Şimdi sıkı durun sizlere iki harika filmden bahsedeceğim. Biri Filmekimi'nde de gösterilmiş olan Amour (Aşk) filmi. Kanat Atkaya'nın sinemanın tekelleşmesiyle ilgili şu yazısında da söz ettiği üzere yazık ki azıcık salonda gösterime giren harika bir Haneke filmi. 2012 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen 80'lerinde emekli müzik öğretmeni bir çiftin hikayesi. Anne ve Georges'un aşkının son ve hüzünlü demleri... Yıllardır süren huzurlu ve sevgi dolu ilişkileri bir gün aniden Anne'in felç geçirmesiyle bambaşka bir boyut alan Anne ve Georges'un bu zorlu süreci birlikte nasıl atlattıklarının hikayesi.
Georges'un Anne'in bakımını kendi başına üstlendiği, inanılmaz bir fedakarlık ve ihtimamla karısının daima yanında olduğu, kendisini yük gibi hissettirmeden gözünün içine baktığı bu fiziksel ve ruhsal olarak yıpratıcı süreç içinizde bir yerlere dokunuyor. Anne'in o süreç içinde güçlü duruşunu kaybetmeme mücadelesi ve dışa vurmamaya çabaladığı çaresizliği sizi çok üzüyor. Sürecin nasıl sonlandığı konusuna ise hiç girmiyorum, ama sağlam bir tokat yemeye hazır olun derim. Tartışmalı bir durum olsa da ben Georges'un tüm süreci idare ediş biçimini son derece takdir ettim.
Oyunculuklar gerçekten müthiş ve inanılmaz doğaldı. Jean-Louis Trigtignant (83) ve Emmanuelle Riva (86) harikalar yaratmışlar. Emmanuelle Riva'yı biraz daha kayıracağım izninizle. Hem başarılı oyunculuğu hem de güzel yaşlılığından ve cesaretinden dolayı hayran oldum kendisine. Paris'te yaşadıkları o daire, kahvaltı yaptıkları o mutfak masası, kütüphaneleri, kuyruklu piyanoları ve uzanıp gazete okudukları o yeşil kadife kanepenin bulunduğu salonlarının doğallığından da söz etmezsem olmaz. Bu bir "aşk" hikayesi değildi bana göre; hayat, ölüm ve aşk hikayesiydi. Ve kesinlikle izlenmeye değerdi.
İkinci film önerim ise "elalem neleri tartışıyor, biz neleri!" diye düşündürtecek bir hikaye: Laurence Anyways. Bir kadın olarak iki yıldır birlikte olduğunuz sevgilinizin aslında kendisini bir kadın gibi hissettiğini ve içinde bulunduğu erkek bedeninden mutlu olmadığını, ama yine de size olan aşkıyla ilgili bir değişiklik olmadığını öğrendiğinizde nasıl bir tepki verirsiniz. Yani erkeğiniz sadece tırnaklarını boyamak, kadın giysileri giymek, ruj sürmek, saçını havalı havalı savurmak falan istiyor? Onun dışında yine birlikte oturup film izleyebilir, tatillere çıkabilir, onun şefkatli kollarında uyuyabilir, hatta çocuk bile yapabilirsiniz.
Ya da sevgililik olarak düşünmeyin durumu. Bu adam bir öğretmen ve siz de onun öğrencilerinden birinin annesi/babasısınız. 30lu yaşlarındaki bu erkek öğretmenin bir gün sınıfa topuklu ayakkabılar, etek, sallanan küpeler ve makyajla gelip öğretmenlik yaptığını düşünün. Kendini böyle çok daha mutlu hissediyor. Ve öğretmenlik kalitesini düşüren bir durum da yok ortada. Eskiden ne kadar iyiyse halen o kadar iyi bir öğretmen ve insan. Tepkiniz ne olurdu?
Peki ya annesi ya da babası olsanız? 30 yaşında oğlunuz size aslında mutlu olduğu bedenin içinde yaşamadığını itiraf etse ve bundan sonra ilk adım olarak giyim-kuşamında birtakım değişiklikler yaparak ve hormon ilaçları kullanarak mutluluğa doğru cesur bir adım atacağını söylese?
Kendisini mutlu hissettiği kimliğini yaşamak için sokaklarda maruz kaldığı bakışları, başına gelenleri anlatmıyorum bile. Sadece iş, aşk ve aile ilişkilerini düşündüğünüzde bile yaşayacağı ruhsal sıkıntıları, kabul görmemeyi ve dışlanmayı tahmin edebilirsiniz sanırım. Bunu önyargının, ötekileştirmenin, hoşgörüsüzlüğün, "tek tip" olmaya duyulan aşkın had saftada olduğu bizim ülkemizde bir örnek olarak düşünemeyiz bile herhalde. Yalnızca Fransa-Kanada yapımı bir filmde düşünebiliriz. Böylesi bir durumun oralarda bile karşılaştığı direnişe şahit olabiliriz. Ve en nihayetinde insanı her şeyden önce sadece bir insan olarak görmenin gerekliliğini kavramadıkça kendimize ve çevremize ne büyük mutsuzluklar ve hapishaneler yaratmaya devam ettiğimizin farkına varabiliriz. Belki de en doğru olan filmdeki bir karakterin de söylediği gibi "kalbinizin mantığının izinden gitmektir."
2 saat 40 dakika sürmesine rağmen bayılarak izlediğimiz bu harika film 2012 yapımı. Ülkemizde vizyona gireceğini sanmam. Ama izlemenizi çok isterim. Yani Internet'in nimetlerinden yararlanmanızı öneririm. Ben IMDB'de 9 yıldızı verdim bile kendisine.
Haftaya filmlerle başladık, harika bir kitap ve tiyatro ile devam edeceğiz. İyi haftalar hepinize...
(Mini not: Kendimizi 8 sezonluk 24'ü izlemeye kaptırmamış olsaydık çok daha fazla film ve kitap yazısı yazabilirdim ama bir arkadaşımızın şiddetli tavsiyesi üzerine Lost'tan sonra "bir daha asla" dediğimiz bir şeyi yapıyoruz yine. Günde altı-yedi bölüm izleyerek geçirdiğimiz hafta sonlarımız oluyor! Ve daha 5. sezon bitmedi. Pişman mıyız? Asla! Gerçekten çok heyecanlı ve akılcıl bir diziymiş. Bayılarak izliyoruz. Ama gerçekten bir daha böyle dizilere takılmak istemiyorum sanki. Feci zaman geçiyor başında ve ben sürekli "dizi izlemek yerine spor yapabilirdim, karakalem çalışabilirdim , kitap okuyabilirdim,vs" pişmanlıkları yaşamaktan sıkılıyorum sonrasında. Bu dizileri emekliliğe bırakmalı bence..:))
Ya da sevgililik olarak düşünmeyin durumu. Bu adam bir öğretmen ve siz de onun öğrencilerinden birinin annesi/babasısınız. 30lu yaşlarındaki bu erkek öğretmenin bir gün sınıfa topuklu ayakkabılar, etek, sallanan küpeler ve makyajla gelip öğretmenlik yaptığını düşünün. Kendini böyle çok daha mutlu hissediyor. Ve öğretmenlik kalitesini düşüren bir durum da yok ortada. Eskiden ne kadar iyiyse halen o kadar iyi bir öğretmen ve insan. Tepkiniz ne olurdu?
Peki ya annesi ya da babası olsanız? 30 yaşında oğlunuz size aslında mutlu olduğu bedenin içinde yaşamadığını itiraf etse ve bundan sonra ilk adım olarak giyim-kuşamında birtakım değişiklikler yaparak ve hormon ilaçları kullanarak mutluluğa doğru cesur bir adım atacağını söylese?
Kendisini mutlu hissettiği kimliğini yaşamak için sokaklarda maruz kaldığı bakışları, başına gelenleri anlatmıyorum bile. Sadece iş, aşk ve aile ilişkilerini düşündüğünüzde bile yaşayacağı ruhsal sıkıntıları, kabul görmemeyi ve dışlanmayı tahmin edebilirsiniz sanırım. Bunu önyargının, ötekileştirmenin, hoşgörüsüzlüğün, "tek tip" olmaya duyulan aşkın had saftada olduğu bizim ülkemizde bir örnek olarak düşünemeyiz bile herhalde. Yalnızca Fransa-Kanada yapımı bir filmde düşünebiliriz. Böylesi bir durumun oralarda bile karşılaştığı direnişe şahit olabiliriz. Ve en nihayetinde insanı her şeyden önce sadece bir insan olarak görmenin gerekliliğini kavramadıkça kendimize ve çevremize ne büyük mutsuzluklar ve hapishaneler yaratmaya devam ettiğimizin farkına varabiliriz. Belki de en doğru olan filmdeki bir karakterin de söylediği gibi "kalbinizin mantığının izinden gitmektir."
2 saat 40 dakika sürmesine rağmen bayılarak izlediğimiz bu harika film 2012 yapımı. Ülkemizde vizyona gireceğini sanmam. Ama izlemenizi çok isterim. Yani Internet'in nimetlerinden yararlanmanızı öneririm. Ben IMDB'de 9 yıldızı verdim bile kendisine.
Haftaya filmlerle başladık, harika bir kitap ve tiyatro ile devam edeceğiz. İyi haftalar hepinize...
(Mini not: Kendimizi 8 sezonluk 24'ü izlemeye kaptırmamış olsaydık çok daha fazla film ve kitap yazısı yazabilirdim ama bir arkadaşımızın şiddetli tavsiyesi üzerine Lost'tan sonra "bir daha asla" dediğimiz bir şeyi yapıyoruz yine. Günde altı-yedi bölüm izleyerek geçirdiğimiz hafta sonlarımız oluyor! Ve daha 5. sezon bitmedi. Pişman mıyız? Asla! Gerçekten çok heyecanlı ve akılcıl bir diziymiş. Bayılarak izliyoruz. Ama gerçekten bir daha böyle dizilere takılmak istemiyorum sanki. Feci zaman geçiyor başında ve ben sürekli "dizi izlemek yerine spor yapabilirdim, karakalem çalışabilirdim , kitap okuyabilirdim,vs" pişmanlıkları yaşamaktan sıkılıyorum sonrasında. Bu dizileri emekliliğe bırakmalı bence..:))
4 yorum:
Aşk'ı 2012'nin son filmi olarak izledim ama ne izleme. Gözyaşlarım sel oldu aktı. Hala zaman zaman düşündüğümde müthiş etkileniyorum. Dağıttı beni kısacası. Kadında 7 yıl önce benzer bir süreçten sonra kaybettiğimiz annemi, adamda kendimi gördüm. Ayrıca bu hale gelirsek ne yaparız düşüncesi beynimi oydu. Kısacası tokat gibi çarptı film. Ama izlediğime hiç pişman değilim. 2012'nin en iyi filmiydi kuşkusuz, oyuncular olağanüstüydü. Ve dualarım hep sağlıklı ömür, yük olmadan ölüm üstüne...
Leylak Dalı,
Sizin de buna benzer bir durumu yaşamış olmanıza çok üzüldüm. Senin filmden çok daha farklı bir şekilde etkilenmiş olduğunu tahmin edebiliyorum. Anneciğinin toprağı bol olsun, nur içinde yatsın. Sana da upuzun ve son anına kadar sağlıklı ve mutlu bir yaşam diliyorum. En büyük lüksümüz sağlık gerçekten de.. Hep bizlerle olması dileğiyle.. Sevgiler..
Bu sabah okudum ABD'de Ulusal Film Eleştirmenleri Topluluğu, ''Amour''u 2012 yılının en iyi filmi seçmiş.. ''Amour''un Avusturyalı yönetmeni Michael Haneke de en iyi yönetmen seçilmiş. Ama ne yazık ki izleyemeyeceğim. Kendi hayatımla etkileşiminden ve beni çok etkileyeceğinden tırsıyorum açıkçası. Çünkü bünyem bu tür şeyleri artık kaldırmakta zorlanıyor .
Füsun,
Film aldığı bütün ödülleri hak ediyor bence. Ama korkmakta da haklısın. Boğazını düğümleyen filmlerden ne yazık ki..
Yorum Gönder