Atasözlerimizin pek çoğunun hala geçerliliklerini koruduğunu düşünmekle birlikte bazılarının revize edilmesi gerekebilir diye düşünüyorum. Örneğin “Can boğazdan gelir” atasözümüze bir göz atabiliriz.
Sömürü imparatorluklarının hüküm sürdüğü iş ortamlarıyla, 3 günlük ilişkilerin “büyük aşk” olarak ilan edildiği duygusal boyutuyla, tüketim çılgınlığına rağmen giderek büyüyen tatminsizlik seviyesiyle ve daha birçok alanıyla hormonlu olan yaşamlarımızın beslenme bölümüne bakalım mı?
Şu an kalp hastalıklarının nedenleri arasında sigara ile birlikte birinci sırayı paylaşan problemin obezite olduğunu biliyorsunuzdur. Tansiyon ve kolesterol gibi ölümcül olabilecek problemlerin nedeni beslenme bozukluğundan geçiyor. Kanserojen madde içeren pek çok gıda maddesinden dolayı kanserin ortaya çıkmasına neden olan önemli faktörlerden biri de beslenme. Saç ve tırnak sağlığı, selülitler, cilt sorunları gibi sağlımızdan çok güzelliğimizi etkileyen kozmetik sorunların da beslenme ile yakından ilişkisi bulunuyor.
Eğri oturup doğru konuşalım! Doğru beslenme reçetelerini hepimiz ezberledik. Hani günde üç meyve, beş porsiyon sebze ve salata türü gıdalar, iki porsiyon süt ürünü falan öneren örnek beslenme programlarından bahsediyorum. Ama günümüz koşullarında bunu düzenli bir şekilde uygulayabilecek kaç insan var çevrenizde? Peki ya sabahları işe giderken aldığı poğaçasını çayın yanında yiyerek kahvaltısını yapan, öğle yemeğinde yoğun olduğu için ofisine sandviç ya da dürüm tarzı bir şeyler söyleyip yanında kola içen, akşamüstü acıktığında birkaç tane bisküvi atıştıran ve akşam yemeğinde de ya dışarıdan ya da evde pratik yemekler (şinitzel + patates kızartması, pizza, vs) yiyen kaç insan tanıyorsunuz? Diyelim ki doğru beslenme programını uygulamaya karar verdiniz, ne kadar süre sıkılmadan bunu uygulamaya devam edebilirsiniz. Bir ay mı, üç ay mı, beş ay mı? Ama sağlığınızı tehdit eden unsurlar ömür boyu sizi tehdit etmeye devam edecekler.
Moralinizi bozmak için yazmıyorum bunları. Bence buradaki sorun o örnek programlara uymamak değil zaten. Yaşam tarzınıza ve tercihlerinize göre o beslenme programlarınızı hem “nispeten” sağlıklı hem de zevk alacağınız bir hale getirebilirsiniz. Ama burada “nispeten” kelimesi önem taşıyor. Çünkü ben günümüzde tamamen sağlıklı beslenmenin artık pek de mümkün olmadığını düşünüyorum. Hem yüksek tempolu şehir yaşamı hem de reklâm sektörünün başarılı çalışmaları (!) sayesinde karnımız acıktığında gözümüzün önünden haşlanmış brokoliler ya da salatalar değil, kızarmış tavuklar ve iskender tabaklarının geçtiğinden nedense eminim! Fast food restoranları istedikleri kadar salatalı mönülerimiz de var desinler, biz oraya kızarmış patateslerin ve köftelerin tahrik edici kokuları yüzünden gidiyoruz.
Korkarım böyle olmaya da devam edecek, çünkü artık evlerden yükselen yemek kokuları da eskiye oranla oldukça azalmış durumda. Hem evde yemek yapsanız bile kullandığınız malzemelere de kuşkuyla bakıyorsunuz. İçinde binlerce katkı maddesi olan soslar, içecekler, kutulu ürünlerin dışında hormonlu meyve-sebze, antibiyotikli bal gibi sorunlarımız da mevcut! Erman Toroğlu misali hormonlu hıyar konusuna girmeyeceğim, ama o kadar el kol hareketiyle ve büyük bir heyecanla anlattığı hıyarın kamyonda giderken büyümeye devam etmesi hikayesinin de doğru olabileceğine dair bir his var içimde.:) Tabi isterseniz ağırlıklı olarak (nedense!!) Nişantaşı, Etiler, Ulus, Bebek gibi semtlerimizde yer alan organik gıda marketlerinden de mücevher tarttırır gibi ürünlerinizi tarttırarak alışveriş yapabilirsiniz. Aman tartıya dikkat edin, yanlışlık falan olmasın, o kadar para sayacaksınız aldığınız o kuru meyvelere!!
Sonuç olarak bu çağda, bu yaşam tarzlarımızla, bize sunulan bu ürünlerle, reklâmlarla beynimize işlenen sağlıksız ama bir o kadar da çekici yiyeceklerle doğru düzgün beslenmenin hayal olduğunu düşünüyorum. Yapabileceğinizin en iyisi bol su içmek, bol hareket etmek ve beslenme programınıza mümkün olduğunca kaliteli süt ürünü, protein ve hormonsuz görünen (!) meyve-sebzelerden eklemeye çalışmak olabilir (semt pazarlarından meyve sebze alışverişi yapmanızı tavsiye ederim). Ya da mesela benim gibi hafta arasını sebze meyve ağırlıklı geçirip, hafta sonunu kebap, kızartma ve mantıyla geçirebilirsiniz. (son söylediklerim bilimsel tavsiyeler değildir, sadece okuyun, uygulamayın..:) )
Bu arada bu konu nereden mi aklıma geldi? Ağustos sonu yaptığımız ve sürekli yediğimiz iki haftalık tatil dönüşü ancak kendime gelebiliyorum da ondan… Az kalsın can boğazdan gidiyordu anlayacağınız!
Bir Beyoğlu Gecesi
Dido&Ongun'la bir aydır görüşmemiştik. Başka bir yeni evli çiftimiz olan Lale&Eren'le de öyle... En iyisi hep beraber bir rakı gecesi yaparak hasret gidermek diyerek Cumartesi akşamı kendimizi Sofyalı'ya attık. (www.sofyali.com.tr)
Asmalımescit'teki güzel meyhanelerden biri Sofyalı. Galata Meyhanesi ve Sofyalı yıllardır hizmet veren, lezzetli yemekleri olan ve sahipleri aynı olan iki restoran. Sofyalı'da kulağınıza zurna dayayan çalgıcılar da yok.. Yani tam bir sohbet mekanı.. Göbek atmak ya da fasıl dinlemek isterseniz Galata Meyhanesi'ne gidiyorsunuz. :) Biz sohbet etmek için gittiğimizden dolayı Sofyalı'yı tercih ettik. Ayrıca Nevizade kalabalığı ve curcunası da olmasın istedik o gece. Ama Asmalımescit de neredeyse ikinci bir Nevizade olma yolunda ilerliyor. Her sokağı dolup taşıyordu.
Lale&Eren'i 20 Temmuz'daki düğünleriden sonra ilk kez görüyorduk. Dolayısıyla düğün ve balayı maceraları temel sohbet konumuz oldu. Didem'in okul maceraları, Ongun'un iş gelişmeleri ve bizim de tatil hikayelerimiz eklenince gecenin nasıl geçtiğini anlamadık. Çok keyifliydi.
Çıkışta söz konusu içmek olduğunda dur durak bilmeyen kocam ve ben, Sofyalı'nın hemen yanında yeni açılmış olan Taps'e gittik. Beyoğlu'nda da bir Taps olduğunu bilmek ikimize de çok iyi geldi.. Nişantaşı Taps evimize yürüme mesafesinde ama olsun.. Beyoğlu gecelerinin yeri ayrı ve artık orada da Taps krizimiz tutarsa gidebileceğimiz bir adres bulunuyor. (http://www.tapsistanbul.com)
Sonra da kapanış biramızı Balans'ta içerek, gece 3 gibi evin yolunu tuttuk. (http://www.balansmusichall.com) Balans'ın biralarını ve ortamını da özlemişiz. İstanbul'a geldiğimizi anlamamız açısından da faydalı oldu Beyoğlu'na gitmek. :)
Eve geldiğimizde her zamanki gibi kalan son enerjimizi üzerimizdekileri çıkarmak ve kendimizi yatağa atmak için harcayarak bayıldık. "Sims" oyununundaki gibiydik aslında.. Önce sosyalleşme barımız yükseldi, ardından yeme&içme barımız tavana vurdu, tüm bunlar yükselirken uyku ihtiyacı ve enerji barımız azaldı ve bugün öğlen 13.00'e kadar uyku barımızı doldurduk!! :)
Az sonra bir Pazar klasiği olan mantımızı yiyip, üstüne de bir DVD izleyerek yeniden uyumayı düşünüyoruz. Yaşlandık mı ne? İçki gecelerinden sonrası daha bir ağır geçmeye başladı...
Asmalımescit'teki güzel meyhanelerden biri Sofyalı. Galata Meyhanesi ve Sofyalı yıllardır hizmet veren, lezzetli yemekleri olan ve sahipleri aynı olan iki restoran. Sofyalı'da kulağınıza zurna dayayan çalgıcılar da yok.. Yani tam bir sohbet mekanı.. Göbek atmak ya da fasıl dinlemek isterseniz Galata Meyhanesi'ne gidiyorsunuz. :) Biz sohbet etmek için gittiğimizden dolayı Sofyalı'yı tercih ettik. Ayrıca Nevizade kalabalığı ve curcunası da olmasın istedik o gece. Ama Asmalımescit de neredeyse ikinci bir Nevizade olma yolunda ilerliyor. Her sokağı dolup taşıyordu.
Lale&Eren'i 20 Temmuz'daki düğünleriden sonra ilk kez görüyorduk. Dolayısıyla düğün ve balayı maceraları temel sohbet konumuz oldu. Didem'in okul maceraları, Ongun'un iş gelişmeleri ve bizim de tatil hikayelerimiz eklenince gecenin nasıl geçtiğini anlamadık. Çok keyifliydi.
Çıkışta söz konusu içmek olduğunda dur durak bilmeyen kocam ve ben, Sofyalı'nın hemen yanında yeni açılmış olan Taps'e gittik. Beyoğlu'nda da bir Taps olduğunu bilmek ikimize de çok iyi geldi.. Nişantaşı Taps evimize yürüme mesafesinde ama olsun.. Beyoğlu gecelerinin yeri ayrı ve artık orada da Taps krizimiz tutarsa gidebileceğimiz bir adres bulunuyor. (http://www.tapsistanbul.com)
Sonra da kapanış biramızı Balans'ta içerek, gece 3 gibi evin yolunu tuttuk. (http://www.balansmusichall.com) Balans'ın biralarını ve ortamını da özlemişiz. İstanbul'a geldiğimizi anlamamız açısından da faydalı oldu Beyoğlu'na gitmek. :)
Eve geldiğimizde her zamanki gibi kalan son enerjimizi üzerimizdekileri çıkarmak ve kendimizi yatağa atmak için harcayarak bayıldık. "Sims" oyununundaki gibiydik aslında.. Önce sosyalleşme barımız yükseldi, ardından yeme&içme barımız tavana vurdu, tüm bunlar yükselirken uyku ihtiyacı ve enerji barımız azaldı ve bugün öğlen 13.00'e kadar uyku barımızı doldurduk!! :)
Az sonra bir Pazar klasiği olan mantımızı yiyip, üstüne de bir DVD izleyerek yeniden uyumayı düşünüyoruz. Yaşlandık mı ne? İçki gecelerinden sonrası daha bir ağır geçmeye başladı...
Uçan Çocuklar!!!
Bu yaz yedi defa uçak yolculuğu yaptıktan sonra uçan çocuklar konusuna bir el atmak istedim! Uçan çocuklar, 0-3 yaş arası annelerinin kucağında uçağa binen ve uçak çalışmadan ağlamaya başlayıp, yol boyunca çeşitli tonlarda serenatlarını sürdüren ve uçaktan indikten sonra bile bir süre seslerinin beynimizde uğuldamaya devam ettiği çocuklar oluyorlar!
Bunun için bir çözüm önerisi yok mudur acaba diye düşünüp duruyorum. Neyse ki yaptığım uçuşlar en fazla 1 saatlikti. Daha uzun yolda sürekli çocuk zırıltılarıyla yolculuk yapmak tam bir kâbus olur herhalde. Ayrıca bu uçan çocukların değişik bir içgüdüyle birbirleriyle iletişim kurma yöntemleri de var. Bir orkestra ahengiyle aynı anlarda başlayıp, bazıları es verirken bazıları bayrağı devralıp, sonra en yüksek tondan hep beraber çığlıklar atarak etkili bir kapanış yapıyorlar. Evcil hayvanları uçağa bindirmeden sakinleştirici iğne falan yaptırabiliyormuşsunuz. Bu çocukların da biberonlarına ufak dozlarda uyku hapları katmak hiç fena olmayabilir mesela..:)
Son gittiğimiz tatil köyündeki yetişkin iskelesi ve yetişkin havuzu uygulamasından bahsetmiştim. Hani 16 yaşından küçüklerin alınmadığı yerler. Diyorum ki, uçakların da belli bir kısmı ses geçirmez bir cam ile ayrılsa. Çocuklu uçuş yapanları da oraya alsak. Camı kapatır kapatmaz da o gürültüden kurtulmuş olsak, her şey ne kadar süper olurdu! Böylece çocuklarının marifetlerini sergilemeye bayılan anneler de bir arada oturmuş olurlar ve kendi aralarında tatlı bir rekabete girerek uçuşun nasıl geçtiğini anlamazlardı. “Benimkinin sesi pek bir gür çıkıyor, ileride Pavarotti olacak benim oğlum!” “Ay, bizim kız da pek bir heyecanlı, her türbülansta çığlıklar atıyor, üniversite sınavında başarılı olur mu bu heyecanla dersiniz?” (Biliyorsunuz, hırs küpü aileler çocuklar doğdukları anda konuşsun, yürüsün, taklalar atsın istedikleri gibi 2 yaşına falan geldiklerinde de neredeyse üniversiteye hazırlamaya başlıyorlar. Bu dönemlerde doğmadığımız için pek çok açıdan şanslıymışız diye düşünmüyor değilim.) “Şekerim, benimki seninkiyle iyi anlaştı, aynı makamdan söylüyorlar baksana, aynı kreşe yazdıralım bunları.” Gördünüz mü, hiç de fena fikir değil! Yeni dostluklar bile kurulabilir böylelikle.
Ya da mesela bir reiki ustası falan alınabilir her uçağa. Uçuş öncesi çocukların üzerine ellerini koyup, yatıştırıcı bir enerji verebilirler uçan çocuklara.. Tabi, evrenin enerjisini böyle işler için kullanmak doğru mudur onu ustalara bir sormak lazım..:)
Çocuğum olmadığı için böyle konuştuğumu ve zalimane yorumlar yaptığımı düşünebilirsiniz. Ama söz veriyorum, ileride bir çocuğum olursa çocuklu aileler için ayrılmış camlı bölmede seyahat etmekten hiç şikayet etmeyeceğim!!
Bunun için bir çözüm önerisi yok mudur acaba diye düşünüp duruyorum. Neyse ki yaptığım uçuşlar en fazla 1 saatlikti. Daha uzun yolda sürekli çocuk zırıltılarıyla yolculuk yapmak tam bir kâbus olur herhalde. Ayrıca bu uçan çocukların değişik bir içgüdüyle birbirleriyle iletişim kurma yöntemleri de var. Bir orkestra ahengiyle aynı anlarda başlayıp, bazıları es verirken bazıları bayrağı devralıp, sonra en yüksek tondan hep beraber çığlıklar atarak etkili bir kapanış yapıyorlar. Evcil hayvanları uçağa bindirmeden sakinleştirici iğne falan yaptırabiliyormuşsunuz. Bu çocukların da biberonlarına ufak dozlarda uyku hapları katmak hiç fena olmayabilir mesela..:)
Son gittiğimiz tatil köyündeki yetişkin iskelesi ve yetişkin havuzu uygulamasından bahsetmiştim. Hani 16 yaşından küçüklerin alınmadığı yerler. Diyorum ki, uçakların da belli bir kısmı ses geçirmez bir cam ile ayrılsa. Çocuklu uçuş yapanları da oraya alsak. Camı kapatır kapatmaz da o gürültüden kurtulmuş olsak, her şey ne kadar süper olurdu! Böylece çocuklarının marifetlerini sergilemeye bayılan anneler de bir arada oturmuş olurlar ve kendi aralarında tatlı bir rekabete girerek uçuşun nasıl geçtiğini anlamazlardı. “Benimkinin sesi pek bir gür çıkıyor, ileride Pavarotti olacak benim oğlum!” “Ay, bizim kız da pek bir heyecanlı, her türbülansta çığlıklar atıyor, üniversite sınavında başarılı olur mu bu heyecanla dersiniz?” (Biliyorsunuz, hırs küpü aileler çocuklar doğdukları anda konuşsun, yürüsün, taklalar atsın istedikleri gibi 2 yaşına falan geldiklerinde de neredeyse üniversiteye hazırlamaya başlıyorlar. Bu dönemlerde doğmadığımız için pek çok açıdan şanslıymışız diye düşünmüyor değilim.) “Şekerim, benimki seninkiyle iyi anlaştı, aynı makamdan söylüyorlar baksana, aynı kreşe yazdıralım bunları.” Gördünüz mü, hiç de fena fikir değil! Yeni dostluklar bile kurulabilir böylelikle.
Ya da mesela bir reiki ustası falan alınabilir her uçağa. Uçuş öncesi çocukların üzerine ellerini koyup, yatıştırıcı bir enerji verebilirler uçan çocuklara.. Tabi, evrenin enerjisini böyle işler için kullanmak doğru mudur onu ustalara bir sormak lazım..:)
Çocuğum olmadığı için böyle konuştuğumu ve zalimane yorumlar yaptığımı düşünebilirsiniz. Ama söz veriyorum, ileride bir çocuğum olursa çocuklu aileler için ayrılmış camlı bölmede seyahat etmekten hiç şikayet etmeyeceğim!!
İstanbul Design Week - 2007
Tatildeyken 4–10 Eylül tarihleri arasında Balat’taki eski Galata Köprüsü’nde İstanbul Design Week’in (İstanbul Tasarım Haftası) üçüncüsünün düzenleneceğini gazeteden okumuştum. Döner dönmez de ayağımın tozuyla bugün kendimi oraya attım.

Tasarımın herhangi bir alanıyla profesyonel olarak ilgilenmememe rağmen, hemen hemen her alanı ile ilgili yapılan çalışmaları görmek ilgimi çekiyor. İç mimar, endüstriyel tasarımcı, modacı vs olmanız da gerekmiyor bunları görmeniz için bence… Tıpkı sanat galerilerini gezmek için ressam olmanızın gerekmediği gibi… Eğer siz de mobilyadan mutfak araçlarına, iletişim araçlarından ayakkabıya, aydınlatmadan takı tasarımına, gazete tasarımından çevre tasarımına kadar çeşitli alanlarda tasarlanmış çalışmaları görmek isterseniz son 5 gününüzün kaldığını unutmayın!!
Birçok büyük firmanın olduğu gibi üniversitelerin güzel sanat fakültelerinde okuyan öğrencilerin çalışmalarının da sergilendiği stantlar bulunuyor. Hepsi birbirinden ilginç ve değişik çalışmalar. Ama benim en çok ilgimi çekenler şunlar oldu:
Elle Decor’un köşesi: Verdikleri broşürdeki testi yaparak kendi dekorasyon tarzınızı bulabilirsiniz.
Efes Pilsen’in bölümü: Çeşitli Efes kutuları, kapakları, şişeleri, vs kullanılarak hazırlanmış birbirinden güzel maketler (bateri, uçak, yelkenli, bar ortamı, dükkan, vs) vardı.
Barbo standı: Özellikle Ertunç Vatanperver’in çalışmaları çok hoşuma gitti. (En çok da “eggsit” adını ortadan kırılmış bir yumurta izlenimi veren koltuklar. İki parça üst üste bir aradayken bütün bir yumurta görünümü varken, o kırılma yerinden ikiye ayrıldığında içi renkli iki puf koltuk ortaya çıkıyor.)
Tülay Beşir’in tasarımları: Hepsine bayıldım. Ünlülerin yaşam enerjisinden esinlenerek tasarladığı değişik objeler çok ilgi çekiciydi. (Nükhet Duru için Flamenko koltuk, Cem Yılmaz’a bir Lamba, Orhan Gencebay’a Sevgi Sehpası, Ajda Pekkan’a Süper Star Şaraplık, Acun Ilıcalı ile birlikte tasarladıkları Boğaziçi Köprüsü şeklindeki Hamak, Deniz Akkaya’ya Sütun Askılık, vs.)
LİN Aydınlatma: Kristal taşları modern bir tasarımla kullanarak ortaya çıkardıkları aydınlatma ürünleri göz alıcıydı.
Phare Aydınlatma: O kocaman, dantelden yapılmış küre avize süperdi!
Bir de kimlere ait olduğunu hatırlayamadığım iki stant vardı:
* Küresel ısınma ve AIDS ile ilgili afişlerin bulunduğu alan. (Üst Katta girişe yakın)
* “Amiyane” (Vajina aynası) ve “Made With Love Dövmelerinin” bulunduğu üç gözdeki değişik tasarımlar çok ilginçti. Made With Love Dövmesini merak ettiniz mi? :) Tamam, sizi daha fazla merakta bırakmayayım. Bunlar morluk dövmeleri. Nasıl yani demeyin… Diyelim ki sevgiliniz, eşiniz, vs yok ve yapayalnızsınız. Yani boynunuzu, kolunuzu veya herhangi bir yerinizi şehvetle ısıracak bir partneriniz yok… O zaman neden benim de morluklarım yok diye üzülmüyorsunuz ve teninize uygun bir geçici morluk dövmesi alıp, vücudunuzun herhangi bir yerine yapıştırıyorsunuz. Sonra da göğsünüzü gere gere morluğunuzu cümle aleme sergiliyorsunuz..:))
Sözün özü, yüzlerce yaratıcılık ürününü görmek istiyorsanız 10 Eylül’e kadar Eski Galata Köprüsü’ne uğrayınız efendim. Pişman olmazsınız!
http://www.istanbuldesignweek.com/

Tasarımın herhangi bir alanıyla profesyonel olarak ilgilenmememe rağmen, hemen hemen her alanı ile ilgili yapılan çalışmaları görmek ilgimi çekiyor. İç mimar, endüstriyel tasarımcı, modacı vs olmanız da gerekmiyor bunları görmeniz için bence… Tıpkı sanat galerilerini gezmek için ressam olmanızın gerekmediği gibi… Eğer siz de mobilyadan mutfak araçlarına, iletişim araçlarından ayakkabıya, aydınlatmadan takı tasarımına, gazete tasarımından çevre tasarımına kadar çeşitli alanlarda tasarlanmış çalışmaları görmek isterseniz son 5 gününüzün kaldığını unutmayın!!
Birçok büyük firmanın olduğu gibi üniversitelerin güzel sanat fakültelerinde okuyan öğrencilerin çalışmalarının da sergilendiği stantlar bulunuyor. Hepsi birbirinden ilginç ve değişik çalışmalar. Ama benim en çok ilgimi çekenler şunlar oldu:
Elle Decor’un köşesi: Verdikleri broşürdeki testi yaparak kendi dekorasyon tarzınızı bulabilirsiniz.
Efes Pilsen’in bölümü: Çeşitli Efes kutuları, kapakları, şişeleri, vs kullanılarak hazırlanmış birbirinden güzel maketler (bateri, uçak, yelkenli, bar ortamı, dükkan, vs) vardı.
Barbo standı: Özellikle Ertunç Vatanperver’in çalışmaları çok hoşuma gitti. (En çok da “eggsit” adını ortadan kırılmış bir yumurta izlenimi veren koltuklar. İki parça üst üste bir aradayken bütün bir yumurta görünümü varken, o kırılma yerinden ikiye ayrıldığında içi renkli iki puf koltuk ortaya çıkıyor.)
Tülay Beşir’in tasarımları: Hepsine bayıldım. Ünlülerin yaşam enerjisinden esinlenerek tasarladığı değişik objeler çok ilgi çekiciydi. (Nükhet Duru için Flamenko koltuk, Cem Yılmaz’a bir Lamba, Orhan Gencebay’a Sevgi Sehpası, Ajda Pekkan’a Süper Star Şaraplık, Acun Ilıcalı ile birlikte tasarladıkları Boğaziçi Köprüsü şeklindeki Hamak, Deniz Akkaya’ya Sütun Askılık, vs.)
LİN Aydınlatma: Kristal taşları modern bir tasarımla kullanarak ortaya çıkardıkları aydınlatma ürünleri göz alıcıydı.
Phare Aydınlatma: O kocaman, dantelden yapılmış küre avize süperdi!
Bir de kimlere ait olduğunu hatırlayamadığım iki stant vardı:
* Küresel ısınma ve AIDS ile ilgili afişlerin bulunduğu alan. (Üst Katta girişe yakın)
* “Amiyane” (Vajina aynası) ve “Made With Love Dövmelerinin” bulunduğu üç gözdeki değişik tasarımlar çok ilginçti. Made With Love Dövmesini merak ettiniz mi? :) Tamam, sizi daha fazla merakta bırakmayayım. Bunlar morluk dövmeleri. Nasıl yani demeyin… Diyelim ki sevgiliniz, eşiniz, vs yok ve yapayalnızsınız. Yani boynunuzu, kolunuzu veya herhangi bir yerinizi şehvetle ısıracak bir partneriniz yok… O zaman neden benim de morluklarım yok diye üzülmüyorsunuz ve teninize uygun bir geçici morluk dövmesi alıp, vücudunuzun herhangi bir yerine yapıştırıyorsunuz. Sonra da göğsünüzü gere gere morluğunuzu cümle aleme sergiliyorsunuz..:))
Sözün özü, yüzlerce yaratıcılık ürününü görmek istiyorsanız 10 Eylül’e kadar Eski Galata Köprüsü’ne uğrayınız efendim. Pişman olmazsınız!
http://www.istanbuldesignweek.com/
Club Voyage Belek Select
Mersin’deki bir haftalık tatilimizden sonra ikinci haftamızı geçirmek üzere Belek’e gittik. Tatil köyümüzü her zaman olduğu gibi ETS’den ayırtmıştık. Ama bu kez biraz şüpheliydik. Çünkü Mayıs 2007’de hizmet vermeye başlayan yeni bir tatil köyüydü. Olası aksaklıklar ya da düzenin tam oturmamış olabileceğini düşünüyorduk. Ayrıca Kemer düşünürken bir anda ETS’deki satış yetkilisinin bize Belek’te yeni açılan bir tesisi önerisi ile buraya rezervasyon yaptırmıştık. Giderken hala acaba bu satış hedefi tutturmak için yapılmış bir tavsiye olabilir mi diye düşünüyorduk. (Gerçi şu ana kadar ETS ile gittiğimiz kültür turlarından ve tatil köylerinden hep memnun kaldık.)
Ama ilk kez bu yaz beklentilerimizin çok üstünde bir tatil köyüyle karşılaştık. Herkesin bildiği gibi tatil köyünün belli başlı olumsuz yönleri vardır. Özel hizmet alamazsınız, plastik bardaklarda gazı kaçmış kolalar ve tatsız biralar içme ihtimaliniz vardır, A La Carte restoranların yemekleri hiçbir şeye benzemez, üstelik bir de buralara rezervasyon yaptırmak için kuyrukta beklersiniz, güneşlendiğiniz her yerde bir çocuk viyaklaması duymanız mümkündür, elinizi verdiğinizde kolunuzu kapma potansiyeli olan animatörler etrafınızda dolaşır, vs. (Örneğin geçen sene gittiğimiz tatil köyünde ilk gün parasailing ile ilgili bilgi almıştık. Bozuk şiveli animatör çocuk bir hafta boyunca her gün eşime “Abi, yengeyi bugün uçuralım mı?” diye sormuştu..:) En sonunda da ikimizi de uçurmayı başarmışlardı..)
Bu kez bambaşka bir ortamdaydık. Club Voyage Belek Select harika bir tatil köyüydü. Bir kere benim gönlümü fethetmeyi 16 yaşından küçüklerin alınmadığı ayrı iskele ve havuzlarıyla fethetmeyi başardılar. O kadar devasa bir tesiste çocuk sesi duymadan kaldık.
Ayrıca bazıları en rahatsız şezlongda bile uyumayı ve kıpırtısız yatmayı becerirler ya hani.. İşte ben onlara hep imrenerek bakmışımdır. Ben rahat güneşlenme pozisyonu bulamayan tiplerdenimdir. Sırt üstü yatmışım, iz yapmasın diye bikinimin askılarını çözmüşüm, elime kitabımı almışım, 10 dakika sonra o şezlong adeta sırtıma batmaya başlar. Askılarımı bağlayıp, yüz üstü kitap okuyayım desem, dirseklerim acır. Kitabı bırakıp yatayım desem başımı rahatça yerleştiremem.. Falan filan.. İşte buradaki iskeleler tam benim gibi “şezlong özürlüleri” için tasarlanmış. Çünkü şezlong yok! Tahta iskeletler üzerine konulmuş, her gün beyaz havlu çarşafları değiştirilen, adeta tek kişilik yataklar var!!! Üzerine havlunuzu serdiğiniz anda ha yatağınızda yatmışsınız ha su şıkırtılarını dinleyebileceğiniz bir iskelenin üzerinde..Gördünüz gibi ikinci seçenek gün içinde çok daha çekici olabilir!


Biz havuzlarla pek alakası olmayan bir çiftiz. Ama kocam bir kere kaydırakları denemezse olmazdı tabi ki.. Ee napalım, biz de mecburen fotoğraf makinesiyle düştük çocuğun peşine..:) Aşağıda yetişkin havuzunun, ana havuzun, su kaydıraklarının olduğu havuz ve plajın resimlerini görebilirsiniz:




Personel ise başlı başına muhteşemdi. Odaları temizleyen görevlilerden resepsiyondakilere, bardakilerden restoranlara, plaj görevlilerinden animatörlere kadar hepsi son derece saygılı, güler yüzlü, ilgili ve sıcaklardı. Adeta gözünüzün içine bakıyorlar ve ricalarınızı yerine getirmek için yarışıyorlardı. Tek eleştirim her gün sadece gördüğümüzde bile sinirlerimizi zıplatan, marketi işleten iki adamdan suratsız olanıydı! Bir de böyle bir tesisin marketinde gazetelerin normal fiyatının üzerinde fiyatlarla satılmasına da şaşırdım. Yani o marketin güneş kremlerini, terlikleri, vs iki katı fiyata satması normal karşılanabilir belki ama üzerinde fiyat yazan gazetenin farklı fiyata satılmasını yadırgadım doğrusu!
Ayrıca Belek’teki sahillerin birçoğunun Carettaların yumurtalarını bıraktıkları yerler olduğunu biliyorsunuzdur. Club Voyage tesisin birçok yerine yumurtadan çıkan Carettaların denize ulaşmalarına yardımcı olunuz uyarıları olan ilanlar asmıştı. Ama tabi okuyan var, okumayan var, okuduğunu anlamayan var!! Tesiste turist bir kızın bir Caretta yavrusunu su dolu kağıt bardağa atıp götürdüğünü görünce görevlilere gösterdik. Hemen birkaç görevli toplandı ve durumu anlatarak kızın elinden zorla da olsa carettayı alıp denize attılar. Biz de dalgayla kıyıya gelmesin diye onları elimizle açıklara yönlendirerek çorbaya tuz atmış olduk ve Caretta yavruları ile yüzme keyfini yaşadık.. Ertesi gün de plajın birçok yerine ellerinde “Please Do Not Disturb Us!” (Lütfen Bizi Rahatsız Etmeyin!) yazan sevimli kaplumbağa heykelcikleri koydular. Bu uygulama bana göre kesinlikle takdire şayandır!
Ana restoran ve yemeklerin hepsi birbirinden lezzetliydi. (Tatil köyünde yemek çılgınlığı ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım.) Gelelim A La Carte restoranlara. Ana restoran dışında toplam 8 tane A La Carte restoran vardı: Meksika, Hint, Fransız, İtalyan, Çin / Japon mutfakları, Kebabistan, Rum Tavernası ve Balık restoranı. Biz Meksika, Hint ve her gün canlı Yunan müziği olan tesisin en popüler A La Carte’ı Rum Tavernasını denedik. Rum Tavernası’nda kendimizi tatil köyünün dışında tamamen farklı bir ortamdaymışız gibi hissettik. Çok keyifliydi ve mönü süperdi. Meksika restoranında ise süper bir kızarmış dondurma yedik.. Gerçekten çok başarılıydı. Bu arada ana restoran da dâhil tüm restoranlarda gerçek tada sahip içkilerinizi kendilerine uygun soğutulmuş bardaklarda masanıza servis yapıyorlar. Kahvaltıda sürekli çay için kalkmanız gerekmiyor. Çünkü demlenmiş çayınızı masanıza termosla bırakıyorlar ve Türk usulü doyana kadar çay içebiliyorsunuz. Restoranlar dışında her gün farklı bir canlı müzik grubunun program yaptığı ve 21:30 ile 24:00 arası açık olan bir de Sunset Jazz Bar’ımız vardı. Ayrıca çimlerin üzerindeki Efes Biraz Evi de geceleri gittiğimiz favori mekânlarımızdan biriydi. Ana lobide onlarca çeşit pasta, börek, çörek çeşidinin olduğu bir pastane, sütlü tatlılar satan bir Süt-İş ve dondurmacımız da çay saatlerinde uğradığımız yerlerdi.
Bu kadar yemek yerken sporu da ihmal etmedim ama işe yaradığını sanmıyorum.. Günde 40 dakika falan Step ya da Tae-Bo yaptım. Her gün akşam 5’te dönüşümlü olarak bu sporları yaptırıyorlardı. Onun dışında günde en az 1 saatimizi de yüzerek geçirdik. Ama buna rağmen tartıya korkmadan çıkabilmem için en az 10 gün geçmesi gerek diye düşünüyorum!
Ayrıca 30 Ağustos’ta oradaydık ve tesisi bir kez de yaptıkları 30 Ağustos kutlaması için kutlamak istiyorum. Bir gün önceden ana restoranın içi ve girişleri ve lobi girişi Türk bayrakları ve Atatürk bayraklarıyla donatıldı. İskeledeki normal boyuttaki Türk bayrağının yerine dev bir bayrak konuldu. 30 Ağustos günü ise son derece şık giyinmiş animasyon ekibi ana restoran girişinde herkesin Zafer Bayramını kutlayarak, kırmızı beyaz kokteyller ikram ettiler. Bayraklarla ve balonlarla süslenmiş restoranımızda yemeğin sonuna doğru, saat 21.00’da bir anda ışıklar söndü, herkese maytaplar dağıtıldı ve aşçılar 10. Yıl Marşı eşliğinde meşaleler arasında iki dev pastayı herkesin göreceği şekilde uzunca bir süre gezdirdiler. Bunlardan biri Türk Bayrağı şeklinde hazırlanmış bir pastaydı. Diğeri ise Atatürk’ün Kocatepe’de elinde sigarası ve başında kalpağı ile yürürkenki o meşhur silueti şeklinde hazırlanmış dev bir kremalı pastaydı. Gazetecilerin kırmızı halıda görüntü alma curcunasına benzer bir resim çekme telaşı yaşandı. O coşkuyu bizlere yaşattıkları ve yabancı turistlere de tanıttıkları için Club Voyage’a bir kez daha teşekkür ediyorum.



Club Voyage Belek Select ve Voyage Grubu’nun diğer tesisleri hakkında bilgi almak için http://www.voyageotel.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz. En kısa zamanda Kemer’de de bir tesis açmalarını da rica edeceğim, çünkü Belek’in mavi bayraklı ve Carettalı denizini sevsem de, Kemer hala deniz olarak favorilerim listesindeki ilk sırayı Kaş ile birlikte paylaşıyor.
Bize böylesine keyifli bir tatil yaşattıkları için tüm personele ve işletmeye çok teşekkür ederim. Umarım aldığımız güler yüzlü, profesyonel, duyarlı ve titiz hizmet yıllar boyu aynı kalitede devam eder.
Ama ilk kez bu yaz beklentilerimizin çok üstünde bir tatil köyüyle karşılaştık. Herkesin bildiği gibi tatil köyünün belli başlı olumsuz yönleri vardır. Özel hizmet alamazsınız, plastik bardaklarda gazı kaçmış kolalar ve tatsız biralar içme ihtimaliniz vardır, A La Carte restoranların yemekleri hiçbir şeye benzemez, üstelik bir de buralara rezervasyon yaptırmak için kuyrukta beklersiniz, güneşlendiğiniz her yerde bir çocuk viyaklaması duymanız mümkündür, elinizi verdiğinizde kolunuzu kapma potansiyeli olan animatörler etrafınızda dolaşır, vs. (Örneğin geçen sene gittiğimiz tatil köyünde ilk gün parasailing ile ilgili bilgi almıştık. Bozuk şiveli animatör çocuk bir hafta boyunca her gün eşime “Abi, yengeyi bugün uçuralım mı?” diye sormuştu..:) En sonunda da ikimizi de uçurmayı başarmışlardı..)
Bu kez bambaşka bir ortamdaydık. Club Voyage Belek Select harika bir tatil köyüydü. Bir kere benim gönlümü fethetmeyi 16 yaşından küçüklerin alınmadığı ayrı iskele ve havuzlarıyla fethetmeyi başardılar. O kadar devasa bir tesiste çocuk sesi duymadan kaldık.
Ayrıca bazıları en rahatsız şezlongda bile uyumayı ve kıpırtısız yatmayı becerirler ya hani.. İşte ben onlara hep imrenerek bakmışımdır. Ben rahat güneşlenme pozisyonu bulamayan tiplerdenimdir. Sırt üstü yatmışım, iz yapmasın diye bikinimin askılarını çözmüşüm, elime kitabımı almışım, 10 dakika sonra o şezlong adeta sırtıma batmaya başlar. Askılarımı bağlayıp, yüz üstü kitap okuyayım desem, dirseklerim acır. Kitabı bırakıp yatayım desem başımı rahatça yerleştiremem.. Falan filan.. İşte buradaki iskeleler tam benim gibi “şezlong özürlüleri” için tasarlanmış. Çünkü şezlong yok! Tahta iskeletler üzerine konulmuş, her gün beyaz havlu çarşafları değiştirilen, adeta tek kişilik yataklar var!!! Üzerine havlunuzu serdiğiniz anda ha yatağınızda yatmışsınız ha su şıkırtılarını dinleyebileceğiniz bir iskelenin üzerinde..Gördünüz gibi ikinci seçenek gün içinde çok daha çekici olabilir!
Biz havuzlarla pek alakası olmayan bir çiftiz. Ama kocam bir kere kaydırakları denemezse olmazdı tabi ki.. Ee napalım, biz de mecburen fotoğraf makinesiyle düştük çocuğun peşine..:) Aşağıda yetişkin havuzunun, ana havuzun, su kaydıraklarının olduğu havuz ve plajın resimlerini görebilirsiniz:
Personel ise başlı başına muhteşemdi. Odaları temizleyen görevlilerden resepsiyondakilere, bardakilerden restoranlara, plaj görevlilerinden animatörlere kadar hepsi son derece saygılı, güler yüzlü, ilgili ve sıcaklardı. Adeta gözünüzün içine bakıyorlar ve ricalarınızı yerine getirmek için yarışıyorlardı. Tek eleştirim her gün sadece gördüğümüzde bile sinirlerimizi zıplatan, marketi işleten iki adamdan suratsız olanıydı! Bir de böyle bir tesisin marketinde gazetelerin normal fiyatının üzerinde fiyatlarla satılmasına da şaşırdım. Yani o marketin güneş kremlerini, terlikleri, vs iki katı fiyata satması normal karşılanabilir belki ama üzerinde fiyat yazan gazetenin farklı fiyata satılmasını yadırgadım doğrusu!
Ayrıca Belek’teki sahillerin birçoğunun Carettaların yumurtalarını bıraktıkları yerler olduğunu biliyorsunuzdur. Club Voyage tesisin birçok yerine yumurtadan çıkan Carettaların denize ulaşmalarına yardımcı olunuz uyarıları olan ilanlar asmıştı. Ama tabi okuyan var, okumayan var, okuduğunu anlamayan var!! Tesiste turist bir kızın bir Caretta yavrusunu su dolu kağıt bardağa atıp götürdüğünü görünce görevlilere gösterdik. Hemen birkaç görevli toplandı ve durumu anlatarak kızın elinden zorla da olsa carettayı alıp denize attılar. Biz de dalgayla kıyıya gelmesin diye onları elimizle açıklara yönlendirerek çorbaya tuz atmış olduk ve Caretta yavruları ile yüzme keyfini yaşadık.. Ertesi gün de plajın birçok yerine ellerinde “Please Do Not Disturb Us!” (Lütfen Bizi Rahatsız Etmeyin!) yazan sevimli kaplumbağa heykelcikleri koydular. Bu uygulama bana göre kesinlikle takdire şayandır!
Ana restoran ve yemeklerin hepsi birbirinden lezzetliydi. (Tatil köyünde yemek çılgınlığı ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım.) Gelelim A La Carte restoranlara. Ana restoran dışında toplam 8 tane A La Carte restoran vardı: Meksika, Hint, Fransız, İtalyan, Çin / Japon mutfakları, Kebabistan, Rum Tavernası ve Balık restoranı. Biz Meksika, Hint ve her gün canlı Yunan müziği olan tesisin en popüler A La Carte’ı Rum Tavernasını denedik. Rum Tavernası’nda kendimizi tatil köyünün dışında tamamen farklı bir ortamdaymışız gibi hissettik. Çok keyifliydi ve mönü süperdi. Meksika restoranında ise süper bir kızarmış dondurma yedik.. Gerçekten çok başarılıydı. Bu arada ana restoran da dâhil tüm restoranlarda gerçek tada sahip içkilerinizi kendilerine uygun soğutulmuş bardaklarda masanıza servis yapıyorlar. Kahvaltıda sürekli çay için kalkmanız gerekmiyor. Çünkü demlenmiş çayınızı masanıza termosla bırakıyorlar ve Türk usulü doyana kadar çay içebiliyorsunuz. Restoranlar dışında her gün farklı bir canlı müzik grubunun program yaptığı ve 21:30 ile 24:00 arası açık olan bir de Sunset Jazz Bar’ımız vardı. Ayrıca çimlerin üzerindeki Efes Biraz Evi de geceleri gittiğimiz favori mekânlarımızdan biriydi. Ana lobide onlarca çeşit pasta, börek, çörek çeşidinin olduğu bir pastane, sütlü tatlılar satan bir Süt-İş ve dondurmacımız da çay saatlerinde uğradığımız yerlerdi.
Bu kadar yemek yerken sporu da ihmal etmedim ama işe yaradığını sanmıyorum.. Günde 40 dakika falan Step ya da Tae-Bo yaptım. Her gün akşam 5’te dönüşümlü olarak bu sporları yaptırıyorlardı. Onun dışında günde en az 1 saatimizi de yüzerek geçirdik. Ama buna rağmen tartıya korkmadan çıkabilmem için en az 10 gün geçmesi gerek diye düşünüyorum!
Ayrıca 30 Ağustos’ta oradaydık ve tesisi bir kez de yaptıkları 30 Ağustos kutlaması için kutlamak istiyorum. Bir gün önceden ana restoranın içi ve girişleri ve lobi girişi Türk bayrakları ve Atatürk bayraklarıyla donatıldı. İskeledeki normal boyuttaki Türk bayrağının yerine dev bir bayrak konuldu. 30 Ağustos günü ise son derece şık giyinmiş animasyon ekibi ana restoran girişinde herkesin Zafer Bayramını kutlayarak, kırmızı beyaz kokteyller ikram ettiler. Bayraklarla ve balonlarla süslenmiş restoranımızda yemeğin sonuna doğru, saat 21.00’da bir anda ışıklar söndü, herkese maytaplar dağıtıldı ve aşçılar 10. Yıl Marşı eşliğinde meşaleler arasında iki dev pastayı herkesin göreceği şekilde uzunca bir süre gezdirdiler. Bunlardan biri Türk Bayrağı şeklinde hazırlanmış bir pastaydı. Diğeri ise Atatürk’ün Kocatepe’de elinde sigarası ve başında kalpağı ile yürürkenki o meşhur silueti şeklinde hazırlanmış dev bir kremalı pastaydı. Gazetecilerin kırmızı halıda görüntü alma curcunasına benzer bir resim çekme telaşı yaşandı. O coşkuyu bizlere yaşattıkları ve yabancı turistlere de tanıttıkları için Club Voyage’a bir kez daha teşekkür ediyorum.
Club Voyage Belek Select ve Voyage Grubu’nun diğer tesisleri hakkında bilgi almak için http://www.voyageotel.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz. En kısa zamanda Kemer’de de bir tesis açmalarını da rica edeceğim, çünkü Belek’in mavi bayraklı ve Carettalı denizini sevsem de, Kemer hala deniz olarak favorilerim listesindeki ilk sırayı Kaş ile birlikte paylaşıyor.
Bize böylesine keyifli bir tatil yaşattıkları için tüm personele ve işletmeye çok teşekkür ederim. Umarım aldığımız güler yüzlü, profesyonel, duyarlı ve titiz hizmet yıllar boyu aynı kalitede devam eder.
İlk Durağımız Mersin...
Mersin’deki yazlık sitelerin derli toplu ve küçük olanlarından birindeyiz. 8 yaşımdan beri her sene gittiğim ve bayılarak kaldığım yazlığımızdayız. Bayılarak kaldığım derken öyle çok şık bir beach’i (!) olan, bol aktiviteli, çok katlı, çok havuzlu, çok kalabalık sitelerden biri falan sanmayın sitemizi. Çocukken ve gençlik yıllarımızda burada 3 ayımızı geçirirdik ve o dönemlerde keşke daha büyük bir site olsaydı, keşke diskosu olsaydı, havuzu şöyle olsaydı falan diye eleştirirdik bile… Ama yıllar geçtikçe ve arayışlarımız değiştikçe ben oraya daha bir bayılır oldum. Sessiz, sakin, gürültüsüz, doğal, giyim-kuşam derdi olmayan (plaj modasının bana göre olmadığından başka bir yazıda da bahsetmiştim.. öyle tunikler, mayokiniler, takılar, topuklu terlikler hiç bana göre değil... bana göre bir bikini, bir güneş gözlüğü, güneş kremleri ve bir kitap yeterli plaj için!), tam bir dinlence yeri olduğunu düşünüyorum. Bankada çalıştığım dönemlerde de 1 ay tatilimin 2 haftasını burada, diğer iki haftasını ise sevgilimle (şimdiki kocam! :) ) geçirirdim. O dönemlerde İhsan 2 hafta boyunca yazlıkta nasıl vakit geçirdiğimi merak ederdi. Ona genellikle şöyle derdim, “10’a doğru uyanıyoruz, denize karşı bir kahvaltı, sonra sahile iniyoruz, kitap okuma, güneşlenme, yüzme, vs derken akşam oluyor, akşam yemeği yiyoruz, sonra biraz sahilde yürüyüş, balkonda bir iki kadeh bir şeyler içiyoruz… Öyle geçip gidiyor işte.. Süper..” Sıkılmıyor musun diye sorardı. Ben de hiç sıkılmadığım gibi zamanın nasıl geçtiğini bile anlamıyorum derdim.. Yıllardır her sene gittiğim yazlığımıza ilk kez eşimle birlikte bu yaz gittik. Onun da Mersin’deki bu huzurlu tempoyu görme fırsatı oldu.. Bu kadar huzurlu ve sakin bir akışa sahipmiş gibi görünen 8 günün nasıl geçtiğini anlayamadık.
Kendime bir sokak köpeği de buldum sahilde bu arada.. Her gün öğleden sonra şezlongumun altına gelip yatıyordu.. komşularımızdan öğrendiğimize göre biz tekne turundayken bile oraya gelip beklemiş. İşte yine orada yatıyor:

Tekne turu yaptığımız Cuma günü dışında arabaya binip de hiçbir yakın çevre gezisi yapmayı bile canımız istemedi. Annem ve babam aileye eklenen üçüncü çocuklarına yeni bir yerler gösterememenin hayal kırıklığını yaşamış olabilirler.. Ama İhsan ve ben hayatımızdan çok memnunduk. Sabah muhteşem bir hafta sonu (bize her gün hafta sonuydu) kahvaltısıyla güne başlıyorduk. Sonra evdeki gazeteler okunurken annemin kahve servisi başlıyordu. Bu arada babama özel bir teşekkürümüzü iletmek isterim. Yıllardır Cumhuriyet gazetesini okuyan babam artık bizi de bu gazetenin bağımlısı yapmış bulunuyor. Tatil köyünde devam ettirdiğimiz alışkanlığımızı burada da sürdürmeye karar verdik. Herkese de tavsiye ediyorum. Hürriyet, Sabah, vs. gibi ne oldukları belli olan gazetelerden sonra insana ilaç gibi geliyor. Her köşe yazarı okunmaya değer, her haberi gerçekten haber, kültür ekleri ve hafta sonu dergisi muhteşem. Gerçek bir gazete!
Neyse, gazete sefasından sonra sahile yerleşiyorduk.. İniş o iniş.. Ondan sonra akşam 19,30’a kadar eve uğrayan pek olmuyordu.. Tabi annemin kola, su, buz gibi dilimlenmiş karpuz ya da şeftali servislerini saymazsak.. Bu arada babam ve İhsan da lahmacun, peynirli pide, haşlanmış mısır, sıkma+ayran, vs gibi ihtiyaçlarımızı karşılıyorlardı. Ayrıca annem ve babam damatları sayesinde 20 yıllık yazlıklarında hayatlarında bir ilki gerçekleştiler!! Akşamüstü sahilde bira içmek! Bizim klasik bir yaz tatili tutkumuz olan akşam yemeği öncesi, güneş batmaya yakın denizden çıkmışken bira içme keyfimize onlar da zevkle ortak oldular. :)

Babamın İhsan’ı bir kez daha bağrına bastığını düşünüyorum, çünkü kendisine harika bir rakı arkadaşı bulmuş oldu..:) Her akşam yemek öncesi birer dubleyi koymaları ve annemle benim de söğüş domates salatalık, peynir ve kavun dilimleme aktivitemiz neredeyse bir klasiğe dönüşmüştü. Bazı geceler biz de onlara eşlik ettik. Ama her gece değil maalesef, çünkü 2 gün boyunca midemin nahoşluğuyla uğraşmak zorunda kaldım.. Sonra da kendimi tatil köyüne hazırlamak (!) için fazla içmemeye dikkat ettim.. (Bilmeyenler için söyleyeyim, tatil köyüne hazırlanmak ciddi bir iştir: mideniz, karaciğeriniz ve iradenizi zorlu sınavlar beklemektedir..:) )
Cuma günü de tekne turu yaptık. Taşucu’ndan kalkan tekne Tisan’a kadar çeşitli koylarda durarak bizi gezdirdi. Ben de ilk kez katıldım. Biraz kalabalık tekneler olmasına rağmen Mersin’de bu kadar güzel bir denizin olduğu koyları ilk kez gördüm.. Özellikle Tisan süperdi. Bu arada Mersin’in denizini hiç de küçümsememek gerekiyormuş. Çünkü yazlığımızın Erdemli’ye yakın olan denizini bile bu yaz gittiğim Turgutreis’e de Belek’e de tercih ederim. Bir hafta boyunca tertemiz, akşama doğru lacivert olan, pırıl pırıl bir denizin tadını çıkardık.



Bol bol deniz, güneş, yeme-içme, akşam yürüyüşleri, okey oynama ile geçen keyifli bir 8 günün sonunda Pazar günü havaalanına transferimizi de sağlayan annem ve babam, ne yazık ki sabahın 7’sinde Adana’ya dönmek zorunda kaldılar. Biz de sabah 8.25’de bizi Antalya’ya götürecek uçağımızı beklemek için havaalanında oturduğumuz kafede tost yerken bulduk kendimizi.. Aileyle birlikte geçirilen bir her şey dâhil tatilin ( :) ) daha sonuna gelmenin hüznüyle boğazımızdan geçemeyen o korkunç tostları çayla kaydırırken, bilinmeyene doğru bir yolculuk daha yapmaya hazırlanıyorduk. Acaba tatil köyümüz nasıldı? Güzel bir tesis miydi? Memnun kalacak mıydık? İşte tüm bu soruların cevabı az sonra karşınızda olacak..:) Ama ilk hafta kaldığımız Mersin’deki tatil köyüne bayıldık. Teşekkürler Sakız Hanım ve Mahur Bey!!! :)
Kendime bir sokak köpeği de buldum sahilde bu arada.. Her gün öğleden sonra şezlongumun altına gelip yatıyordu.. komşularımızdan öğrendiğimize göre biz tekne turundayken bile oraya gelip beklemiş. İşte yine orada yatıyor:
Tekne turu yaptığımız Cuma günü dışında arabaya binip de hiçbir yakın çevre gezisi yapmayı bile canımız istemedi. Annem ve babam aileye eklenen üçüncü çocuklarına yeni bir yerler gösterememenin hayal kırıklığını yaşamış olabilirler.. Ama İhsan ve ben hayatımızdan çok memnunduk. Sabah muhteşem bir hafta sonu (bize her gün hafta sonuydu) kahvaltısıyla güne başlıyorduk. Sonra evdeki gazeteler okunurken annemin kahve servisi başlıyordu. Bu arada babama özel bir teşekkürümüzü iletmek isterim. Yıllardır Cumhuriyet gazetesini okuyan babam artık bizi de bu gazetenin bağımlısı yapmış bulunuyor. Tatil köyünde devam ettirdiğimiz alışkanlığımızı burada da sürdürmeye karar verdik. Herkese de tavsiye ediyorum. Hürriyet, Sabah, vs. gibi ne oldukları belli olan gazetelerden sonra insana ilaç gibi geliyor. Her köşe yazarı okunmaya değer, her haberi gerçekten haber, kültür ekleri ve hafta sonu dergisi muhteşem. Gerçek bir gazete!
Neyse, gazete sefasından sonra sahile yerleşiyorduk.. İniş o iniş.. Ondan sonra akşam 19,30’a kadar eve uğrayan pek olmuyordu.. Tabi annemin kola, su, buz gibi dilimlenmiş karpuz ya da şeftali servislerini saymazsak.. Bu arada babam ve İhsan da lahmacun, peynirli pide, haşlanmış mısır, sıkma+ayran, vs gibi ihtiyaçlarımızı karşılıyorlardı. Ayrıca annem ve babam damatları sayesinde 20 yıllık yazlıklarında hayatlarında bir ilki gerçekleştiler!! Akşamüstü sahilde bira içmek! Bizim klasik bir yaz tatili tutkumuz olan akşam yemeği öncesi, güneş batmaya yakın denizden çıkmışken bira içme keyfimize onlar da zevkle ortak oldular. :)

Babamın İhsan’ı bir kez daha bağrına bastığını düşünüyorum, çünkü kendisine harika bir rakı arkadaşı bulmuş oldu..:) Her akşam yemek öncesi birer dubleyi koymaları ve annemle benim de söğüş domates salatalık, peynir ve kavun dilimleme aktivitemiz neredeyse bir klasiğe dönüşmüştü. Bazı geceler biz de onlara eşlik ettik. Ama her gece değil maalesef, çünkü 2 gün boyunca midemin nahoşluğuyla uğraşmak zorunda kaldım.. Sonra da kendimi tatil köyüne hazırlamak (!) için fazla içmemeye dikkat ettim.. (Bilmeyenler için söyleyeyim, tatil köyüne hazırlanmak ciddi bir iştir: mideniz, karaciğeriniz ve iradenizi zorlu sınavlar beklemektedir..:) )
Cuma günü de tekne turu yaptık. Taşucu’ndan kalkan tekne Tisan’a kadar çeşitli koylarda durarak bizi gezdirdi. Ben de ilk kez katıldım. Biraz kalabalık tekneler olmasına rağmen Mersin’de bu kadar güzel bir denizin olduğu koyları ilk kez gördüm.. Özellikle Tisan süperdi. Bu arada Mersin’in denizini hiç de küçümsememek gerekiyormuş. Çünkü yazlığımızın Erdemli’ye yakın olan denizini bile bu yaz gittiğim Turgutreis’e de Belek’e de tercih ederim. Bir hafta boyunca tertemiz, akşama doğru lacivert olan, pırıl pırıl bir denizin tadını çıkardık.



Bol bol deniz, güneş, yeme-içme, akşam yürüyüşleri, okey oynama ile geçen keyifli bir 8 günün sonunda Pazar günü havaalanına transferimizi de sağlayan annem ve babam, ne yazık ki sabahın 7’sinde Adana’ya dönmek zorunda kaldılar. Biz de sabah 8.25’de bizi Antalya’ya götürecek uçağımızı beklemek için havaalanında oturduğumuz kafede tost yerken bulduk kendimizi.. Aileyle birlikte geçirilen bir her şey dâhil tatilin ( :) ) daha sonuna gelmenin hüznüyle boğazımızdan geçemeyen o korkunç tostları çayla kaydırırken, bilinmeyene doğru bir yolculuk daha yapmaya hazırlanıyorduk. Acaba tatil köyümüz nasıldı? Güzel bir tesis miydi? Memnun kalacak mıydık? İşte tüm bu soruların cevabı az sonra karşınızda olacak..:) Ama ilk hafta kaldığımız Mersin’deki tatil köyüne bayıldık. Teşekkürler Sakız Hanım ve Mahur Bey!!! :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)