Elâlem 16'sında senaryo yazıp, 20'sinde filmini çekip, baş rolünde de oynuyor, biz neredeyse yolun yarısına gelmişiz ancak blogda "vay be, ne çocuk!" yorumu yazabiliyoruz işte! Bir de bu film 2009 yılındaki Cannes Film Festivali'nin en çok konuşulanlarından biri oluyor. Bazıları safi yetenekten ibaret demek. Bize de onları ağzı açık izlemek ve alkışlamak düşüyor.
Söylediğim gibi Hubert rolündeki Xavier Dolan filmin hem senaristi hem de yönetmeni. Hubert 16 yaşında gay bir lise öğrencisi. Cinsel kimliğini o yaşlarda keşfetmiş, edebiyata meraklı, olgun ve duyarlı bir genç. Çok da isteyerek anne olmamış, otoriter ve bekar bir annesi var Hubert'in. Sertliğinden, duyarsızlığından, dekorasyon ve giyim zevkinden nefret etmesine rağmen annesiyle birlikte yaşıyor. Babası da baba olmayı istemiyormuş, o yüzden çok erken yaşlarda çekip gitmiş hayatlarından ve sorumluluklarından. Yani sorunlu bir aile hayatı olan bir ergen Hubert. Yine de olgunlukla çıkış yolları arıyor kendine. Peki bulabiliyor mu dersiniz?
Filmle ilgili aklımda kalan sahnelerin başında Xavier'in yatılı okula gönderilişi geliyor. O sırada annesine dönüp "Bugün ölsem ne yapardın anne?" diye soran Xavier'in ardından kadının kendi kendine "Yarın ölürdüm," demesi beni çok etkiledi. Herhalde annelik içgüdüsü böyle bir şey diye düşündüm. Yani o ruhsuz ve duygusuz kadının bile öyle hissediyor olması değişik geldi bana. Ve anne için üzüldüğümü hissettiğim tek sahne de tam olarak o sahneydi: o yoğunlukta duygulara sahip olmasına rağmen bunu göstermek konusunda bu kadar beceriksiz olabilir mi insan? Bence çok korkutucu. Babadan bekleyebilirim ama sanki annenin 'sevgisini gösterememe özürü' olamaz gibi gelir(di) bana.
İkinci sahne ise Hubert'in sevgilisiyle seviştikleri sahneydi. Bir gay sevişme sahnesi ancak bu kadar estetik olabilirdi diye düşünüyorum. Bunda Dolan'ın gay olmasının da payı büyüktür herhalde. Bir de istatistiksel bir araştırma konusu atıyorum ortaya: kızlar yatakhanesinde mi yoksa erkekler yatakhanesinde mi eşcinsel ilişkiler daha yaygındır/rahat yaşanır? Yatakhane sahnelerinde aklıma takıldı ve sanki erkekler bu konuda öndedir gibi geliyor bana. Neyse.. Ben beğendim. Doğal, derin ve yaratıcısının yaşından çok öte bir olgunluğun eseri. Öneririm.
Kitap önerim ise Mehmet Eroğlu'nun Yüz:1981 adlı romanı olacak. 428 sayfalık bu romandaki ana karakter "hiçbir hayatın baş rolünü oynamaya kalkışmamış; kendininkinin bile." Ve bu hali beni sinir etti diyebilirim. O sorumluluk almaktan kaçınan, amaçsız, duygusuz, tutkusuz, kısacası bomboş halinin içime fenalık getirdiği oldu. Neyse ki kitaba duygu ve renk katan altı kadının öyküsünü de öğrenmiş olduk onunla birlikte. Ve belki de bu anti-kahraman da onlarla yaşadıklarından yola çıkarak bir amaç edindi kendine: 1981'den sonra değişen yüzünün sırrını ortaya çıkarmak!
Kitapta özellikle bu ana karakterden yola çıkılarak 12 Eylül döneminin insan psikolojisi ve kişiliği üzerindeki olumsuz etkilerinden de söz ediliyor. 12 Eylül sonrasında toplumumuza zorla dayatılan hayat ve insan tipinin belirgin bir resmi ortaya konulmuş. Toplumsal vicdanın nasıl sığlaştığı, insanların insanlık yerine kendilerini koydukları, kendilerini sevmekten başka bir şeyin önemli olmadığı hayat tarzı gözler önüne serilmiş.
Kitaptan bazı alıntılar:
Kitapta özellikle bu ana karakterden yola çıkılarak 12 Eylül döneminin insan psikolojisi ve kişiliği üzerindeki olumsuz etkilerinden de söz ediliyor. 12 Eylül sonrasında toplumumuza zorla dayatılan hayat ve insan tipinin belirgin bir resmi ortaya konulmuş. Toplumsal vicdanın nasıl sığlaştığı, insanların insanlık yerine kendilerini koydukları, kendilerini sevmekten başka bir şeyin önemli olmadığı hayat tarzı gözler önüne serilmiş.
Kitaptan bazı alıntılar:
"...en gerçek yalan, biçim verilmiş kişiliktir; kendimizi karşımızdakine istediğimiz biçimde kabul ettirme çabası..."
"Ülkemiz, katıksız bir erkekliğin, iri fallus gibi dimdik ayakta duruşundan ibaret? Bakan ne görüyor? Asık suratlı, hiç gülmeyen, yeteneksiz erkekler ve bu erkeklerin yazacağı, onların sorumlu olduğu bir tarih...
Bizim sevdiğimiz vatan bu mu? Ruhu, dokusu, sezgileri ve öfkesi hep erkeksi, adından başka hiçbir kadınsı öz taşımayan vatanımız.
Kadınlar bizi emzirip sevdiler, ama aklımıza dokunmadılar; akıllarımızı biçimlendirmek sadece babalarımıza kaldı..."
"...O zamanlar efendiliğin aynı zamanda kölelik, gardiyanlığın ise tutsaklık olduğunun farkında değildim. Tutku söz konusu olduğunda her şeyin karıştığını, tersyüz olduğunu, gerçekte elde ettiğinizi düşündüğünüz şeyin aslında sizi elde ettiğini anlamam epeyce zamanımı aldı..."
"Tanrı insanla, annesinin babasının sayısız sevişmesi arasında bir kez ilgilenerek ona can verir, yaşayacağı zaman aralığını seçer, sonra da onu tamamen unutur. Hayatı boyunca yansızdır, tıpkı sizin gibi. Görmeden, görse bile ayırt etmeden seyreder... Sizi tekrar hatırladığında ölme vaktiniz gelmiştir..."
Öncelikle yazarı bu kitabı sayesinde ve çok geç keşfettiğim için kendimden utandığımı belirteyim. ODTÜ İnşaat Mühendisliği mezunu olan '48 doğumlu yazarın çalışmaları hakkında detaylı bilgi alabileceğiniz güzel bir web sayfası ve Twitter hesabı (@MehmetEroglu_) da bulunuyor. Aklınızda olsun.
Güzel bir hafta sonu diliyorum hepinize..
Güzel bir hafta sonu diliyorum hepinize..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder