İnanılmaz bir deneyim! Mutlaka yaşamalısınız. Zaten tatilden döner dönmez şehre bağlanma noktam olan Gayrettepe metrosunda gözüme çarpmıştı. Gördüğüm anda da merak edip bugün saat 15:00 için biletimizi almıştım.
Ve açıkçası önceden bilet aldığım için de biraz üzüldüm, çünkü hava çok güzeldi, tam sahilde yürüyüş yapabilir, hatta belki dondurma bile yiyebilirdik, falan filan. Kapalı, karanlık alandaki bir etkinliğe hava kötüyken de gidebilirdik. Şimdi bunu düşündüğüm için bile utanıyorum, çünkü bir etkinliğe falan gitmemiştik biz. Çok sayıda insanın yaşadıkları yaşama tanık olmaya, onların yardımıyla ve kontrollü bir ortamda onların gerçekliklerini biraz olsun anlamaya gitmiştik. Bu bilinçle ve niyetle giderken bile yarattığımız gündelik, sıradan, basit, aslında olmayan ama var ettiğimiz sorunlar yine tokat misali yüzüme çarptı.
Bizler yaşam şımarıklarıyız (ve hep söylerim, umarım şımarıklığı abartmadan da hep öyle kalırız). Güneşli havada 1,5 saat kapalı ortamda geçireceğimiz için üzülürken aslında güneşi görmeyen, sadece tenlerindeki ısısını hissedebilen insanların yaşamlarına konuk olmaya gittiğimizi bile unutacak kadar şımarık olabiliyoruz. Ve yaşadığımız her saniye herhangi bir engele sahip olmamızın an meselesi olduğunu da unutuyoruz. Tamam, bunu sürekli aklımızda tutarak yaşamak da hastalıklı bir durum olurdu herhalde, ama empatinin kıyısından bile geçmiyoruz çoğu zaman. Bence işin en acı kısmı bu.
Karanlıkta Diyalog yaklaşık 1,5 saat sürüyor. İçeri girerken daha gözlerinizin nispeten bir şeyler seçebileceği bir karanlıkta size beyaz bastonlarınızı veriyorlar. Görme engellilerin en büyük desteği olan bu bastonu nasıl kullanmanız gerektiğini söyleyerek 8 kişilik grubunuzu görme engelli bir rehbere teslim ediyorlar. Ondan sonrasında rehberiniz ve grubunuz tamamen karanlıkta kalıyor. Öyle böyle değil, tam bir karanlık! Karanlık fobisi olanların etkilenebileceği, olmayanların ise fobi geliştirebileceği bir ortam. Birlikte gelenler birbirinden medet umarak sürekli bir temas halinde olmayı istiyor ama herkes duruma yabancı ve kimse hiçbir şey görmüyor. Ama rehberimiz Mehmet Ali Bey'in sesini ve talimatlarını takip ederek ve beyaz bastonlarımızla şehirde gezinmeye başlıyoruz. Bir parktan geçiyoruz. Kuş seslerini duyuyor, çiçeklere dokunuyoruz. Manav tezgahına uğruyoruz. Vapura biniyoruz martı sesleri, rüzgarın esintisi ve dalgaların salınımı eşliğinde. Beyoğlu'nda tramvaya biniyoruz mesela, fasıl seslerinden Çiçek Pasajı'nın yakınlarından geçtiğimizi anlıyoruz. Sonra bir duvar boyunca ilerlerken posta kutularını, panjurları, duvara dayanmış bir bisikleti, evin panjurlarını hissediyoruz dokunarak. Evimize geliyor, kanepeyi bulup oturuyor, görme engelliler için hazırlanmış (duygular, mimikler, sözsüz jestler seslendirilmiş) Babam ve Oğlum'dan bir sahne izliyoruz. Bir duvarda kendi ismimizin baş harfini bulup, rehberimizin bize verdiği karton ve kalemlere Braille alfabesindeki karşılığını yazmaya çalışıyoruz. Sonra bir kafeye giderek kahvemizi alıyor, masalara geçiyor ve sohbet ediyoruz. Tüm bunları hiçbir şey görmeden yapıyoruz. Ve sonra her detayı deneyimlememizi sağlayan ve panik olduğumuzda bizi rahatlatan Mehmet Ali Bey bizi çıkarıyor. Onunla biraz daha sohbet ediyor, bize bu inanılmaz ve gerçekten yaşanmadan anlaşılamaz deneyimi yaşattığı ve başka bir gözle bakmayı ve görmeyi öğrettiği için çok teşekkür ediyoruz.
Çıktıktan sonra içimden geçenler ise şunlar oluyor:
- İlk girişteki karanlığın çok feci olduğunu düşünmüştüm. Hani aşırı kalabalıklarda da üzerinize çöken o fenalık hissine kapılır gibi oldum bir an.
- Sonra "aa evet çitler, burada da çiçekler ve bank var" ya da "vapurda gittiğimi hissedebiliyorum" falan gibi şeyler düşünerek, görme duyusu olmadığında diğer duyularının belki de daha iyi çalışarak sana yardımcı olduğunu ya da diğer duyularını kullanmayı öğrendiğini fark edip seviniyorsun. Görmesen de geçtiğin yerleri gözünde canlandırabiliyorsun işte, oluyor bu iş!
- Sonra aklına güvenli olduğu kesin bir ortamda, bir rehberin talimatlarıyla ilerlediğin geliyor. Ama görme engelli olsan ve şehirde sokağa çıksan ne yapacağını düşünüyorsun ve yine korkuyorsun. Örn, sohbet sırasında öğrendik ki rehberimiz ilk kez bu etkinlik alanını keşfetmek için Gayrettepe metro durağına gelmiş. Evinden çıkıp, tamamen yabancı bir durağa gelip, hangi çıkıştan hangi merdivenden ilerleyeceğini öğrenip, dev bir etkinlik alanını keşfedip, bize anlatacak duruma gelmesi inanılmaz geliyor. Bunu öğrenerek şehir hayatını devam ettirecek aşamaya gelmenin ne kadar zaman alacağını düşünüyorum.
- Sonra diğer duyularımı kullanarak bir sürü ortamı zihnimde canlandırabildiğimi düşünürken doğuştan görme engelliler aklıma geliyor. Referans alınabilecek herhangi bir kayıt yoksa zihinde, onlar denizi, parkı, bahçeyi, arabayı, yolu, elmayı, kediyi, vs nasıl canlandırıyorlar diyorum. Hangisi daha avantajlı bir durum diye düşünüyorum içimden sanki çok önemi varmış gibi.
- Sonra biraz sinirleniyorum ve yine hayatın adaletsizliğine karşı isyan doluyorum. Neden bazı insanlar bazı engellerle mücadele etmek durumunda kalarak başlıyorlar hayata? Evet, harika idare ediyor olabilirler, tamamen alışmış olabilirler, başka bir alternatif bilmeden mutlu mesut yaşıyor olabilirler ama yine de neden senden benden daha fazla mücadele etmek zorunda kalıyorlar? Neden limitsiz bir dünyada birtakım limitlere maruz kalıyorlar? Neden sadece görme engelliler için seslendirilmiş bir filmi izleyebiliyorlar da hepsini izleyemiyorlar? Neden bazı kitaplar, bazı yerler, bazı deneyimler de hepsi değil?
- Sonra yatışıyorum. Her duyusu tam olanların bile ne kadar eksik yaşayabildiğini düşünüyorum. Bu insanların gücüne hayran oluyorum. Gerçekten bir duyunun engeline çarpmış olabilirler ama pek çok anlamda sezgilerini fazlasıyla geliştirmiş olduklarını görebiliyorsunuz. Ve senin şimdiki durumun içinde isyan ettiğin şeylere isyan etmeyen, karşında son derece sağlam duran, hayatta birçok şeye senden daha hazırlıklı ve olgun bakan insanlar var karşımızda. Önlerinde şapka çıkararak eğilmek gerek. Ama bu kadarla da kalmamak gerek:
Örneğin, Mehmet Ali Bey'e şehir yaşamındaki en büyük zorluğu sorduğumuzda bastonlarıyla kaldırımı referans alarak yürüdükleri için kaldırıma park eden arabalar, kaldırımdaki babalar, tabelalar, saksılar ya da uygun yerleştirilmemiş çıkıntılı ilan panolarının kendilerine çok sıkıntı yarattığını, bunlara çok sık çarptıklarını söylüyor. "Belediye otobüsü duraklarında gelen otobüs ve güzergahı anons edilse" ne güzel olurdu diyor. Mütevazı bir adam o. Çukurlara, standarttan ve sistemden uzak şehir planlamamıza falan değinmiyor bile. Bu ikisi bile bizi çok rahatlatırdı, diyor.
Yani bizim onlara saygı duymak ve hayran kalmak dışında da yapacağımız çok şey olmalı. Hem devlet ve belediyeler olarak (ki kime diyorum ben?!), hem de onlarla birlikte aynı şehir yaşamını paylaşan insanlar olarak onlara yardımcı olmalıyız. Yardımcı olmak derken de zaten yürütebildikleri işlerini daha da kolaylaştıracak şekilde davranmaktan bahsediyorum. Yürümesine yardımcı olmak için kolunu acıtarak tutup, bastonunun dengesini bozarak çekiştirmek yardım olmuyor mesela. O zaten yürüyebiliyor. Ama sıkıntıda olduğunu hissettiğinizde yanına gidip yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormak ve onun yönlendirdiği şekilde yardım sunmak önemli. Saygılı olmak önemli. Bizden daha zor bir hayat sürdüğünü bilmek, anlamak önemli. Bu hayata çok yakın olduğumuzun farkında olmak önemli. Öyle bir durumda isteyebileceklerimizi düşünmek, onlara da istediklerini sunmak önemli. Yani aslında onlarla diyalog halinde olmak çok önemli. Her zaman biz ve onlar olarak ayrı dünyaların insanı olacağımızın garantisi yok. Onları da biz yapmak, bize yaklaştırmak önemli.
- Sonra beyaz bastonu yerine bırakıyor ve çıkıyoruz. Şükrediyorum (bu kez her zamanki kadar coşkulu ve mutlu değil, biraz buruk ama).
Ve bir kere daha tekrar ediyorum: İnanılmaz bir deneyim! Mutlaka yaşamalısınız.
2 yorum:
Okullardan başlatılarak resmi kurum çalışanlarına kadar tüm kademedeki insanlara bu zorunlu deneyim sağlanmalı diye düşünüyorum.
Mehmet Bilgehan Merki,
Kesinlikle katılıyorum.
Yorum Gönder