Thames Nehri Kıyısında

30 Haziran Perşembe gününe otelimizin karşısındaki Green Park'ta Pret-a-Manger'den aldığımız harika, sağlıklı sandviçlerimiz ve mangolu smoothie ile başlıyoruz. Sandviç olayına pek bayılmayan ben, hemen her gün Pret'e uğrayıp bir şeyler alıyordum diyebilirim. Bugün evlilik yıldönümleri olduğu için Dido&Ongun'un off günü, gençleri rahatsız etmeyelim. :) İso'cum da akşam beşe kadar falan toplantıda olacak. Dolayısıyla benim kendime dolu dolu bir gün planlamam gerekiyor. Ben de güne London Bridge'den başlamaya karar veriyorum.


Öncelikle çeşitli nedenlerle defalarca yıkılıp yeniden yapılan London Bridge'in hiçbir özelliği olmadığını söyleyeyim. Asıl olay Queen's Walk boyunca yürüyerek ulaşacağınız Tower Bridge'dedir. Fotoğraflarda adeta Londra'nın simgesi gibi boy gösteren köprü Tower Bridge'in ta kendisidir ve görüntüsü de pek estetiktir.  Bu kule 1894'te yapılmış ve Neo-Gotik Kuleleri çelik iskeletini gizleyecek şekilde inşa edilmiş. Fuhuş ve intiharların yaygınlaşmasından dolayı yükseltilmiş yürüyüş yoluna girmek isterseniz belli bir ücret ödemeniz gerekiyormuş. Ancak alttaki yoldan karşıya yürüyerek geçiş serbest. Köprünün üzerinden çektiğim fotoğrafta görünen şu uçan daire gibi bina da City Hall (Belediye Binası). Arkasında bir sürü modern ve gökdelenimsi binalar bulunuyor, çünkü burası Londra'nın yeni iş merkezi olmuş durumda. İşte Ongun da o binalardan birinde çalışıyor, hatta ayarlayabilseydik o gün birlikte öğle yemeği yiyecektik ama tabii ki şehirdeki herkes benim gibi gamsız tasasız bir turist değil. :)


Neyse, Ongun'un işleri yoğun olunca ben de aynı yoldan geri dönerek yine London Bridge metro durağının yakınlarında kurulan Borough Market'i gezdim biraz. Aslında toptan meyve-sebze hali olan bu pazar yerinde Perşembe ve Cumartesi günleri gurme market kurulduğunu unutmayın. İşten çıkan herkesin öğle yemeği için orada olup nefis etnik mutfak örneklerinden yediği o saatlerde ben henüz acıkmamış olduğum için o harika kokuları koklamakla yetindim.


Sonra sahil kenarından tamamen ters yöne doğru yürüyerek önce Shakespeare's Globe Theatre'ı gördükten sonra Tate Modern'i gezdim (diğer yazımda anlatacağım). Shakespeare's Globe Theatre, sadece doğal ışık ve çok az sahne dekoru kullanılan ve ayakta izleme salonu biletleri gibi uygun bir rakama satılan Elizabeth stili tiyatroların bir kopyası. Bir dahaki sefere burada bir performans izlemeyi istiyorum, kesinlikle ilginç olmalı.


Tate Modern'i gezdikten sonra hemen önündeki sadece yayalara açık ve paslanmaz çelikten yapılmış Milenyum Körüsü'nden yürüyerek karşı kıyıya geçtim. Buradan geçer geçmez önünüze bütün heybetiyle St Paul's Katedrali çıkıyor. Roma'daki St Peter Katedrali'nden sonra en büyük ikinci kubbeye sahip bu katedral, Christopher Wren tarafından 1710 yılında inşa edilmiş. Mimarı da şu an  içindeki yeraltı mezarlarında yatıyormuş.


Evet, neredeyse İso'cumla Covent Garden'da buluşma zamanı geliyor. Ben yavaş yavaş oraya doğru kaçıyorum. Birlikte buluşup fish&chips ve bira molası verdikten sonra akşam Londra'ya gitmeden önce lastminute.com'dan aldığımız biletlerimizle Cambridge Theatre'da Chicago müzikalini izleyeceğiz.


Dopdolu bir günü daha geride bırakırken yorgun, uykusuz, ama çok mutlu bir halde otele dönüyorum. Her gün bacağımın başka bir köşesi meme yapıyor, ama olsun, bence buna değer..:) Sırada Tate Modern var. Yarın yeniden buluşmak üzere hoşça kalın..

4 yorum:

Müge Hestbaek dedi ki...

oh ne güzel fotoğraflar bunlar :) londram londram cennetim cidden... İmgecim, çevirmen olduğunu bilmiyordum, biraz önce profiline bakınca gördüm. halbuki bloğunu yakından tanıyorum. ben de çevirmenlik yapıyorum ve ACI mezunuyum. Ne hoş bir tesadüfmüş bu :) blogunu daha sık ziyaret edeceğim bundan sonra. Sevgiler...

Imge dedi ki...

Mügecim sonunda cennet Londra'yla ben de tanıştım, gerçekten anlatıldığı kadar varmış, bayıldım!

Evet bu arada benim de dikkatimi çekmişti, ikimiz de çevirmenlik yapıyoruz (hem de genellikle aynı yayınevi grubuna.:) ). Çok keyifli bir his değil mi çevirdiğin kitapları raflarda görmek. İşin zorluğunu unutturan an hatta.

Ben de senin İzmir'le ilgili birkaç yazını okumuştum ama ACI mezunu olduğunu bilmiyordum bak. Yaşasın kolej kardeşliği diyebiliriz bu durumda..:)

Sevgiler..

Epicurious dedi ki...

Merhaba İmge,
Thames'in güney kıyısı bana kalırsa Londra'nın en keyifli yeridir. Aslında hem güzel bir yürüyüş yapmak hem de sanatsal kültürel faaliyetlerde bulunmak için nefistir. Shakespeare's Globe dışında bir National Film Theater ve Royal Festival Hall buradadır. Konserlerin film gösterimlerinin ardı arkası kesilmez. NFT'nin önündeki sahaflar da cabasıdır.

Büyük Londra yangınından lurtulan Anchor en eski Londra Pub'ı olarak burada karşımıza çıkar.

Borough Market diyince benim aklıma deve kuşu etinden yapılan hamburgerler ve peynir, şarap, ekmek alışverişleri gelir.

Merak ettiğim konu şu acaba Tower Bridge'e kadar gitmişken St. Katherine Dock'a da uğrayabildin mi? Orası da çok nefistir. Dicken's Inn'de oturup bir bira içmek o kadar yol tepmişken ayakları çok güzel dinlendirirdi :)

Imge dedi ki...

Epicurious,

Aaah ahh, yapamadığım birçok şey var aslında ama yine de ilk sefer için hiç de az yer görmedim diye seviniyorum bir yandan da.. Ama Londra yazılarının kapanışını "yapamadıklarım listesiyle" yapacağım. Bir dahaki sefere unutmayayım diye..:)

Anchor'ı gördüm ve bayıldım.. Hatta Wimbledon izlemek için son gün oraya gitme planı yapmıştık ama sonradan değiştirdik o planı, başka yerlerde takıldık. O yüzden bir dahaki sefere kesinlikle denenecek diyebilirim.

St. Katherine Dock'ı da not ediyorum bu arada, çünkü London Tower da bir dahaki sefere görülecek yerler arasında. Olmadı çıkışta Tower Bridge'den karşıya geçer ve dediğin gibi orada bir bira molası veririm..

Sevgiler..