Filmleri ihmal etmişim bu aralar. O zaman önce roman gibi, tiyatro gibi, İstanbul gibi, aşk gibi bir film olan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'dan bahsedeyim. Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları'nın baş rolleri paylaştığı aynı adlı İlhami Algör romanından uyarlanan şahane bir film bu. Romanı okuyanlar belki beğenmez, ama ben okumadığım için uyarlama başarısı konusunda yorum yapamayacağım. Yine de başlı başına güzel bir film. Arif ve Müzeyyen karakterleri için daha uygun iki oyuncu düşünemiyorum. Bu kadar mı cuk oturmuş tipler olur. Filmde elbette bir aşk hikayesi var. Nedensiz bir şekilde kadının gidişiyle biten, ama erkeğin kafasında bitemeyen, hatta kendini ve aradığı kadının nasıl bir kadın olduğunu daha fazla sorgulamasına neden olan bir aşk bu. Hem aşk hem film anlamında alışılageldik olmayan, iç seslerle ve kafa baloncuklarıyla dolu değişik bir şey çıkmış ortaya. Ben sevdim doğrusu.
Sırada Dalida var. 2016 yapımı Lisa Azuelos filminde bir zamanların müzik ikonlarından Dalida'nın öz yaşam öyküsü anlatılıyor. Bu ismi ve hikayesini bu filmle birlikte duymama rağmen çok severek izledim ve etkilendim. Kahire'de doğan, ama 20'li yaşlarından itibaren Fransa'da yaşayan Mısır asıllı İtalyan bir ailenin kızı Dalida. Asıl adı Yolanda Christina Gigliotti. Yaşadığı fırtınalı hayat, aşkları, çoğu o aşklardan doğan ve birçoğu da kulağımıza tanıdık gelen şarkıları, aldığı ödüller ve 54 yaşında "Hayat benim için katlanılmaz hale geldi. Özür dilerim." notuyla intihar edişi... Nispeten kısa bir ömre sığdırılan çok renkli, çok canlı görünen ama çok da eksikleri olan bir yaşam. Dönem kostümleri, dekorları nefisti bu arada. Dalida'yı canlandıran Sveva Alviti'ye de bayıldım. İlginç bir hikaye, izleyin derim.
Kaybedenler Kulübü'nün ilk filmine öyle böyle bayılmamıştım. Yazısı burada, buyrunuz. Kaybedenler Kulübü Yolda'da ise öyle böyle sıkılmadım. Nejat İşler her şeyi kurtarır benim gözümde ama bu sefer o bile yeterli olamadı. Bezgin çevirmeni oynayan Rıza Kocaoğlu da öyle. Canınızı motorla Ege'ye inmek istetebilecek türden manzaralara ve deniz kenarında tahta masalarda içilen rakılara ev sahipliği yapması dışında oldukça zorlama bir film olmuş bana göre. O yaş grubunun ergen gibi takılmasının iticiliğine de hiç gelmiyorum bak, hayat tarzlarına karışmayız biz! ;P Ama olmuyor evladım ya. 55 yaşında hala her gün hatun düşürmeye çalışalım, alkolikliğin dibine vuralım, dünya bir tarafımızda ahiret bir tarafımızda yaşayalım havaları hiç de rock'n roll ruhu ve carpe diem felsefesi cool'luğunda ve keyfinde değil hani. Pöff, müziğinden senaryosuna, diyaloglardan başrol kadın oyuncusuna kadar bir sürü şeyini ciddi sevmedim yani, o yüzden uzatmayayım. İsterseniz izleyin.
Methini çok duyduğum Loveless -yani Sevgisiz- filmini de izledim geçen hafta. Leviathan filmini de yönetmiş olan ünlü Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in son filmi bu. Rus toplumunun ve aile yapısının bir eleştirisi olarak da düşünülebilecek son derece gerçekçi ve iç sıkıcı bir film. Yani güzel anlamda iç sıkıcı çünkü gerçekten 12 yaşındaki Alyosha'nın içinde bulunduğu o sevgisizliğin had safhada hissedildiği aile ortamı ancak bu kadar az, öz ve gerçek anlatılabilirdi. O kadar ki boşanmak üzere olan annesi ve babası çocuklarının eve gelmediğini bile iki gün sonra fark edip polise haber veriyorlar! Ama Instagram hesaplarını güncellemeyi, yeni sevgilileriyle sevişmeyi, muhafazakar iş yerine boşanma durumunu nasıl çaktırmam diye düşünmeyi ve içinde asla çocuklarının yer almadığı yeni hayatlarını planlamaya devam etmek için bol bol zamanları ve dikkatleri var. İnsanın içini acıtan, ailenin ve anne-babalığın sorumluluğunu ve herkese göre olmadığını vurgulayan bir film. En İyi Yabancı Film dalında bu yılki Oscar'a aday olup kazanamasa da gönlümüzün kazananı oldu diyebiliriz.
Merak ettiğim bir sürü film var bu aralar, ama neden bilmem film izleme sıklığımız azaldı. İsocum'un seyahat sıklığının artması ve Netflix bu durumun baş sorumlusu bence. Yine de elimizden geldiğince takibe devam.
Size de iyi seyirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder