının arasından birkaç saniyeliğine. Johanneburg ile ilgili anlatabileceğim de pek bir şey yok zaten. Otobüs turu sırasında bu şehirle ilgili içimde kalan ya da merak ettiğim de hiçbir şey olmadığını fark ettim. Burası sadece hava alanı durağı için uğramak zorunda kaldığımız bir tür aktarma şehriydi bizim için. Müthiş bir mücadele ile halkına özgürlüğü bahşeden efsane lider Nelson Mandela'dan izler görmek ve hikayesini anımsamak bu şehrin en güzel katkısı oldu bize.


İkinci katkısı da Trumps Steakhouse oldu desem yeridir. ;P Etleri zaten olağanüstü olan bu restoranın kaburgası ve kalamar ızgarası da harikaydı. Şarap menüsü ve ortamıyla da kendisine tam not veriyor ve gözü kapalı öneriyorum. Rehberimizin sözünü dinleyip burada oturduğumuz için pek mutlu olduk o akşam. 


Sırada gezinin hayallerimi süsleyen durağı var: Victoria Şelaleleri. Ama öncesinde otelin havuz başında biraz daha içebiliriz bence. Nasılsa odada kurulan iki cep telefonu alarmı ve uyandırma servisi sayesinde uçağı kaçırmak gibi bir alternatifimiz olamaz. ;)

Lion & Safari Park

Cape Town'ı geride bırakıp Johannesburg'e uçtuk bile. Ancak henüz burada kalmayacağız. Sun City'ye doğru yolumuza devam edeceğiz ve yol üstünde de Lion & Safari Park'a uğrayacağız. Bu arada Güney Afrika'da iç uçuşlar için South African Airways'i tercih etmenizi öneririm. Uçaklar yepyeni, servis iyi ve Star Alliance üyesi.  

Neyse, onu bunu boş verelim, Aslan Parkı'na yavru aslan sevmeye gidiyoruz biz! ;) Gezinin en merakla beklediğim kısımlarından biri de buydu. Evet, turistik attraksiyon, ama sorarım size aslan sevdiğiniz kaç turistik attraksiyon yaşıyorsunuz ki şu hayatta. Öyle "I amsterdam" yazısı önünde fotoğraf çektirme değil ki bu (ha onu da yaptık zamanında, o ayrı. ;) ). Turistsiniz işte, tadını çıkarın yahu! Her deneyimin de illa en lokal, en yapılmamışını yaşayacağım diye kasmaya gerek yok hani. ;)

Ama öğleden sonra orada olduğumuz için aslan yavrularının ne yazık ki en mayışık olduğu dönemlere denk geldik. Resmen "siz takılın da ben bir köşede uyuyayım" modundalardı desem yeridir. Yine de dişlerimi feci kamaştırdılar o ayrı. 


Sonra safari aracına binip parkın içinde minik bir tur attık. Görevli "aslan göreceğinizi garanti ederim" falan diye büyük havalarda bizi araca bindirdiğinde bir an için nereye gidiyoruz ki, zaten aslan parkı değil mi burası diye düşünmedik değil. Ulen her bölümün giriş kapısı açılıyor ve orada mutlu mesut bir aslan ailesi yaşıyor zaten. Burada da bize aslan gösteremezsen ayıp olurdu zaten, neyin havasındasın? ;) Safari aracı da tam teşekküllü cezaevine götürülüyormuşuz gibi korunaklı. Doğada yaptığımız safarilerde niye totomuz donarak her yanı açık araçlarda gittik o zaman? Burada her gün karnı tok sırtı pek yaşayan hayvandan mı korkacağız, peh! Zaten baksanıza kafalarını kaldırıp bakmaya tenezzül etmiyorlar. İçlerinden de "tuuurist, tuuurist" diye dalga geçiyorlardır kesin. ;))  


Aslanlar dışında parkta en ilgi çeken hayvanın zürafa olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Grubumuzdan Gülşah'ın çektiği videoyu aşağıda paylaşıyorum. Aslan göreceğimizi garanti eden görevli amcanın bir paket Doritos ile zürafayı aracımıza getirmesini görüyoruz. Zavallı zürafalara cips veren verene. Restoranda, kafede, gezinti köprüsünde falan herkes abur cuburla besliyor hayvancağızları. Ama kocaman olmasına rağmen zarif ötesi bir zürafanın da kafasını aracın içine uzattığını görmek de paha biçilmez. Nairobi'de Giraffe Manor'u görmemiştik. Bir tık o hissi yaşatmış olabilir belki bize burası. 



E tüm bunların dışında bir de vahşi köpekler, devekuşları falan var diyeceğim ama dönüp bakmayacaksınız bile, değil mi? Tahmin etmiştim. ;)


Sözün özü; bir zürafaya ve yavru aslana dokunmuş olmanın mutluluğunu yaşamış olsam da ve burası da hayvanların gayet doğal ve geniş alanlarda yaşadıkları bir yer olsa da yine de asla doğal ortamında hayvanları görmek tadında bir deneyimin yanından bile geçemez tabi ki. Vahşi hayvanları kendi habitatlarında, uzaktan ve rahatsızlık vermeden gözlemlemek çok etkileyici - ve asıl paha biçilmez olan da o. Yoksa bu tür yerlerin hayvanlara ne kadar iyi bakılırsa bakılsın hüzünlü bir etki bıraktığını da söylemem gerek. Düşünsenize buradaki herhangi bir hayvanın başka bir yerde yaşama olasılığı kalmıyor. Oysa hemcinsleri su ve yiyecek peşinde kilometrelerce yol kat ediyorlar, yön duyguları, korunma içgüdüleri, doğayı okuma kabiliyetleri, kasları gelişiyor. Kısacası biri altın kafeste özünü kaybederek gün dolduruyor, diğeri acısıyla, tatlısıyla "I did it my way!" tadında yaşıyor hayatını. Dağlar kadar fark olacak elbette. 

Yine de yolunuz düşerse aklınızda olsun, bu parkta da aslanlarla, çitalarla yürüme, gece safarisi, devekuşu besleme , vs gibi farklı etkinlikler oluyor. Web sayfasından programlarına göz atabilirsiniz. Biz Sun City'ye doğru yola devam ediyoruz. 

Hout Bay & Boulders Beach & Ümit Burnu

Ne güzel tam gaz yazmaya başlamıştım yazıları ama minik bir grip molası vermek durumunda kaldım. Hâlâ harika durumda olmasam da bugün kafamı havada tutabilme başarısını gösterebildiğimi fark edip geçtim blogun başına. Nerede kalmıştık diye bakınca da gördüm ki güneyin de en güneyine ineceğimiz günü anlatma zamanı gelmiş. Kıyı boyunca şehrin en güney noktasına yolculuk ederken şehrin güzelliğinin de daha çok farkına vardığımızı söylemeliyim. Bana hafiften Batı Amerika kıyılarını anımsattı hatta gezinin bu kısmı. Şöyle bolca tutam San Francisco, bir miktar San Diego, bir fiske de otobansız LA bölümleri gibi bir karışımın içinde gezindik tüm gün. Nefis okyanus manzaralı evlerin sıralandığı kıvrımlı yollardan geçtik. Nefis koylarda fotoğraf molaları verdik. İşte onlardan ilki aşağıda: Maiden's Cove. Rüzgardan sabit durmak bile çok zordu ama çok güzel bir manzara noktasıydı.


İkinci durağımız Hout Bay. Burada foklara selam vereceğiz. Aşağıdaki gibi adeta evcilleşmiş, turistlere kendini sevdiren artist foklara değil tabi. Koydan kalkan teknelerle ulaştığımız Duiker Adası'nda (nam-ı diğer Fok Adası) yaşayan Cape Kürklü Fok Balıklarını görmeye gidiyoruz.  


77 metreye 97 metre ebatlarındaki bu minnak adacıkta yaşayan fok kolonisinin ömrü 20-40 yıl arasında değişiyormuş. Ağırlıkları 300 kg'a kadar ulaşabilen foklar her yıl bir kez kürklerini yeniliyorlarmış. Yılda bir kez de yavrulayan fokların bebişleri 6 haftalık olur olmaz yüzmeye başlarlarmış. Yavrular ahtapot, balık ve midye ile beslenirlermiş. Foklar için en büyük tehdidi ise tabi ki önce insanlar, daha sonra ise köpekbalıkları ve katil balinalar oluşturuyormuş. 


Hayvanları doğal ortamlarında izlemeye bayılıyorum. Saatlerce sıkılmadan bunu yapabilirim. Ama tabi küçücük bir adacıkta da taş çatlasa yarım saat kadar kalabiliyor tekneler. Sonra yine yolumuza devam ediyoruz. Bu kez başka bir koloniye selam vereceğiz. Ama öncesinde yolda yine bir fotoğraf molası verelim ve Hout Bay'e bir de tepeden bakalım. (Fokların olduğu küçük adacık en soldaki kayalık tepenin arkası gibi düşünebilirsiniz.) 


Sırada bu gezinin en merak ettiğim duraklarından biri var: Boulders Beach. Burada da bir penguen kolonisi yaşıyor. Penguenler bana hep çok sevimli gelmişlerdir. Gövdelerinden bacak olmaksızın direkt çıkan ayaklarıyla paytak paytak, her an devrilecekmiş gibi yürümelerinin hastasıyım. "Tutmayın beni, biraz mıncıklayayım şunları," kıvamında kendimden geçerek izledim bu güzellikleri de o yüzden. Ne yazık ki nesilleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan türlerden biri onlar da. 

Boyları yaklaşık 60 cm olan Afrika penguenlerinin (jackass penguin olarak da biliniyor) gövdeleri yüzmek için evrimleşmiştir. 130 metreye kadar dalabilirler, ama genellikle 30 metrelerde takılırlar. Nefeslerini 2,5 dakika kadar tutabilirler. Avlanırken saatte 20 km hıza çıksalar da genellikle 7 km/saat hızla sakin sakin yüzerler. Yaklaşık 10 yıl ömrü olan bu minnoşların ağırlıkları da 2,5 - 3,5 kg arasında değişir.   


Penguenleri de doya doya izledikten sonra öğle yemeği molası için donanmaya ev sahipliği yapan Simon's Town kasabasına gidiyoruz. Burada beş yıl boyunca resmen donanmada görev yapmış olan Danua cinsi köpek Just Nuisance'ın heykelini de görüyoruz. Sonrasında güneye doğru yolumuza devam!

Ve en nihayetinde Ümit Burnu'ndayız. Afrika kıtasının en güneybatı ucunda. Aslında en güney ucu diye yanlış biliyormuşuz burayı. Afrika'nın en güney ucunun buraya 150 km uzaklıktaki Cape Agulhas olduğu biliniyor. 1488 yılında ilk kez Portekizli kaşif Bartolomeu Dias tarafından keşfedilip Fırtınalar Burnu adı verilmiş  buraya. Kral ise "ha gayret baharatlara ulaşacağız, moral bozmayalım lütfen" diyerek adını Ümit Burnu olarak değiştirmiş bir rivayete göre. 


Buraya kadar gelmişken tabi ki Cape Point Deniz Feneri'ni ve oradan altımıza serilecek nefis manzarayı görmek için Table Mountain National Park'ın tepesine tırmanacağız. Bir noktaya kadar füniküler çıksa da kalan bölümde tabana kuvvet çıkıyorsunuz yukarıya. Ama kesinlikle  buna değiyor. Dimdik kayalıkların turkuaz sularla buluştuğu kıyıların vahşi güzelliği, teninizi ısıtan güneş, yüzünüze vuran okyanus esintisi... Sanırım "mutluluğun resmini yapabilirim" dediğim anlardandı bu da.


Bu yazıyla birlikte ne yazık ki güzeller güzeli Cape Town'a da veda etme zamanı gelmiş bulunuyor. Seni çok sevdik güzel şehir. Bir zaman sonra belki yeniden buluşur, daha uzun uzun zaman geçiririz birlikte. O zamana kadar hoşça kal ve kendine ve içinde barındırdığın tüm güzelliklere iyi bak! 

Sevgililer Günü için dev hizmet! Her ilişkiye uygun birbirinden farklı hediye önerisi

Evet, yine o malum tarih yaklaştı. Belki uzun zamandır evlisiniz, “Artık Sevgililer Günü mü kaldı bize?” diyorsunuz. Belki uzatmalı sevgilisiniz, her 14 Şubat geldiğinde ne alacağınızı kara kara düşünüyorsunuz. Belki yeni bir sevgili yaptınız, heyecandan ne alacağınızı bilemiyorsunuz. Belki de bu günü evinizde tüylü, minik dostlarınızla geçirecek ve “En güzel sevgi bu!” diyorsunuz. O da mı değil? E, o zaman neden kendi kendinize hediye almıyorsunuz? Tamam, merak etmeyin; bu listede hepinizi düşündük.



- İlişkiyi heyecanlandırmak için baştan çıkarıcı bir koku alın. Kokular hafızada yer bırakır ve her yeni koku bambaşka hatıralar yaratır. Hazır kış ayındayken baskın ve egzotik kokuları tercih edebilirsiniz. 



- İlişkinizin başladığına dair sosyal medyada boy boy fotoğraflarınızı sergilediniz büyük ihtimalle. Ama unutmayın, geleneksel fotoğraf albümünün anlamı her zaman çok başkadır. O nedenle, HP Sprocket kırmızı fotoğraf yazıcısı sevgililer günü için çok keyifli bir hediye olacaktır.  HP Fotoğraf yazıcısı için tıklayın!
 

- Bu önerimiz ise beylere. Her zaman geç kalmasına sebebiyet verdiği için söylendiğiniz eşinizin makyaj setini yenileyerek şaşkınlık yaratmaya ne dersiniz? Kadınlar kozmetik ürünlere bayılır, biliyorsunuz.  Kozmetik ürünleri için tıklayın!


Her Pazartesi beraber spor yapmaya niyetleniyor ama ilişkideki bir taraf planları bozuyorsa, şahane bir fikrimiz var. Motivasyonu yükseltecek bir akıllı bileklik! Fiziksel aktiviteleri detaylı bir şekilde takip etmeye olanak tanıyan bu bilekliklerle spordan kaçmak yok, sağlıklı hayata hemen başlamak var. Akıllı Bileklikler için tıklayın!


- Romantiklik önemli. Karşınızdakine ince bir ruhu ve ince zevklere sahip biri olduğunuzu göstermek için en iyi gün, bugün! Hediye edeceğiniz retro bir plakçalarla eski plakları dinleyip, romantik bir akşam geçirebilirsiniz. Retro plakçalarlar için tıklayın!
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Stellenbosch & Güney Afrika Şarapları (& Kartallar & Elmaslar)

Masa Dağı'nın bulutsuz bir saatini yakalayıp tepeden şahane şehir manzaraları izleyebilmemizi nefis Güney Afrika şaraplarıyla kutlamanın zamanı gelmiş olabilir. Önce KWV Wine Emporium'un yolunu tutuyoruz. Burada şarap imalatı aşamalarını görüyor, tesis ve üretim hakkında bilgi ediniyoruz. Bir nevi şarap üreticileri kooperatifi gibi bir kuruluş burası. Şarap dışında farklı likörler ve brendi çeşitleri de üretiyorlar. Şarapların bekletildiği fıçılara aşık olmak için de uğrayabilirsiniz buraya bence. Aile boyu fıçılar, sekoya ağaçlarından yapılan dev fıçılar, üzerinde kabartmalarla anlatılan hikayeleri olan fıçılar, ne ararsanız var.


Tesisi gezdikten sonra şarap tadımına geçiyoruz. Biz sırasıyla aşağıdaki şişeleri tattık. Güney Afrika'nın en meşhur kırmızı şarabı Pinotage üzümünden yapılıyor. Pinot Noir ile Hermitage üzümlerinin çaprazlanması ile elde edilen yeni bir üzüm çeşidi diyebiliriz. Açıkçası ben çok bayılmadım. Birkaç yerde "hadi yerel şarap olsun bari" diyerek içsek de genelde Cabernet Sauvignon içtim ve daha benlik olduğuna karar verdim. Beyazlardan ise Chenin Blanc favorim oldu diyebilirim. Bu şaraphaneye özgü bir karışım olan Tributum şarabını çok sevdik. Yolunuz düşerse deneyin. 15 yıllık brendi ile Cape Tawny adındaki Port wine'ları da güzeldi, ama bir Alex değildi bana göre. ;) Bir de African Cream adında Baileys benzeri bir içkileri var ki o da hiç bizlik değildi. Son durağımız Cape Town olsa belki birkaç şişe Tributum atardık çantaya, ama önümüzdeki iç ve dış uçuşları düşününce caydık alışverişten. Ama alışveriş yapmak isteyenleri aşağıdaki mağaza bölümüne alabiliriz. ;)    


Tadım sonrasında yine bir şarap üreticisi olan Tokara'ya yemek için uğradık. Burası nefis bir bağın içinde, yemyeşil bahçeye ve harika bir manzaraya açılan restoran alanı, içerideki zevkli mağazası, lezzetli yemekleri ve şarapları ile gözlerimizden kalpler fışkırmasına neden olan bir yer oldu diyebilirim. Adeta bir Ferzan Özpetek filmi sahnesi gibi görünen masamızda keyiften dört köşe olmuş, "şöyle minik bir bağ alıp buraya mı yerleşsek?" muhabbetinin açıldığı o klasik kopuş kıvamına gelmiş olabiliriz. ;) Tek kelimeyle bayıldım, gözü kapalı öneririm burayı. Yolunuzu düşürün mutlaka. 


Stellenbosch

Şimdi de tüm bu şarap bağlarının yanı başında yer alan, ağırlıklı olarak Hollandalı göçmenlerin yaşadıkları ve bir üniversite kasabası olan Stellenbosch'u gezme zamanı. Burası minicik bir kasaba olsa da bünyesinde bir üniversite barındırmasının hakkını veren dolulukta. Adım başı galeriler, keyifli yeme-içme mekanları ve zevkli dükkanlarıyla görülmesi gereken yerlerden. Gavin Collins Gallery'deki nefis yağlıboya tabloların önünde kendinizden geçmek için biraz zaman ayırmayı unutmayın. Karşısındaki Pallette Fine Art Gallery'deki heykeller de nefisti. Hatta önündeki heykeli de Dubai Mall'daki o meşhur iç mekan havuzundaki dalış yapan figürlere benzettim. Buradaki mağazalarda sık sık gördüğüm Carrol Boyes tasarımı ürünlere de bayıldığımı söylemeliyim. Johannesburg havaalanında da var mağazası, aklınızda olsun. Daha neler çıkardı bu minnak kasabadan ama zamanımız kısıtlı olduğu için yeterince didikleyemedik tabi ki. 


Yol Üstü Durakları

Dönüşte yol üstünde ilk olarak Spier'da Eagle Encounters adında bir kartal rehabilitasyon merkezine uğruyoruz. Burada çeşitli kartal ve diğer yırtıcı kuş cinslerinin rehabilite edildiği ve tamamen gönüllülük esasına göre çalışan bir merkez var. Doğada yaralı, terk edilmiş ya da zehirlenmiş halde bulunan kuşların tedavilerini ve bakımlarını yapıp, yeniden doğaya dönmelerini sağlıyorlarmış burada. Doğaya dönemeyecek durumda olanlar ise sanırım hep burada kalıyorlar. Kafeslerin üstlerinde ise sahiplenen -yani bakım masraflarını üstlenen- kişilerin isimleri yazıyor. 


İkinci durak kadınların daha çok ilgisini çekebilecek bir yer aslında. Güney Afrika'nın elmas madenleri ile de ünlü olduğunu biliyorsunuzdur. Elmastan çok daha nadir bulunan tanzanit de buraya özgü değerli taşlardan biri. E o zaman ülkenin en ünlü mücevher firması olan Schimansky'nin de kapısından içeri bir adım atsak fena olmaz. Dikkat dikkat, içeride ışıltıdan gözleriniz kamaşabilir, fiyatlardan da dudaklarınız uçuklayabilir! Elbette her nadide değerin bir bedeli olacak değil mi? Burada da elmasın işlenmesi, kesimleri, diğer özellikleriyle ilgili bilgiler edindikten sonra alışveriş için ayrılan sürede sadece bakınmayı tercih edip ayrılıyoruz. Ayol Kapalıçarşı'daki kuyumcusuna fikir sormadan kim alışveriş yapar, sorarım size. ;) Ama hepimiz o 20,000 dolarlık taşın 10,000'e kapatılacağı konusunda hemfikir olacak kadar da bilgi sahibiyiz tabi ki! :P



Bir gün daha bitti, zaman fazla mı hızlı geçiyor ne? Dolu dolu bir şehir burası. Ben yaptıklarımızdan bahsediyorum elbette, ama yapmadıklarımızdan da bahsetmekte fayda var. Belki aralarında ilginizi çeken alternatifler olabilir. Örneğin, buradaki en ilgi çekici aktivitelerden biri kafesli köpek balığı dalışı. Ya da bir sonraki durağımız olacak Hout Bay'de şnorkellerinizi takıp foklarla yüzebilirsiniz. Devekuşu çiftliği ziyaret edebilirsiniz. Hediyelik alternatifi olarak da dekoratif devekuşu yumurtalarından alabileceğinizi unutmayın. Paragliding yaparak şehrin üstünde süzülebilirsiniz. Kirstenbosch Botanik Bahçesi'ni gezebilirsiniz. Kısacası ilgi alanınıza ve zamanınıza göre pek çok alternatif sizi bekler. Biz ne mi yapacağız? Bu kadar güney yetmedi, biraz daha güneye ineceğiz. ;)

Masa Dağı - Ve Meşhur Masa Örtüsü ;)

Bu gezide benim görmeyi en heyecanla beklediğim ilk üç listesinde Victoria Şelaleleri, Masa Dağı ve penguenlerin olduğu Boulders Beach yer alıyordu. İşte şimdi o üçlüden ilkini görme zamanı. Yalnız kendisinin baya kaprisli bir arkadaş olduğunu biliyoruz. O yüzden sürekli tetikte olup doğru zamanda yaklaşmak gerekiyor kendisine. Nasıl ki Kuzey Işıkları avı için gittiğinizde gözler solar patlamaların yoğunluğunu takipte olur ya da safari sırasında telsizlerle  "aslan var, kuzeydoğu yönünde soldan sekizinci ağacın altına kaptır, gel" ;) şeklinde haberleşilir, işte burada da durum biraz ona benziyor. "Masa Dağı'nın üstünde bulutlar kalkıyor, teleferik çalışacak, yukarıdan manzarayı açık ve net görebileceksiniz" haberini alıp yola düşmeniz gerekiyor. (Teleferiğe Priceless'ı yerleştirerek nefis bir reklam yapmış olan Mastercard'ı da buradan tebrik edeyim. ;) Gerçekten de "paha biçilmez" deneyimlerden çünkü bu.)


Ve biz gerçekten çok şanslıydık. İlk günümüzün sabahında erkenden orada olup sıra bile beklemeden tepeye çıkabildik. Doya doya manzaranın tadını çıkarıp indiğimizde feci bir kuyruk vardı ve o kuyruğun da büyük bir kısmının yukarı çıkamadan geri döndüklerini öğrendik, çünkü hava bir saat içinde bile inanılmaz değişebiliyor burada. Bu yoğun bulutların nedeni güneydoğudan gelen nispeten ılık hava akımının tepedeki soğuk hava ile karşılaşıp orada yoğunlaşmasıymış. Dağın tepesinden adeta çağlayarak akan bir bulut kütlesi oluşuyor adeta. Buna da "masa örtüsü (tablecloth)" diyorlar. Masa örtüsünü de aşağıdan izlemesi çok keyifli bence ama yukarıya çıkabilmek için illa ki o örtünün kalkması şart. Aşağıda Victoria & Albert Waterfront'ta şöyle bir Table Mountain çerçevesi bulunuyor, haberiniz olsun. 


Masa Dağı, 2011'de en çok oy alan yedi doğal güzellikten biri olarak dünyanın yeni yedi harikası adaylarından biri olmuş. 520 milyon yıl öncesindeki kum taşı ve granit tabakalardaki  buzul ve volkanik hareketlenmeler sonucunda oluşan Masa Dağı, Himalayalar'dan en az altı kat daha yaşlıymış. En yüksek noktası 1085 metre olan bu dağa ve çeşitli zirvelerine trekking yaparak da çıkabileceğiniz birkaç saatlik ya da günlük rotalar mevcut. En zorlayıcı olanlarından biri de bizim gibi arada bir sahilde yürüyüşe inenlerin uzaktan bakması gereken Lion's Head (Aslan Başı)! Aşağıda tepeden manzara fotoğraflarında hem bu zirveyi hem de Nelson Mandela'nın yıllarca hapis yattığı Robben Island'ı görüyorsunuz. (Teleferiğe bindiğimizde yapılan anonsta biletlerinizi kaybederseniz siz de burada ikinci bir Nelson Mandela olursunuz diye espri yaptılar, hepimiz de baya güldük ayol. Turist kafası işte, biraz ayıp etmişiz sanki. ;) )


Ama her şey bir yana yüz yıllar önce coğrafya dersinde 'üstü dümdüz dağ' olarak aklında kalmış dünyanın bir ucundaki bu güzelliğin tepesinde olmanın ve şehre o noktadan bakmanın içimde yarattığı mutluluk hissini anlatabilmem mümkün değil. Arkamızda uzanan tepelerin en ucunda da Ümit Burnu var. Şu an bulutların altında olabilir ama elbet onu da ayan beyan yakalayacağız zamanı geldiğinde. ( Seni yenicem Cape Town!! ;))  )


Bu arada buranın son derece özgün ve ilginç bir flora ve faunaya sahip olduğunu da belirtmem gerek. Sadece burada yaşayan ve yetişen binlerce farklı böcek, kuş, sürüngen ve bitki çeşidinin  olduğu yazıyor girişte verdikleri broşürlerde. Biz bakınca üç-beş değişik şey görsek de işin aslı öyle değil yani. O kayalıklar, çalılıklar neler barındırıyor neler. Soldaki büyük balığı da İsocum yakalamış bu arada, alkışlar ona. ;)


Artık manzaraya doyduysak insek mi aşağıya? Şansımızı daha fazla da zorlamaya gerek yok hem. Neme lazım, birden bulutlar gelir mahsur kalırız tepede falan. Hem daha çok işimiz var. Güney Afrika şarapları bizleri bekler. E o zaman Stellenbosch'ta görüşürüz. ;)

Masalın İlk Durağı Cape Town

Masal gibi on günlük bir gezinin dönüş travmasını yaşadığım şu günlerde her zamanki gibi kendimi gezi notlarını yazmaya, fotoğrafları düzenlemeye vererek ve tabi ki bir yandan da bir sonraki rotayı düşünerek şifalandırmaya çalışıyorum. Uçsuz bucaksız doğanın ve tamamen bambaşka bir kültüre ait hayatların içinde kaybolduğumuz böylesi gezilerden sonra dönüş kesinlikle çok daha zor oluyor. Artık şehir gezilerinden çok bu tür doğa ağırlıklı gezilerin ruhumuza daha iyi geldiğini de fark ediyoruz. Yaştan mı, şehir hayatının sıkıcılığından mı, özümüze dönüş isteğinin bu şekilde ortaya çıkmasından mı bilmem. Bildiğim tek şey doğanın minicik de olsa bir parçası gibi hissedebildiğimiz anların yarattığı mutluluğun paha biçilemez olduğu. 

Güney Afrika'da üç durağa ve Victoria Şelaleleri'ni görmek için Zimbabwe'ye uğradığımız on gecelik programımızı Golden Bay Tour ile gerçekleştirdik. Normal şartlarda kendimiz gezmeye bayılsak da söz konusu Afrika -en Afrika'ya benzemeyeni bile olsa- olunca ve birçok durağın kompakt bir şekilde yer aldığı bir program da karşımıza çıkınca yine bir tur denemesi yapalım dedik. İyi ki de yapmışız. Hayatımızın en keyifli tur gruplarından biriyle tanıştık diyebilirim. Ayrıca turla yapılan gezilerin iyi geçmesinin en önemli faktörlerinden olan tur rehberimiz Tefik Egeli de harikaydı. "Ben rehberin zeki, çevik ve disiplinli olanını severim" diyen bir büyüğümüz yoksa hemen ben diyeyim. Gerçekten de zaman konusundaki disiplinini ilk günden yansıttığı için olsa gerek tur boyunca hiçbir aksama olmadan programımızı gerçekleştirdik. Kaş'tan komşumuz çıktı bir de, iyi mi? Artık başının etini yer dururuz "Tefik bizi tura götür!" diye. ;) 


Tur programından, kaldığımız otellerden, yemek için seçilen yerlerden, rehberimizden çok memnun kalmamıza rağmen programı tamamladıktan sonra fark ettiğim bir şeyi de söylemeden geçemeyeceğim. Johannesburg ve Sun City aslında hiç olmasa da olurmuş bana göre. Onun yerine en az 4 dolu gün Cape Town ve 3 dolu gün de Victoria Şelaleleri'nde kalmak bence ideal olurdu. Sırası geldikçe nedenlerinden de bahsederim. Ama en temel nedenler bu iki şehrin en yapay yerler olması, sırf bu şehirleri görmek için yapılan ara uçuşlar ve otobüs yolculukları, belki de bu nedenle Victoria Şelaleleri günlerini biraz fazla koşturmacalı geçirmiş olmak diyebilirim. Ayol Benny Hill Show tadında 15 dakikada hazırlanıp odadan çıktığımızı bilirim hani. ;) Turla ilgili minicik bir eleştirim olacaksa o da bu olabilir. Belki çocuklu aileler için Sun City, Lesedi Köyü ve Aslan Parkı ilginç olabilir. Belki iki ayrı program da oluşturulabilir o yüzden. Neyse, kendi kendime sayıklamamı bitirip ilk durak Cape Town'ı anlatmaya başlayayım. 

11,5 saatlik bir uçuşun ardından vardığımız bu güzel şehirde Southern Sun Waterfront Hotel'de kaldık. Odaların bazıları baya küçükmüş, ama biz o anlamda şanslıydık sanırım. Otelden memnun kaldık, iki büyük bavulumuzu açarak odaya yayılabildik. Burası şehrin en canlı noktalarından biri olan Victoria & Albert Waterfront'a da yürüme mesafesindeydi. Alışveriş merkezi, keyifli restoran ve barları, nefis Masa Dağı manzarası ile Cape Town'da zaman geçirebileceğiniz en güzel yerlerden biri burası. Sağ altta fotoğrafını gördüğünüz Harbor House'a deniz ürünleri yemeye ve/veya günbatımı birasına uğramayı unutmayın. Yok ben baya beyaz kumaş peçeteli, şık balık restoranı istiyorum derseniz Baia iyi fikir. Daha salaş, fast food gibi deniz ürünleri hüpletelim diyenlere Ocean Basket'i öneririm. Bir de alışveriş merkezinin alt katında ve açık alanı olmadığı için tercih etmediğimiz, ama menüsüyle feci aklımızda kalan Willoughby & Co da aklınızda olsun. Kısacası burada deniz ürünlerine doyuyorsunuz, en geç de on gibi odanıza dönüşe geçiyorsunuz, çünkü her yer kapanıyor. 


Cape Town, Johannesburg'e göre nispeten güvenli olsa da akşam hava karardığında, tek başınıza, elinizi kolunuzu sallayarak sokaklarda dolaşmamaya dikkat ediyorsunuz. Mümkünse Uber ile otelinize dönüyorsunuz. Hem çok yaygın hem de taksiciler akşamları bizim taksicilere dönüşüyorlarmış. İki katı fiyat falan ödeyebilirsiniz yani.  

Şehrin en canlı noktalarından biri de Green Market Square adı verilen bölge. Alışveriş yapılabilecek tezgahların toplandığı meydanı, minik kilisesi, çevresindeki küçük kafe ve barlarıyla ve hemen yakınındaki Company Gardens bahçeleriyle şehirde zaman geçirebileceğiniz bir nokta.


Gelelim şehrin en  renkli semtlerinden biri olan Bo Kaap'a. Burası Malay Mahallesi olarak da biliniyor. 16. ve 17. yy'da Hollandalı emperyalistler tarafından getirilen kölelerin kendilerinden sonraki nesillerinin yaşadığı bu semtte Malezya, Sri Lanka, Afrika ve Hint Müslümanlarının kültürüne dair izler bulabilirsiniz. İlginizi çekerse burada Bo Kaap Müzesi ve Güney Afrika'nın ilk camisi olan Auwal Camii (1794) dahil camiler de bulunuyor. Benim sadece  rengarenk evler ilgimi çekti açıkçası. Ömrümde ilk kez bir Müslüman mahallesinin bu kadar renkli olduğunu gördüğüm için olsa gerek!


Müslümanlık kültürü her zaman Bo Kaap kadar renkli olmasa da Afrika ile ilgili her şeyin  rengarenk olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Takılar, giysiler, yemekler, süsler, kullandıkları araç-gereçler, her şey benim gibi sade tonlara alışık gözleri yakacak kadar çok renkli ve çok da yakışıyor onlara. Bir günlüğüne deniz ürünlerine ara verip de bu renkli kültürü bir de restoranlarında göreyim derseniz gitmeniz gereken adres de Gold Restaurant


Afrika kıtasındaki çeşitli ülkelerin mutfaklarına ait lezzetleri önünüze set menü olarak getiriyorlar. Siz sadece içeceklerinizi söyleyip bu lezzetlerin ve danslarının tadını çıkarıyorsunuz. Elbette bir tık turistik bir restoran. Ama servis ve yemekler ve danslar denenmeye değer. Sadece her şey çok hızlı gelişiyor burada. 8-8.30'da oturuyorsunuz, bütün yemeklerin gelmesi, şarapların içilmesi, kiosktan dondurmanızı yiyip hesabınızı ödemeniz 10.00 civarına denk geliyor. Bu arada bize renkler, onlara da İsocum'un kafası cazip gelmiş olsa gerek. ;)


Hâlâ enerjisi tükenmeyenler için gece Long Street üzerindeki barlarda devam edebilir. Kalanlar dinlenmek üzere otellerine çekilebilirler, çünkü daha şehrin çoook küçük bir kısmını gezdik. Bu bir açılış yazısı, bir de selam olsun şehre. Daha neler göreceğiz neler...