Dalia Sofer’in kendi yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı “Şiraz’ın Eylülleri”, İran’da 1979’daki devrimden sonra yaşamı altüst olan Tahranlı Musevi bir aileyi anlatıyor. Aile reisi İshak Amin'in hiçbir neden olmadan Devrim Muhafızları tarafından tutuklanmasını ve aylar süren sorgu ve hapis süreci boyunca yaşananları, birçok şeyden feragat ederek özgürlüğüne (!) kavuştuğunda dışarıdaki ortamda yaşanan değişimi ve en sonunda doğup büyüdüğü, yıllarca hizmet ettiği kendi ülkesinde istenmediğine karar vererek aldıkları Amerika'ya kaçma kararını bir solukta okuyacaksınız.
Kitapta modernleşme sürecindeki İran'dan, bedeni kömür olmuş bir fahişenin cesedi sokaklarda gezdirilirken coşkuyla onu taşlayan ve bunu din adına yapan şuursuz bir güruhun hakim olduğu bir İran'a geçişte yaşanan sancılı sürecin etkilerini görüyoruz. Yaşam tarzımıza sahip çıkmanın önemini bir kez daha anlıyoruz. Özgürlüğün, aldığımız havanın, gıdanın ve sevginin önemini anlıyoruz. Parayı banka hesaplarında biriktirebiliriz. Ancak diğerleri ne yazık ki biriktirilemiyor ve insanın, hayatta kalabilmek için bunlara sürekli ihtiyaç duyduğunun bir kez daha farkına varıyoruz. (Bu arada paranın da pek çok sorunu çözebildiğini de görüyoruz!) İnançlar söz konusu olduğunda bağ kurmanın ve kurulan bağın kopmasının ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlıyoruz. Yapılan yanlış bir hareket veya söylenen yanlış bir söz ile kendinizi birden "karşı taraf"ta bulmanız an meselesi olabiliyor!
Bu rejim değişikliğiyle ortaya çıkan başka bir önemli konu da zengin-yoksul hesaplaşmaları. Yıllardır zenginlerin yaşamlarına duyulan kıskançlık, rejim yanlısı tembel, aylak ve bu nedenle de yoksul olan alt tabakanın bir kesimine öç alma fırsatını da veriyor. O kadar ki yıllardır kendisine de ailenin bir ferdi gibi davrandıkları yardımcıları Habibe ile İshak'ın karısı Farnaz arasında çok çarpıcı diyaloglar geçiyor. Örneğin, Habibe yıllardır asla ezilmediği, tatillere bile birlikte gittiği, iyi ve kötü pek çok olayı beraber paylaştıkları Amin ailesi ile geçirdiği yılları bile "tıpkı ormandaki hayvanlar gibi birbirimizle yaşamayı öğrendik" diyerek değerlendirebiliyor.
Bana göre kitaptan çıkarılacak en temel fikirlerden biri de bir ülkeye en fazla zarar veren problemin "cehalet" olduğudur. Tehlikeli ellere geçen cahil ve sorgulamayı bilmeyen beyinler, canavarlara hizmet eden birer intihar komandosuna dönüşebiliyorlar!
Yine bir gün oğlu Devrim Muhafızlarına katılan Habibe, Farnaz'a şöyle diyor: "Avrupalı ya da Batı aşıkları gibi giyinmek istemiyorsak ne olacak? Kendi çarşaflarımızı giymek, kendi kitabımıza göre yaşamak isteyemez miyiz? Onların azizleri yerine kendi mollalarımızın dediklerini benimseyemez miyiz? Murtaza (oğlu), Avrupa'da Saint Laurent adında bir azize taptıklarını söylüyor!"
Farnaz kadına "Yves Saint Laurent'den mi bahsediyorsun?" dediğinde Habibe onaylıyor.
O zaman Farnaz, "O bir aziz değil Habibe, bir moda tasarımcısıdır," dediğinde ise Habibe alınıyor ve "İşte hep bunu yapıyorsunuz. Fırsat buldukça bizi küçük düşürüyorsunuz," diyor. Tek bir kişinin biriktirdiği bu güceniklik, aşağılık duygusu ve öfkenin kitlelerle çarpıldığını ve dışavurulduğunu düşününce, gardrobunda eskilerden kalma bir kravat bulunan erkeklerin Batı aşığı olma suçuyla işkenceye maruz kalmaları da "normal (!)" gibi geliyor, değil mi?
Neyse, kapanışı da iş işten geçtikten sonra aklı başına gelen Habibe'nin sözüyle bitireyim:
"Bir karıncanın gözünü, bir yılanın ayağını, bir mollanın da hayrını gören olmamıştır!"
Yazarın notu: İnsan beyninin yaklaşık bir kavun ağırlığında olduğunu unutmayın! Kullanmıyorsanız, o kadar ağırlığı boynunuzun üzerinde boşuna taşıyorsunuz demektir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder