Bir Mekan & Bir Kitap

Geçen hafta çocukluk arkadaşlarımdan biriyle buluştuk Kızının yaz okulu için bir aylığına İstanbul'a gelen Nazire ile Bebek Divan'da öğle yemeği yemeye karar verdik. Bu İstanbul dışından gelenlere Boğaz dışında bir yeri kabul ettirmek mümkün değil zaten ayol. Yaz sıcağı, öğle saati demeden illa ki Boğaz kıyısına inilecek.  :) Uzun uzadıya sohbet ettik Nazoş'la, hatta o kadar uzun ki öğlen 12'de başlayan buluşmamız akşam üstü beşte bitti. En birincil ortak paydamız ise tabi ki geziler oldu. Son bir buçuk saati de Bebek Parkı'nın yanındaki adını unuttuğum (Sirene olabilir) açık hava kafede geçirdikDivan lezzetini, servisini, kalitesini zaten anlatmaya gerek yok (gerçi ben Bebek'tekine daha önce gitmemiştim) ama kısaca şöyle bir manzaraya karşı şöyle bir şeyler yedik, üstüne kahvelerimizi içtik ve hepsinden de çok memnun kaldık:  


Yemek faslı bittiğine göre kitaba geçebilirim sanırım. Paul Auster'ın Kış Günlüğü'nü sonunda okudum. Bu,  diğer kitaplarından farklı çünkü bir roman değil. Anı türünde kendi yaşadıklarından yola çıkarak, belli bir kronolojik sıraya bağlı kalmadan yazdığı kitapta Paul Auster'ın dört yaşındaki deneyimlerinden günümüzdeki (65 yaşında) düşünce ve hislerine kadar pek çok şeyi bulmak mümkün. Biraz "ömrümün son demi, son baharı" tadında bir ruh haline girmiş Paul'cüm. Hayatın kışına girdim, daha kaç sabah kaldı ki göreceğim zaten, kaç kış, kaç bahar, dostlar göçüp gidiyor ne çare, koyun bir kadeh rakımı da efkar dağıtayım biraz, ama yok yok, çarpıntım tutar şimdi, zaten panik atak var bende, ah benim güzel karım, canım karım, o da olmasa ne yapardım  bilmem tadında bir Paul Dede ile karşı karşıyayız gibi geldi bana. Acımasız falan değilim, bende bu karamsar hisleri uyandırdı. Samimi bir kitap, sanki dil, anlatım, bütünlük kaygısı duymadan masa başına oturup günlüğüne içinden geçenleri dökmüş gibi. Kolay okunuyor. Gerçi daha derli toplu bir iç hesaplaşma tadında bir anı kitabı beklerdim kendisinden ama hatırı var, severim, yine yazsa yine okurum hani.:)

Bir de bir yerinde benim de kendimle ilgili düşündüğüm ve nedenini bulamadığım bir konuya değinmiş (ki aynı fikirdeyim). California'da yaşadığı dönemde New York'un büyüklüğünü ve kargaşasını özlediğini fark ediyor. San Francisco'yu tanıdıkça ufak ve sıkıcı gelmeye başladığını hissediyor ki daha önce Fransa'nın kırsalında, olabilecek en ıssız yerlerde hiç sıkıntı çekmeden dokuz ay yaşamış biri olarak! Bir şehirde yaşayacaksan büyük bir şehir, en büyük şehir olması gerektiğini düşünüyor. "Kırsaldaki ücra bir yerin tenhalığı da büyük kentlerin kalabalığı da sana usanç vermiyordu, oysa ufak kentler ve kasabalar kendilerini çok hızlı tüketiyorlar ve sonunda seni bıktırıyorlardı." Tam olarak aynı şeyi düşünüyorum ben de. "Türkiye'de şehirde yaşayacaksam İstanbul'da yaşamayı isterim, başka bir yerde hiç şikayet etmeden yaşayacaksam da minik ve popüler olmayan, hani yazın bile tam dolmayan bir sahil kasabası falan olabilir, ikisinden de sıkılmam gibi geliyor," derim hep.

Son olarak şunu da not edeyim ki Paul AusterJoubert'in 1815'te 61 yaşında söylediği "İnsan (eğer becerebilirse) sevilebilir biri olarak ölmeli" sözünden çok etkilenmiş. O sözlerin az rastlanır bir duyarlılığı, özellikle de yaşlanmış, bir ayağı çukurda ve başkalarının bakımına muhtaç biri için sevilebilmenin zorluğunu kavramak gibi çok zor koşullarda edinilmiş bir anlayışı yansıttığını hissetmiş, özellikle o "eğer becerebilirse" ifadesinde. Altmışlı yaşlar gözüyle bakamam ama otuzlu yaşlarda biri olarak bile o hissiyatı anlayabiliyorum sanırım.

Bu sıcacık yaz günü sizi bir ömrün kışına götürdüğüm için kusursa bakmayın. Ben şahsen ömrümün hep ilkbahar-yaz tadında olmasını (Mayıs-Temmuz arası tercihim :)), sağlıklı bir halde 85'i devirdikten sonra da ani bir yaz fırtınasının hortumuna kapılarak uçup gitmeyi tercih ederim. Of be Paul, içimi şişirdin valla, durduk yerde düşündüğüm şeye bak!


Hiç yorum yok: