Hostel & Mr. Brooks

İkinci kez bir filmde öldürme konusu ile ilgili aynı ruh halinin işlendiğini görüyorum ve ne yalan söyleyeyim bu durum beni biraz ürkütüyor. Birbiriyle hiç alakası olmayan Hostel ve Mr. Brooks filmlerindeki öldürme güdüsünün altında yatan nedenlerin aynı olmasından bahsediyorum. Her iki filmde de zengin ve normal (!) sayılan yaşamlar süren insanların zevk için öldürmeleri teması işleniyor.

Hostel’i izleyeli çok oldu.. Hatta ikincisi çıkmış, bugün DVD’sini gördüm ama hazır yaz gelmişken ve mutlu mesut hayatıma devam ederken ayak parmaklarının kerpetenle kesilmesi gibi sahneleri izlemek istediğimden emin olamadığım için almak istemedim. Hostel’i izleyenleriniz hatırlayacaktır.. Inter-rail için yola çıkmış üç arkadaşın nasıl bir ölüm çetesinin içine düştüğünü, sonuncusunun kendisini nasıl kurtarabildiğini, intikamını, vs.. Çok etkili bir filmdi, son derece sert şiddet sahneleri vardı ama asıl korkutucu olan altında yatan zihniyetti. Çetenin ilan kuponlarında Avrupalı 10,000$, Asyalı 15,000$ ve Amerikalı 25,000$ gibi rakamlar vardı.. Yani mönüden seçer gibi öldüreceğiniz insanın ırkını, yaşını, cinsiyetini seçip, parasını ödeyip, mezbaha gibi bir yerdeki tam teçhizatlı odanızda hayal gücünüze kalmış bir şekilde o kişiyi öldürebiliyordunuz. Yaratıcılık (!) bölümü tamamen size kalmış… “Hayatım boyunca hep doktor olmak istemiştim, dur şu önümdeki öğrenci kıza bir açık kalp ameliyatı uygulayım” diyebilirsiniz. Veya kurbanın kafasını dart tahtasına çivileyip, “hedefi vurabilecek miyim acaba?” diye deneme yapabilirsiniz. Parayı ödedikten sonra gerekli alet edevat ve önünüzde eli kolu bağlı duran kurbanınız ve sizin dışınızda odada kimse yok.

Filmi beğenmiştim ama böyle bir şeyin düşünülmesi bile kanımı dondurmuştu. Kedilerden haz etmememe rağmen, kazara araba çarptığı için can çekişen bir sokak kedisini görünce bir saat boyunca hüngür hüngür ağlamış bir insan olarak, herhangi birinin karşısındaki canlı ve öylesine seçilmiş bir insanı nasıl zevk için öldürebileceğini aklım almamıştı. Profesyonel kiralık katiller “Birini öldüreceksen, asla gözlerinin içine bakma” derlermiş.. (Donald Trump & Robert Kiyosaki’nin birlikte yazdıkları son çevirdiğim kitaptan bir alıntıdır.. yanlış anlaşılmasın hani, profesyonel kiralık katillerden oluşan bir çevrem falan yok..:) ) Gerçekten de insan bir şekilde öldürmeye karar verse bile, karşısındaki aciz, eli kolu bağlı ve korku dolu gözlerle bakan kişiyi görerek bunu nasıl gerçekleştirebilir diye düşünmüştüm.

Mr. Brooks tamamen farklı kategoride bir film.. Orada da Mr. Brooks (Kevin Costner) öldürmekten zevk alan çok zengin ve saygın bir iş adamı rolünde. William Hurt, onun öldürmekten zevk alan ikinci kişiliği gibi bir rolde.. Filmi çok beğendim, Kevin Costner’ı ve Demi Moore’u uzun zamandan beri izlememiştim ve bence performansları çok iyiydi. Ama asıl aklımın takıldığı nokta yine aynı oldu. Öldürmekten zevk alan bir iş adamı ve onun gibi olmak istediği için onun yanında çıraklık yapmak isteyen genç bir şantajcı ve iş adamının aynı öldürme genlerine sahip genç kızı… (Farklı işler, yaş grupları, sosyal seviyeler ama aynı içgüdü!!!)

Araba sürerken öldüreceği çifti seçmek için fuarda stantları gezer gibi kaldırımları gözetleyen Mr. Brooks. Aynı içgüdülere sahip olan kızının yurttaki bir arkadaşını öldürdüğü için okuldan ayrılıp eve geldiğini öğrenen, ama kızının cinayet yerinde kanıtlar bıraktığını (yani salakça bir cinayet işlediğini) ve bu yüzden peşine polislerin takıldığını anladığı için hedef şaşırtmak amaçlı aynı yurttan başka birini öldüren (yani akıllıca cinayet işleyen) Mr. Brooks. Yıllardır parmak izi katili olarak bilinen ve deneyimli polisler tarafından bile hiç yakalanamamış olan ve filmin sonunda da yakalanmadan onlarca cinayet sonrasında saygın iş adamlığını (!!) sürdüren Mr. Brooks.

Korku ve şiddet filmlerini severim.. Testere, Halka, Garez, Barda, vs.. tarzı filmleri izlemişimdir. Çok etkilenmem, film der geçerim, sonunda kötüler kaybederse biraz içim rahatlar falan.. Ama bu film bir korku filmi olmamasına rağmen beni mantıken tedirgin etti. Zevk için öldürme teması ve bunu yapanın sapık bir seri katil olmaması, psikopat ve uyumsuz bir kişiliği olmayan toplum içinden biri olması ve elini kolunu sallayarak bunu yapmasıydı beni tedirgin eden galiba..

Yani hepimizin içinde biraz şiddet duygusu vardır ve bazı yerlerde şiddeti severek destekliyoruz da galiba.. Mesela Irreversible’da metroda kadına tecavüz eden adamın barda dövülerek öldürülmesine “Oh be, hak etti …” demişizdir (gerçi film sondan başladığı için biraz geç dedik onu da).. Ya da Barda filmindeki bar tecavüzcülerinin hapishanedeki mahkûm yönetmenler(!) tarafından şişlendiği ya da değişik cezaların uygulandığı sahnelerde içimiz soğumuştur ve “Oh olsun” demişizdir. Ya da ne bileyim Hostel’de bir parmağını feda ederek kurtulan çocuğun aynı şekilde parmak alarak intikam almasını izlerken “Helal olsun,” demişizdir. O yüzden keşke Mr. Brooks da kızıyla yan yana hapiste yatıp, milyon dolarlarını kaybedip, ıslah olduktan sonra bir manav dükkânı falan açarak hayatına sil baştan başlasaydı demekten alıkoyamıyorum kendimi… Uzun lafın kısası bu normal görünümlü psikopatların aramızda olduğu fikrinden hoşlanmadım.. Hostel ve Mr. Brooks çok farklı tarzda iki film ama benim için ortak bir yönleri var: çünkü bana göre en korkutucu korku filmi teması ancak bu olabilir..

Hiç yorum yok: