Bir Kutupayısı, İki Manzara ;)

Geçen hafta Salı günü outdoor giyim ve ayakkabı satan mağazaları dolaşmak için Karaköy'e gittim. Malum yarından itibaren kendilerine feci ihtiyacım olacak. (Beni Instagram ve Facebook sayfamdan takip edin derim. Buna değecek! ;) ) Bu sırada İso'cumun daha önce Internet üzerinden yaptığı alışveriş sırasında tanıştığı KutupAyısı ile ve sırt çantası ile 85,000 km'den fazla yol yapmış olan kurucusu, gezgin Erdem Gürses ile tanıştım. Bundan sonra herhangi bir outdoor etkinliği için minicik bir şey bile alacak olsam adresim belli. Erdem Bey sayesinde ilave hiçbir şey almadan döndüm mağazadan, çünkü bana asıl uygun olan ayakkabının zaten elimdeki model olduğunu ve istediğim modellerin beni yoracağını, ağır geleceğini, zaten problemli ayağıma uygun olmayacağını anlattı. Satış yapmak için değil danışmanlık yapmak ve kendi deneyimlerinden örnekler aktarmak için gözünüzün içine bakan, süper ilgili ve güleryüzlü bir adam. İhtiyacınız olursa ister Karaköy'deki dükkana ister web sitesine mutlaka uğrayın. 

Oradan çıktıktan sonra yürüyerek Kabataş'a gidip metroyla eve dönmeye karar verdim. Yol üstünde de uzun zamandır merak ettiğim, tahminen iki yıl içinde nefis bir çağdaş sanat müzesine dönüştürülmesi planlanan Antrepo 5'in içindeki MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi'ni  gezdim. Mimozalı Kadın'ı görür müyüm diyordum ki meğer sergilenen koleksiyon sürekli değişiyormuş, çünkü aslında toplamda 12,000'den fazla eser varmış ve hepsini sergilemek mümkün olmadığı için dönüşümlü sergileniyorlarmış. Ama Emre Arolat'ın projesi tamamlandığında hepsi için yer olabilir diye düşünüyorum. Umarım giriş katında görebileceğiniz maket ve tanıtım filmindeki kadar güzel bir kompleks çıkar ortaya. 


Şu an devam eden Manzara sergisinde yaklaşık yüze yakın tablo bulunuyor. Bunların sergilendiği birinci katta Nazmi Ziya Güran, Hikmet Onat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Halil Paşa, Osman Hamdi ve daha pek çok ünlü ressamın eserlerini görebilirsiniz. Aşağıda Ahmet Ziya Akbulut'un iki eseri var. Soldaki Beyazıt Sahaflar ve Eski İmaret Binası, sağdaki ise bir Köy Evi.


Halil Paşa'dan deniz, plaj, sahil, kayıklar...


Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun İlk Geçen Treni Seyreden Köylüler'ine bayıldım. Harika değil mi sizce de?



Solda Nazmi Ziya Güran peyzajı, sağda Hikmet Onat'ın Kabataş'tan adlı tablosuyla da bu tadım etkinliğini burada bitireyim. ;)


Geri kalan birbirinden güzel tabloları görmek için buraya uğramayı unutmayın. Manzara sergisi 21 Ekim'e kadar devam ediyor ve ziyaret ücreti 10 TL. Ondan sonra da dev koleksiyondan başka bir seçki bizleri bekleyecek. Sergiler hafta içi 17.00, hafta sonu ise 18.00'e kadar gezilebilir. 

Ben Manzara sergisini gezmeyi bitirdiğime göre Kabataş'a gelmeden önceki parkta bir banka oturup, biraz İstanbul sonbaharı manzarası izleyebilirim sanırım. 


Gerçi fazla da rehavete kapılmaya gelmez bizim ülkede. Freni patlayan bir otobüs parka dalabilir, kafama motosiklet uçabilir, en kötü ihtimalle yağmurun bastırmasıyla birlikte şehrin göbeğini ve oturduğum bankı sel götürebilir! O yüzden ben en iyisi bir an önce kendimi "nispeten" güvenli evime atayım da bu çılgın gökyüzünü biraz da balkonumdan izleyeyim. 

Not: Bir süre buralarda yokum, ama beni nerelerde bulacağınızı biliyorsunuz, değil mi? ;)

Fotoğraf Gösterili Söyleşi: İzlanda


Fest Travel'ın fotoğraf gösterili söyleşileriyle ilgili bilgilendirme maillerini düzenli olarak almama rağmen şu ana kadar hiçbirine katılmamıştım. O yüzden İlknur Akman Erk'in anlatımıyla ve gözüyle İzlanda söyleşisi benim için bir ilk oldu. İyi ki de oldu. Daha önce önümüzdeki beş yıllık gezi planlarımız içinde olmayan, ama doğasını inanılmaz ilgi çekici bulduğumuz bu nefis coğrafyayı şiir gibi anlatan İlknur Hanım sayesinde bir an önce "Buz ve Ateş" ülkesini görmeyi istedim. Galiba buraya öncelik vermemiz gerekiyor. 

Harika fotoğraflar öncesinde İlknur Hanım'dan ülkeye dair ilginç bilgiler öğrendik. Örneğin;

* Dünyanın oluşumunu henüz tamamlamadığı bir yer görüntüsünde İzlanda. Yerkabuğunun henüz kapanmadığı yerleri, sadece elli yıl önce yaşanmış bir patlamayla oluşan bir adası, düdüklü tencerenin tahliye kilidinden çıkan buhar gibi yerin altındaki basıncın dışarı çıktığı noktaları var. 

* Kocaman doğal alanlarda yaşayan insan sayısı 326,000. En yakın komşunun sana 50 km uzaklıkta oturuyor olabileceği bir yer. Dolayısıyla herkes izole yaşamlara uyum sağlamış, kendi kendine yetmeyi öğrenmiş bu coğrafyada. O kadar ki kadınlar koca cipleri karda kışta bozulunca lastiklerini kendi başlarına değiştirebiliyorlar ya da evdeki ufak tefek tamiratlar herkesin uzmanlık alanı olmuş. 

* 300 kişilik yerleşim biriminde bile 14 tane sanat kulübü olan bir ülke burası. Kendi kendilerine bu anlamda da yetiyorlar anlayacağınız. Okuru, yazarı (basılı kitabı olan), çevirmeni bol bir ülke. Bir nevi cennet yani! 

* Ülkenin ikinci büyük şehrinin nüfusu yaklaşık 20,000 civarında. Bu "koca" şehirde toplam 2 polis memuru görev yapıyor. Ülkenin kuruluş yılından bu yana o polisler bir kere silahlı bir saldırganı etkisiz hale getirmek için silah kullandıklarından dolayı halk ayaklanmış "polisin silah kullanmasını istemiyoruz" diye. 20,000 kişilik bir şehir ama dev bir senfoni orkestraları, kültür merkezleri ve gözleri gibi baktıkları botanik bahçeleri var. 

* Volkanik yapısı, iklimi ve doğa şartları nedeniyle ağaçların olmadığı bir ülke. Onun için de yılda kişi başı 16 ağaç dikilmesinin teşvik edildiği kampanyalar varmış. Dümdüz yeşil alanlar ve bodur ağaçlar bulunuyormuş ama bildiğimiz anlamda ağaçlar çok azmış. Hatta İzlanda ile ilgili şöyle bir geyik varmış: 

-İzlanda'da ormanda kaybolsan ne yaparsın? 
-Ayağa kalkarım. ;)

* İrili ufaklı toplam 10,000 tane şelaleye ev sahipliği yapıyor İzlanda. Bol buzul, az insan, dolayısıyla su sorunu yaşamayan bir coğrafya. 

* Buzulların altı bile yanardağlarla kaplı olan ilginç de bir coğrafya. Şu an aktif 15 yanardağı bulunuyor. Ve patladı, geçti, gitti diyemeyeceğiniz bir patlama tarzları varmış bunların. Kül, gaz ve lav akışı yıllarca devam edebiliyormuş (yedi yıl devam eden bir patlama olmuş mesela)!

* Ordusu yok. Askeri harcama sıfır. Onun yerine yanardağ gözlemi ve kontrolü için ayrılan dev bir bütçesi var.

* Yazları 12-16 derece arası olan hava sıcaklığı kışları dondurucu soğuklara erişecek sanabilirsiniz ama sıcaklıklar en fazla bizim Doğu illerimizdeki seviyelere düşüyormuş. Yani -10 ilâ -20 arasında olabiliyormuş kışın. Yazın gece 00.00 ile 02.00 arası hava biraz kararır gibi olup sürekli aydınlık olsa da kışın sabah 10.00 gibi aydınlanıp 15.00'den itibaren kararmaya başlıyormuş. Ama birkaç saat de olsa gün ışığı mutlaka varmış. 

* 1944 yılından itibaren bağımsızlıklarını ilan ederek Danimarka'dan ayrılan İzlanda'nın bayrağı da doğasını temsil ediyor.   Mavi renk bir ada devleti olarak ülkeyi çevreleyen okyanusu, haçın kırmızı yanardağları, beyazı ise üstündeki buzulları.  


* Haç demişken ağırlıklı Hristiyan bir toplum ama genel olarak "Tanrı'yı tabiatın içinde buluyoruz zaten," diyen ve dine abartılı bir önem yüklemeyen, kiliseyi sosyalleşme yeri olarak gören bir halkı var. 

İlknur Hanım'ın harika anlatımı sırasında aklımda kalanlar bunlar oldu. Burada ve burada kendi kaleminden İzlanda yazılarını da okuyabilirsiniz. Instagram hesabını takip etmek içinse buraya

Gezmediğim zamanlarda da zihnimi, ruhumu bambaşka diyarlarla beslemeye bayılıyorum doğrusu. İzlanda hayalleri kurmaya başlayalım bakalım. Evren en doğru zamanı nasılsa fısıldayacaktır kulağımıza. ;)

İyi haftalar hepinize.

Geçen Haftalarda Yaptığım Diğer Yolculuklar ;)

Son bir aydır sadece fiziksel anlamda yolculuk yapmıyorum. Bedenim bir yerdeyken zihnimin tamamen başka dünyalarda gezindiği saatler geçirdiğim doğrudur anlayacağınız. ;)

Harika kitaplar bitirdim yine yazın son tatilinden itibaren. İlki Dostoyevski'nin şu ana kadar okumamış olduğum Karamazov Kardeşler'i oldu. Vay be, tatildeyken kitaplara Lynchburg Lemonade'ler falan eşlik ediyor tabi; şimdi anca çay, kahve.. Peh! ;) 

Bu roman aslında bir dram bana göre. Bir nevi aile dramı. İçinde insana -ve karanlık iç dünyasına- ve o dönemin Rus toplumuna dair birçok felsefi çıkarım da bulunduran çok güzel bir hikaye. Şimdiye kadar en zor okuduğum romanı oldu Dostoyevski'nin, sanki diğerleri kadar akıp gitmiyordu. Ama yine de çok severek okudum. Fyodor Pavloviç beni çıldırttı. Dimitri'ye hiçbir durumda kızamadım; hayatın fazla adaletsiz davrandığı insanlara karşı kredim biraz yüksektir. Ivan'ın da babasına karşı düşmanca duygular beslemesi beni çok şaşırttı, ama destekledim. Alyoşa ile pek bağ kuramadım; bu kadar iyilik ve  inanç melekliği bana fazla. Smerdyakov, ah o sinsi ve itaatkar uşak! Yaptıklarının sonucundan Dimitri etkilenmeyecek olsa "helal olsun" bile diyebilirdim, ama tırsıtıcı bir tip olduğu kesin. Ve Gruşenka, İlyuşa (Dostoyevski'den etkilendiğini hep belirten Nuri Bilge Ceylan'a selam olsun bu arada. :) Bu çocuğun hikayesi bana Kış Uykusu'ndaki babanın oğlunun önünde paraları şömineye attığı sahneyi direkt hatırlattı. Suçluyu bırakalım suçunu kendi anlasın, mealinde felsefi bir tartışma daha vardı kitapta bana filmi hatırlatan), Katerina ve daha birçok karakter ve en son mahkeme bölümlerinde geçen konuşmalar uzun süre aklımdan çıkmayacak. 

Bence filme uyarlanmaya da çok uygun bir roman bu ve gördüğüm kadarıyla 1958'den bu yana filmi çekilmemiş. Türk yapımı olursa benim cast'ım hazır ona göre. ;) Gıcık babayı Haluk Bilginer ya da Çetin Tekindor oynasın (nasıl gıcık olacağız onlara bilemiyorum gerçi, sayelerinde baba karakterini sevebiliriz bile!). Dimitri Nejat İşler, Ivan Kıvanç Tatlıtuğ olsun. Smerdyakov için İlker Aksum'u düşünüyorum. Temiz pak Alyoşa için kimseleri bulamadım, yok mu şöyle eli yüzü düzgün, nur yüzlü gençten bir oyuncu önerisi? ;)

Sırada tatilin Rodos bölümünde bitirdiğim Emrah Serbes'in Deliduman'ı var. Şu an İso'cum okuyor ve o da bitirmek üzere. Sıklıkla Gezi romanı olarak anılan bu roman aslında direnişin kendisinden çok bizi itilmişin, ezilmişin taşralı dünyasına götürerek belki de patlamaya neden olan etkenleri daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çağlar İyice ve kardeşi Çiğdem üzerinden aktarılanlar o kadar etkileyici ki sadece iki insanı değil koca bir bakış açısının, hayat biçiminin, aile profilinin ve gelişmişlik seviyesinin temsilini görüyorsunuz. Çağlar'ın Gezi'yle kesişen hayatı, zaten tam da bunlar üzerinde etkili oluyor. 

Bu arada kitapta birçok parti ve kuruluş için kullanılan kısaltmaların pek hoşuma gittiğini söylemezsem olmaz. Ağaç Diye Geldik Az Kaldı Devrim Yapıyorduk Dayanışması, Çüklülerin Söylediği Hiçbir Şeyi Yapmak Zorunda Değiliz Şekerim Kolektifi, Direnişle Birlikte İzlenme Rekorları Kıran Kanal, Ya Kime Vereceksiniz Mecbur Bize Partisi... Kimlerden bahsedildiğini hepimiz anlıyoruz sanırım. ;) Emrah Serbes'in okuduğum ilk kitabıydı, ama son olmayacağı kesin. Deliduman'ı çok sevdim. Bu arada Selim İleri'nin "Bütün kıskançlığımla başarınızı kutlamak zorundayım," diyerek Emrah Serbes'e yazdığı mektubu okudunuz mu? Genç bir yazar için ne büyük bir gurur ve mutluluktur bir ustadan böyle bir mektup almak. Ellerine sağlık Emrah Serbes.

Bu kez tatil dönüşü bitirdiğim ve yine bayılarak okuduğum bir roman var sırada. Hamdi Koç'un son romanı Çıplak ve Yalnız. Hikayeyi o kadar sevdim ki yıllar önce üniversitedeyken okuduğum Melekler Erkek Olur ve Çiçeklerin Tanrısı'nı yeniden okuyup hatırlamak için gözümün önüne koydum bile. (Gerçi kaltak Selma'yı hatırlamasaydım iyiydi ya neyse, 70. sayfaya geldim bile, artık çok geç!)


Gelelim elimden bırakamadığım, çok severek okuduğum ve bitince üzüldüğüm Çıplak ve Yalnız'a. Ankara'da kendinden yaşça büyük eşiyle birlikte sakin ama pek de huzurlu olmayan bir memur hayatı süren Mesut'a bir gün memleketi Ünye'den "amcan öldü, cenazeyi sen olmadan kaldıramayız, bekliyoruz" mealinde bir telefon gelir. Bir amcası, hatta bir ailesi olduğunun o ana kadar farkında bile olmayan Mesut kendini bir anda büyük şehirden sonra küçük kasabada, küçük aileden sonra kocaman bir ailenin içinde bulur. İlk başlarda tuhaf bir şekilde sahiplenilme ve aidiyet duygularının yarattığı coşkuyla -ve korkuyla- sersemleyen Mesut zamanla Ünyeli eşrafın bir parçası olacaktır. Ancak o kocaman ailenin beraberinde kocaman bir mutluluk mu, yoksa kocaman yükler mi getireceği zamanla anlaşılır. 

Nefis bir kitap, nefis bir anlatım, yakınlık duyacağınız sıcak karakterler... Bir sürü altı çizilmiş cümle... Yüzünüzde sürekli oluşan bir gülümseme... Ailenin insanın en büyük travması olduğunu, hani ağaç kovuğundan çıkmanın bile bu kadar travmatik olmayabileceğini hatırlatan bir hikaye... Mesut kendi geçmişini ve ailesinin geçmişindeki karanlık sırları çözmeye çalışırken ülke geçmişindeki karanlık sırlarla da karşılaşıyor. Bu anlamda toplumsal meselelere  -ve ikiyüzlülüğümüze- de değinmiş bir kitap. Burada Hamdi Koç ile kitap hakkında yapılmış çok güzel bir röportaj var, okumanızı tavsiye ederim. 

Hamdi Koç'a yıllardan sonra bana kendisini bu harika kitapla hatırlattığı için teşekkür ediyorum. Ayrıca dört yılda yazdığı bu romanını "Bizim yerimize öldüler, hepimiz onlara hayatımızı borçluyuz. Elimden gelen tek şey o çocukları romanımın ruhsal sahibi yapmaktı, ömrümün dört senesini onlara armağan etmekti," diyerek Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım ve Ali İsmail Korkmaz'a adadığı için bir kez daha teşekkür ediyorum. Şimdi arada kaçırdığım kitaplarını İdefix'ten sipariş etme zamanı.

Hepinize bol okumalı bir hafta sonu diliyorum. Ama kitaplara dalıp bu hafta sonu Haliç Kongre Merkezi'nde gezilebilecek ArtInternational'a uğramayı da unutmayın derim. ;)

Göçebe Bakış, Colonie, Zelda Zonk

Geçen hafta Cuma akşamı Karaköy Colonie'de İso'cumun dayısı, eşi ve kızları Bambi ;) ile bir aile buluşması planlayınca kendimi evden biraz erken atarak Beyoğlu'na gidip hem Sahaf Festivali'ni dolaşayım, hem de Arter'de yeni açılan Göçebe Bakış sergisini gezeyim dedim. İyi de yapmışım. Arter bu kez Güneydoğu Asya'dan çağdaş sanat çalışmalarına yer veriyor. Bölge kültürüne ve gerilim yaratan ayrışmalara göndermeler yapılan (fazla) modern eserler arasında ilginizi çekenler olacağını düşünüyorum. Bir de bu seferki serginin ilgi çekici bir diğer yanı da çoğu çalışmanın seyirci katılımına açık olması. Takılın peşime, başlayalım gezmeye. ;) 


Yukarıda sol üstte yer alan kraliyet taçlarını denemek serbest. Müşterek/servet:Başka Bir Ülke Projesi adlı bu çalışmada yer alan geri dönüştürülmüş teneke kutulardan yapılan taçlar, Filipinleri kontrol altında tutan yüz aileden oluşan seçkin sınıfa bir gönderme niteliğinde. Statükoya meydan okuyan bir iş! Hemen yanındaki üniformalı çalışma da benzer bir işleve sahip. Adı Geçici Barınak olan bu yerleştirmeyi yapan sanatçı Jakkai Siributr. Onun altındaki deniz kestanelerinden yapılmış çift kubbeli barınak ise Mella Jaarsma'nın Zaman Eskiyene Kadar adlı çalışması. Barınağa giriş serbest. Sol altta yer alan Aynı Yoldan Geliyoruz adlı çalışma Vasan Sitthiket'in. Uluslararası erkek ikonlardan (Nelson Mandela, Kafka, Stalin, Hitler, vs) oluşan bu seride tarihi figürlerin hepsi annelerinin bacaklarının arasından çıkan bebekler gibi resmedilmişler. Herkes benzer şartlarda doğuyor, iyicil yoldan geliyor. Peki ya sonra?

Aşağıdaki çalışma en bayıldıklarımdan biriydi. Vertical Submarine adlı Singapurlu kolektifin Aynalar ve Birleşme adlı çalışmasında iki minik odacık var. Arada da ilk bakışta ayna sandığınız bir boşluk. Ayna sanma nedenini aşağıdaki fotoğrafta bile görebilirsiniz. Her şey tam da aynadan yansıdığı gibi yerleştirilmiş diğer odaya. Açık defterdeki yazılar bile! Singapur'un bağımsızlık sonrası uyguladığı dil politikalarına ilişkin bir eleştiri niteliğindeymiş bu yerleştirme. Sanatçının bu amacını şahsen anlamamış olsam da yaptığı işi çok sevdim. (Sanat anlamak değildir, nedensiz de sevilir; bazen adını bile bilmediğin birinin işine "vay be, işte bu!" denilir! ;) )


Aşağıda katılımlı çalışmalar sağ üst ve sol alt köşelerde bulunuyor. Girer girmez göreceğiniz Yuvarlak Masa Tenisi (Lee Wen) ve birinci kattaki Tarih Dersi (Sutee Kunavichayanont) ilginç çalışmalardan. Sol üstteki koli kartonları kullanılarak başka ülkelere çalışmaya giden Filipinli işçilerin portrelerini yapan sanatçılar ise Isabel ve Alfredo Aquilizan. Üstte ortada Politik Palyaçolar bulunuyor (alttaki kavanozdaki sarımsı sıvıların üstünde ise "urine energy" yazıyor). ;) Bu taşlama Endonezyalı Heri Dono'ya ait. Altta ortada ise Sindirim adlı dev bağırsak var. Kamboçyalı Srey Bandaul'un bu çalışmasıyla geçmişe dair algımızı etkileyen ve dönüşüme uğratan evrim ve süreç kavramlarına gönderme yaparken insanların mahrem tarihlerini anımsatan kullanılmış kumaş ve giysi parçalarından yararlanıyor. Sağ altta boş mermi fişeklerinden üretilmiş terlikleri -Skandallar'ı- yapan sanatçı Filipinli Josephine Turalba


Bunlar sadece fragman sayılır. Göçebe Bakış sergisinde bunların dışında pek çok işi görebilirsiniz. Üstelik sergi henüz yeni başladığı için çok da acele etmenize gerek yok. 4 Ocak 2015'e kadar Beyoğlu'nda sizleri bekleyecek ne de olsa. 

Ben bu sergiyi gezerken bizim Ankaralı kızlar da Pera Müzesi'ndeki Duvarların Dili'ni geziyorlarmış meğer. Madem aynı yerlerdeyiz buluşup Karaköy'e yürüyelim dedik. Hatta yemek saatinde erkeklerle buluşmadan önce bir de Karabatak'ta ev yapımı buzlu çay molası verdik. Harikaydı! Oralarda olduğunuz bir gün canınız soğuk bir şeyler istediğinde mutlaka deneyin. 

Ve sonunda Colonie'yi deneme zamanı. Sahiplerinin neo-bistro dedikleri mekan, dekorasyonuyla, çalışanlarıyla, az ve öz ve özenli lezzetler içeren menüsüyle, nefis kokteylleriyle hepimizin çok hoşuna gitti. Herkesin tercihine uygun bir şeyler bulabileceği mekanda bizim masa da sosis, deniz ürünlü börek, köfte ve mantı gibi tercihleriyle beş benzemezi başarıyla temsil etti.;) Orta noktada buluştuğumuz tek yer başlangıç olarak ortaya söylenen peynir ve şarküteri tabaklarıyla sırlanmış somonlardı.

Sadece müziğin saat 10'dan itibaren çok yüksek sesle çalması bizi birazcık rahatsız etti. O saatten itibaren konuşmak oldukça güçleşti çünkü ve daha o saatler yemek&sohbet saati sayılır bence. Yüksek sesli müziğin 11'de başlamasını tercih ederdik. Ama yine de bu detay dışında her şeyiyle Colonie'den memnun ayrıldık diyebilirim. Gitmeden önce mutlaka rezervasyon yaptırmayı unutmayın. Tel: 0-212-243 21 03


Kapanışı da Zelda Zonk'ta bir iki kadeh bir şey içerek yapalım dedik. Malum açık havanın son demleri bunlar. Manzarayla birlikte tadını çıkarmak lazım. 


Çok keyifli bir günün daha sonuna geldik, sevgili okur. "Oo saat de 2.00 olmuş. Hadi uyuyalım artık da yarın günü öldürmeyelim. Ne de olsa hafta sonları da açık havayı değerlendirmek için harika bir mevsimdeyiz, öyle değil mi?"

Sergi Haberi: Kentin Yüzleri

Sanatçı bir aileden gelen Evren Temel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden mezundur. Birçok kişisel ve karma sergiye katılan ve resim yolculuğunda, babası Özay Gönlüm’ün türkülere, sazına, işine olan sevdası ve bu sevdayı paylaşma azminin ışık tuttuğunu ifade eden sanatçı, çalışmalarına İstanbul'daki atölyesinde devam etmektedir. 


Galeri Selvin'de sanatseverlerle buluşan "Kentin Yüzleri" isimli resim sergisi hakkında şöyle diyor Evren Temel

"Resimlerimde ilhamı bana kentsel çevrenin dinamikleri veriyor. İçinde, hem de tam da ortasında yaşadığım ya da gidip gördüğüm, sokaklarında kaybolduğum kentlerin beni heyecanlandıran farklı yüzleri serginin ana çerçevesini oluşturuyor. Kentin, sıradan günlük hayatta sürekli karşımıza çıkan ama belki farkına varmadan geçip gittiğimiz imgeleri, yüzleri... Serginin bir bölümünde kentin yüzleri tıpkı büyük kentlerdeki kozmopolit yapının doğasında olduğu gibi kalabalık, karmaşık ama bir arada varoluyorlar. Diğer bölümde ise ruh halini yaşadığı çevreden aldığını gözlemlediğim kentli insanların portreleri yer alıyor. Her iki yaklaşımda da mezun olduğum Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden edindiğim birikimlerim ile hep tutkunu olduğum ve asla mezun olmanın mümkün olmadığına inandığım resim serüvenimi bu sergide buluşturmaya çalıştım. Önceki dönem resimlerimde figürlerin parçalandığı ama hiçbir zaman dağılmadığı, belki de yeniden yapılandığı görülebilir. Bu sergide ise parçalamayı tuvalin yüzeyine taşımayı hedefledim ama yine dağılmadan ve bir arada. Çoklu yüzlerde kullandığım bantlar da farklı yüzleri bir arada tutan ironik birer eleman olsun istedim." 



Evren Temel'in “Kentin Yüzleri” isimli resim sergisini 25 Eylül - 13 Ekim 2014 tarihleri arasında Galeri Selvin’de görebilirsiniz. 

Galeri Selvin Pazar günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır. 
Adres: Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy/İstanbul 
Tel: 212 - 263 74 81

İyi gezmeler.

Rodos: Yeme-İçme Notları

Yemek konusunda Rodos'un da hakkını verdik, sevgili okur. Nasıl olduğunu hemen fotoğraflarla anlatacağım. Nefis lezzetlere hazır mısınız?

İlk durağımız Rodos'a varıp, otelimize yerleşir yerleşmez gittiğimiz Tamam Restaurant oldu. Akşamüstü saat 6'ya doğru, yani erken bir saatte gittiğimiz için yer konusunda sıkıntı yaşamadık, ama normal şartlarda rezervasyonsuz yer bulmanızın mümkün olmadığını söylüyorlar. Zaten minicik de bir yer. Sahibi çok şeker bir adam. Türk olduğumuzu öğrenir öğrenmez Vedat Milor'un buraya geldiğini ve her şeye tam not verdiğini bize söyledi. Orada olduğumuz süre boyunca hem kendisi hem kızı bizimle çok güzel ilgilendiler ve kalkmadan önce de ev yapımı vanilyalı dondurmalarından ikram ettiler. Burada hayatımda yediğim en güzel deniz ürünlü makarnayı yemiş olabilirim. İso'cumun seçtiği fırınlanmış et de kayısı aromalı sosuyla müthişti doğrusu. Ev yapımı beyaz Chardonnay şaraplarını tavsiye ederim. Burası kesinlikle denenmesi gereken, çok başarılı bir restoran. Mutlaka gidin. 


Bir akşam Old Town'daki deniz ürünleri restoranı olan Nireas'ı denedik. Fosfor zehirlenmesi için ideal bir adres olduğunu söyleyebilirim. Güzel bir bahçesi var ve deniz ürünlerinin hepsi çok lezzetli. Yine biraz abarttığımız ve "bir daha bu kadar çok şey söylemeyelim" diye kendimize belki yüzüncü kez söz verdiğimiz gecelerden biri oldu ama değdi. Crab cake, domates soslu karides, kızarmış kalamar, ızgara ahtapot ve Greek salad uzomuza eşlik etti o akşam. Tavsiye ederim. 


Bir akşam otelimizin çok yakınlarındaki Rodofagia'yı denedik. Peynirli biberler, cheese saganaki ve Greek salad gibi peynir ve sebze ağırlıklı soframıza bu kez deniz ürünü olarak sadece kalamar ızgara ekledik ve şimdiye kadar yediklerimizin en iyilerindendi diyebilirim. Yanında ikram olarak gelen pita ekmekleri ve fesleğenli sos da çok başarılıydı. Koykos'ta yer bulamadığımız için o gün buraya geldik, iki gün sonrasına da Koykos'a rezervasyon yaptırdık. Şimdi ikisini de denedikten sonra çok özellikli bir ambiyansı olmasa da yine de burayı Koykos'a tercih ettiğimi söyleyebilirim. Aklınızda olsun.  


Gelelim bir günümüzü Stegna Beach'e ayırma nedenimiz olan Gorgona'ya. Yine Ayşe sayesinde denediğimiz ve ortamıyla, servisiyle, nefis deniz ürünleriyle gönlümüzü fethederek en iyiler listesine doğrudan liste başından giriş  yapan bu harika restorana mutlaka gidin. Önünüzde Greek salatayı hazırlasınlar - torpilliyseniz bizim gibi biraz közlenmiş patlıcan da eklerler salatanıza. ;) Sonra yanında uzoda pişmiş karidesleri ve ızgara ahtapotu afiyetle hüpletin. İkram olarak gelen kızarmış ekmekler ve yanındaki zeytinyağında duran kurutulmuş domateslerin tadı da hâlâ damağımda. Gerçekten çok güzel bir yerdi burası. Hem Nireas hem de Gorgona için Ayşe'ye bir kez de buradan teşekkür eder, yolunuz düşerse mutlaka bu restoranları deneyin derim. 


Gelelim Koykos'a... Çok şeker görünen minik ahşap masaları, ahşap panjurlu pencereleri, bahçesi olan iki katlı bir mekan. Sahibesi ve çalışanları gayet ilgili, güler yüzlü (ki hiçbir yerde aksiyle karşılaşmadık). Her gördüğümüzde tamamen doluydu - gece geç saatlerde bile. Ve hep iyi yorumlar duyduk, okuduk hakkında. O yüzden de Rodos'taki son akşamımız olan 12 Eylül Cuma akşamı için yerimizi ayırttık önünden geçtiğimiz günlerden birinde. Ancak yemeklerinin hiç de özellikli olduğunu söyleyemeyeceğim. Yani o ana kadar da yeterince yer görüp, yemek tattığımız için rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki mezeler vasattı. Güveçte karidesin acısı feciydi! Ahtapot eh işteydi. En son üstüne söylediğimiz suflemsi, dondurmalı çikolatalı kek yediğimiz en güzel şeydi bana göre. Kahvaltı, öğle yemeği ve kahve-tatlı için belki önerilebilir ama akşam yemeği için bence burası Asmalımescit'te Yakup, Refik, Sofyalı, vs dururken Nevizade'de adı sanı bilinmeyen bir yere gitmek gibi sanki. Bilmem anlatabildim mi?


Ayşe'nin önerilerinden Old Town'daki Cafe Chantant'a maalesef gidemedik, çünkü sadece Cumartesi geceleri açık olduğunu öğrendik. Bizse 13 Eylül Cumartesi akşamı Marmaris merkezin korkunç kalabalığında, Galatasaray maçını gösteren tek yer olduğu için müşteri çekmek adına türlü şaklabanlıklar yapan bir bar sahibi tarafından yakalanmıştık. Adam bir koşu bize Tiiiborglarımızı ve pattiis tavamızı getirdiğinde ve çıkışta gideceğimiz korku filmi boşluğundaki apart oteli düşündüğümde o gece karşı kıyıda, Yunan müzikleri dinleyebileceğiniz bir taverna olan Cafe Chantant'ta olabilmeyi tahmin edemeyeceğiniz kadar çok istedim! ;) Ama bir bakıma iyi de oldu bunları yaşamak, çünkü rüya gibi iki haftanın ardından evimize dönmeyi de ancak bu korkunç ortama girdiğimde isteyebilirdim! ;)

Bu yemekler ve sabah kahvaltıları dışında günlerimiz genelde Greek yogurt, Greek frappe ve Greek beer (Mythos, Zythos ve her yerde olmayan Fix en sevdiklerimiz oldu; Alfa'ya pek bayılmadım) ile geçti diyebilirim. ;)


Bir geziyi daha yazılarıyla birlikte ağız tadıyla sonlandırırken ufukta beni çok heyecanlandıran başka bir gezinin varlığı ile gözlerimin parladığını söylemeden duramayacağım. Artık gelsin şu bayram tatili, değil mi? ;)

Rodos: Plajlar

Rodos'a geleceğimiz belli olur olmaz hemen iki blogdaşın sayfalarına attım kendimi. Biri Ayşe's World, diğeri ise Kuyruksuz Uçurtma. İkisinin de çok faydası olduğunu -hatta lezzet durakları konusunda kendimizi neredeyse tamamen Ayşe'ye teslim ettiğimizi ;)- söylemeliyim. Sizin de yolunuz Rodos'a düşecek olursa mutlaka onların sayfalarına da uğramadan geçmeyin. 

Şimdi size biraz Rodos'un plajlarından bahsedeyim. Batı kıyısını doğrudan yok sayabilirsiniz. Rüzgardan dolayı pek keyif almayacağınız sahillerin olduğu bölüm orası. Sörf için falan gitmediyseniz ve bizler gibi denizde yüzer, sahilde kitap okur, bira&frappe içerim diyorsanız sizi plajların en yoğun olduğu Doğu kıyısına alalım. Orada da Ada'nın en ucuyla Lindos arasındaki bölümde dolaşacağız. Plajlarda -pek temiz olmasa da- mutlaka tuvalet ve duş bulunuyor. Çoğunun kafe-restoranı da var. Genellikle şezlong başına 4 Euro -Stegna'da 3-  ödemeniz gerekiyor, ama yok ben havlumu yere atar otururum, diyorsanız plajlar ücretsiz. 

Deniz zevki çok kişisel olduğu için elimden geldiğince gördüğüm her plajdan minik notlar halinde bahsedeceğim. Benim sevmediğime bir başkası bayılabilir sonuçta. Ama bizim tercihimiz genellikle dümdüz kumsal plajlardan çok yemyeşil yamaçlarla çevrili kayalık koylar. Hem denizin rengi, hem içindeki canlıların ve kayaların görüntüsü, hem de koy olması nedeniyle kendimizi daha fazla doğanın içinde hissetmemiz ve esintinin az olması gibi nedenlerle açık denize tercih ediyoruz bu tür denizleri. O yüzden Rodos'u bilenler ve beni Instagram'dan takip edenler, zaten hangi plajların favorim olabileceğini çoktan anlamışlardır. ;)

Elimizde plajların yer aldığı haritayla her güne bir plaj planı çıkarmak için hazır mıyız? (Burada ben de Ayşe'nin yaptığını yaparak o haritayı ekleyerek anlatayım diyorum). En tepeden başlıyorum:


En uç noktada gördüğünüz Elli Beach şehrin içindeki upuzun plaj oluyor. Dip dibe sıralanmış bir sürü şezlongun, arkalarında ise sahil boyunca sıralanmış bir sürü restoranın olduğu, burası için bir nevi Barselona'nın Barceloneta plajı havasında. Biz ilk gün baktık ve geçtik. Plajda o kadar curcunaya gireceğime Old Town'ın curcunasında bir şeyler yiyip içmeyi tercih edebilirim şahsen! ;) Ama minder şezlonglar falan rahat görünüyordu. Kalabalıkları sevenler ve şehir içi bir alternatifler isteyenler tercih edebilir. 

Kalithea, aslında bizim sevebileceğimiz tarzda küçük ve kayalık bir koy (aşağıdaki fotoğraf). Gidip görüp uğramamamızın nedeni ise onu en favorimizden sonra görmüş olmamızdı. Öyle bir favori ki, bir daha Rodos'a gitsek her günümüzü orada geçiririz diye konuştuk İso'cumla aramızda.


Faliraki'ye iniyoruz ardından. Burası bana Venice Beach'i andırdı desem. Daha minyatür ve denize girilebilir versiyonu gibi. Üzerinde bir sürü attraksiyon, upuzuuuun kumsal. Cık, kumsalsa çiz üstünü. Yola devam. Hemen yakınlarında Nudist Beach var, değişik deneyimlere açık olanların aklında olsun diye not düşeyim. ;)

İşte biraz daha aşağı iniyoruz ve favorime geliyoruz. Anthony Quinn's Bay -ve denizine bir kere girmiş olsak da Ladiko- bizim için gerçekten bir numaraydı. The Guns of Navarone filmi burada çekildiği için aktörün adıyla anılıyormuş burası. Ben böyle cennet bir deniz görmedim. Türkiye'yle ilgili toz kondurmadığım tek şey sahilleridir ve dünyanın tüm sahillerini görmemiş olsam da en güzellerinin bizde olduğuna körü körüne inanırım (gözler hâlâ açıksa ve kafa hâla çalışıyorsa biraz "bilinçli batıllık" zararlı olmayabilir ;) ). Ve gerçekten de şu ana kadar bizim sahillerimizle yarıştırabileceğim ve büyük olasılıkla Ağustos böcekleriyle dolu huzurlu ortamı, göbek atan değil sessizce gelip içerideki balıkları görmek için dalan insanlar getiren tur tekneleri ve bilimum balık çeşidiyle dolu tertemiz denizi ile yarışın galibi olarak kupasını teslim edebileceğim bir koy burası. Hani ters çevirip yeniden düzeltince içinde kar yağan dekoratif küreler vardır ya. Burada yüzerken sanki öyle masmavi bir kürenin içindeymişsiniz ve etrafınızdan balıklar yağıyormuş gibi hissediyorsunuz. Nefis! Fotoğraf çekmelere de, yüzmelere de, günü batırırken manzaraya karşı bira içmelere de doyamadığım bir yer oldu burası. İki tam günümüzü geçirdik o yüzden.  Şehre yaklaşık yarım saat mesafedeki bu plaj en tavsiye ettiğim plaj olacak. 



Gelelim Tsambika'ya. Buranın kumsal olduğunu biliyorduk, ama yine de genişçe bir koy gibi olduğunu fotoğraflardan gördüğümüz için görelim dedik. Fazla genişçe bir koy olduğu kesin. Üzerinde bir sürü tesis, su sporları alanı falan da var. Kumsal plaj sevenler için Faliraki ya da Elli Beach'e nazaran burayı öneririm. Gerçekten güzel, çok geniş alana yayılmış, büyük kalabalıkları kaldırabilecek ve düzenli bir plajdı. 


Biz yayılınca tam yayılan ve bir daha kalkmaktan hiç hoşlanmayan bir çift olduğumuz için burası yerine Stegna'yı tercih ettik, çünkü orada nefis ahtapot yiyeceğimiz bir yer öğrenmiştik. ;) Ama şimdi plan yapacak olsam tüm günü Tsambika'da geçirip, akşam 6'ya doğru eşyaları toparlayıp yemek için Stegna'ya gider ve oradan dönüşe geçerdim. Bu da aklınızda olsun. Stegna'nın denizini pek sevdiğimi söyleyemem, ama ahtapot için gittiğime pişman değilim (bir sonraki yazıda. ;) )

Gelelim ikinci favorim olan Lindos'a. Lindos'taki St. Paul's Bay gerçekten çok güzeldi ama küçücüktü. Sabah 10.00'a doğru gittiğimizde çoktan bütün şezlonglar dolmuştu. "Neyse canım, yine de bir Anthony Quinn's Bay değil!" diyerek kendimizi oradaki diğer plajlardan birine attık.


Lindos'ta minik bir şapel olduğu için buraya evlenmeye gelip, balayına devam etmek de çok "in"miş, ona göre. Lindos'a tırmanış sonrası tepede bir bira molası verdiğimizde zamanında bunu yapmış, sonrasında da her sene gelmeye devam etmiş Manchesterlı bir çiftle de muhabbet ederek bizzat durumu yerinde gözlemlemiş olduk. ;) 


Lindos şehri, Rodos merkeze yaklaşık bir saat uzaklıkta.  Bir Akropol'ü, Kale'si, bir sürü arkeolojik buluntusu olan minik bir tarihi kent. Kale en tepede ve dilerseniz eşeklerle çıkabiliyorsunuz. Biz sadece öğleden sonra saat üç gibi hava bulutlanınca şehrin sokaklarında, yamaçlara kurulmuş beyaz, az katlı evlerinin arasında bir tur atmak üzere daha minik çaplı bir tırmanış gerçekleştirdik.  Genelde zamanımızı nefis bir rengi olan, tertemiz, pırıl pırıl dibi beyazımsı kum olan denizinde (adı Main Beach olarak geçen plajlarda) geçirdik. Burası da çok huzurlu, çok sevdiğimiz yerlerden biri oldu. 


Rodos'ta gördüğümüz ve zaman geçirdiğimiz plajlar bunlar oldu. Plajlar için her gün arabaya binip 30 ilâ 50 dk. yol gitmek benim pek bayıldığım bir şey olmasa da Rodos'a "ada hayatı yaşamaya geldim" gözüyle pek bakmamak gerekiyormuş, gördük. Burası gerçekten kocaman bir şehir. Kaş ve Meis'ten sonra bu durum beni ilk gün biraz bunaltsa da sonra alternatif bolluğu, doğasının güzelliği ve plajlardaki sakin ve bakir hayatı görür görmez Rodos'u da çok sevdim. Hele yıllardan sonra yeniden Yunan yemekleri ve uzoyla buluşunca kendimden geçtim diyebilirim. 

Zaten sırada yemekler var. Hazır mısınız? ;)



Rodos: Genel Notlar ve Old Town

Meis Adası'ndan Rodos'a Pazartesi ve Cuma günleri saat 11.00'de Blue Star Ferries'in dev gemisi kalkıyor. Hatta sahildeki kafelerden birinde geminin gelmesini beklerken ben yine "ya başka bir iskeleden kalkıyorsa, ya kaçırırsak" falan gibi adanın genel huzurlu ve sakin temposuna uymayan şehirli bir telaş içinde kurtlanmaya başladığımda kafenin sahibi "merak etmeyin, kaçırmanıza imkan yok, geldiğini bütün ada görüyor zaten" dedi. Doğruymuş! 11.00 gibi düdüğünü duyarak başımızı çevirdiğimizde adanın konuşlandığı koyun girişini olduğu gibi kapatarak limana yaklaşan devi gördük. Ve yaklaşık 3,5 saat sürecek olan gemi yolculuğumuz için kendimize güzel bir yer bulup kitaplarımız ve iPad'lerimizle habitatımızı oluşturduk. Ben çoğu zaman dışarıda, gölge köşemde; İso'cum da çoğu zaman içeride benim nefret ettiğim ama ofisinden 19 dereceye alışkın olduğu için bayıldığı klimalı salonda ; ara sıra ortak noktalarda buluşarak yolculuğumuzu tamamladık. (Tek yön fiyat, kişi başı 21.50 Euro)


Cumartesi akşamına kadar Rodos'ta olacağız ve burası büyük bir ada. Dolayısıyla önce otele bavulları bırakıp, daha sonra bundan sonraki dört gün boyunca bizi sahillere götürecek arabamızı kiralamamız gerekecek. Otel olarak Best Western Plaza'da kaldık. Özellikle önermem. Odaları ve yeri iyiydi ama kahvaltısının vasatlığı ve çalışanlarının her anlamdaki ilgisizliği ve uyuz tavırları beni her an "hanfendi çizgimden" saptırabilirdi! ;) Ama siz de otel seçerken yer olarak hem limana hem Old Town'a yakın olan, restoranlar ve mağazaların bolca bulunduğu bu canlı bölgede kalabilirsiniz. Zaten Batı yakasındaki daha büyük ve resort mantığındaki oteller dışında en çok otelin de burada olduğunu göreceksiniz. Ama bu adada rüzgarıyla meşhur Batı kıyılarından uzak durun; burada huzur Doğu'dan yükseliyor gerçekten (plajlardan bahsederken fotoğraflarla açıklayacağım). ;) 

Gelelim araç kiralama bilgilerine. Şehrin her yerinde araba ve motosiklet kiralayabileceğiniz bir sürü acente göreceksiniz. Bunlardan birinden minik bir şehir arabası kiralamanız çok işinize yarayacaktır. Plajlara giden otobüsler falan var elbette, ama her gün 30-60 dakika mesafedeki plajlara eliniz kolunuz plaj çantaları, havlular, deniz gözlükleri, ayakkabıları, vs ile dolu bir şekilde gideceğinizi düşünürseniz arabanın büyük kolaylık olacağını da tahmin edebilirsiniz. Plajlarda ücretsiz park yerleri bol miktarda var. Şehir içinde park sorunlu olabilir ancak biz otelimize çok yakın olan Eurocars'dan araç kiraladık ve onlar istediğiniz zaman getirip bizim bu sokakta ayırdığımız yerlere park edebilirsiniz dedikleri için sorun yaşamadık. Giderseniz Yiannis'e ve minik gangster Smart'ımıza bizden selam söyleyin. ;)


Rodos'taki beş gün için planımız şöyleydi: dört gün yine dolu dolu yaz tatiline devam ederek plajlarda geçireceğiz; akşamına Marmaris'e geçeceğimiz son gün Cumartesi'yi ise tarih turuna ayıracağız. Gördükten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki Old Town'da yani şehrin tarihi simgelerinin toplandığı Eski Şehir'de bir gün geçirmek gayet yeterli. Tamamını yürüyerek gezebileceğiniz bu bölgenin görülmesi gereken en önemli durağı The Palace of the Grand Master of Knights. Erken Bizans dönemi hisarı olarak 7. yy sonlarında inşa edilen bu kale, Bizanslılar ve St. John Şövalyeleri'nin hüküm sürdüğü 1309-1522 yılları boyunca adanın yönetim merkezi olmaya devam etmiş. 1522'de Kanuni'nin Ada'yı ele geçirmesiyle birlikte Oniki Adalar'ın bu en büyük adası yaklaşık 400 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmış. Bu arada Osmanlı döneminde bu yapı zindan olarak kullanılmış. Kaleyi kişi başı 6 Euro karşılığında gezebiliyorsunuz. 


Kalenin içinde Rodos'un Antik dönemlerden Osmanlılar tarafından ele geçirilişine kadar olan süreye kadar olan zaman dilimindeki yaşam tarzı, ekonomi, kültür-sanat, askeri yapılanma ve pek çok alana dair bilgiler edinebileceğiniz heykeller, objeler, kalıntılar, vs bulunuyor. Ayrıca pek çok idari ve özel salon göreceksiniz. Hepsi içindeki favorim çoğu Kos'tan getirilmiş olan yer mozaikleri oldu desem. Hele bir de o harika taş duvarlarla ve bronz avizelerle birleşince her girdiğim salonu şöyle sıcacık bir dağ evi misali dekore etmeden duramadım zihnimde. :P


Buradan çıktıktan sonra Rodos'taki birçok camiden en büyük ve en önemlisi olan ve Kanuni döneminde yaptırılan Süleyman Camii'ni görüyoruz. İçi gezilmiyor ve cemaat olmadığı için bayramlar dışında ibadete de açık olmadığını öğreniyoruz. 


Hemen karşısındaki 1793 yılından kalma Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi'ne de bir göz atın derim. Kapılarının ve avlusunun güzelliği, içindeki el yazmaları ve her dönemde halkın eğitimine önem veren insanların varlığı karşısında mutluluk duyacaksınız. Servet sahibi Hafız Ahmet Ağa doğduğu yer olan Rodos'a bir şeyler yapmak isteyerek bu Müslüman-Türk kütüphanesini kurmuş. Zamanında 1995 kitapla oluşturduğu bu kütüphanede şu an 1256 kitap bulunmaktaymış. Bu bir eşi daha olmayan el yazmalarının yıllar içindeki meçhul kayboluşları ise işin üzücü tarafı. 


Bizim Old Town duraklarımız bunlar oldu, siz biraz daha tarih-kültür turu yapmak isterseniz çok yakınlarda bir de Arkeoloji Müzesi olduğunu unutmayın. Sonrasında işin daha keyifli olan kısmına daldık. Eski şehrin minik ara sokaklarında dolaştık, mağazalara baktık ve ufak tefek alışveriş yaptık (klasik yaz şapkama veda ettim bu sene; gelecek sezon Rodos hatırası yeni şapkamla karşınızda olacağım, güzel mi? ;) ), meydanları dolaştık ve önümüzden geçip giden insanlara bakarak oturabileceğimiz minik kafelerde buz gibi bira molası verdik. 



Dönüşte de sahilden yürüyerek Mandraki Limanı'nın önünden geçip otele bavullarımızı almaya gittik (tarih turunu son güne bırakmıştık çünkü; yaz gezilerinde öncelikler değişiyor: önce plajlar! ;) ). Burada bir zamanlar yer alan ve dünyanın yedi harikasından biri olan 32 metre yüksekliğindeki Rodos Heykeli'nin ayaklarının olduğu noktalarda duran geyik heykelli sütunları, yel değirmenlerini ve kiliseyi gördük ve sonra aynı yollardan taksiyle dönerek kendimizi Yeşil Marmaris Katamaran'ı için pasaport kuyruğunda bulduk. 


Ama yazılar bitmiyor elbette. Şimdi plaj çantalarınızı hazırlayabilir, güneş kremlerinizi sürebilirsiniz. Çünkü Rodos'un birbirinden güzel plajları bizleri bekliyor.;)

İyi hafta sonları!

Meis Adası'nda Bir Gün

7 Eylül Pazar sabahı dolu dolu sekiz gün geçirdiğimiz ama yine de yetti diyemediğimiz Kaş'a veda ediyoruz. Her gün saat 10.00'da kalkan ve yaklaşık 20 dakika sonra Meis Adası'nda olan teknelerden Meis Express'e ait olanına biniyoruz. Üst katındaki armutlara yayılarak önce Kaş'a hoşça kalmasını söyleyerek el sallıyoruz. 


Sonra ise Meis'e (ya da Katellorizo'ya ya da Megisti'ye; adanın farklı isimleri bunlar, seçin beğenin alın) "biz geldiiik" diye el sallama sırası geliyor. O kadar yıldır Kaş'a gelir gideriz ama bu miniminnacık ve şirin ötesi adaya daha önce hiç gelmemiştik. O kadar küçük ki, zaten tekneden inmeden önce adanın yerleşim olan her yerini görmüş oluyorsunuz diyebilirim! Adanın tamamı kıyı boyunca uzanan ve çoğu otel, pansiyon ve restoran olan rengarenk, az katlı binalardan oluşuyor. Hadi bir sıra da içeride uzanan evler olsun, işte o kadar! Yılın sekiz ayını adada geçiren bir kadından yaz kış burada yaşayan ada yerlisi sayısının 150 civarında olduğunu öğrenince şoka giriyoruz.  "Gerçi artık arttı sayı; sağlık hizmetleri, askerler, liman görevlileriyle falan birlikte sürekli yerleşik 400 kişiyi buluyoruz," diyor. Buyrun size huzurun resminin yapılmışı! Bizim yanımızdaki sitede ada halkından fazla insan yaşıyor, sevgili okur. Sonra İmge neden içiyor? :P


Odamızı Internet üzerinden Monika ve Damien'a ait Caretta Pansiyon'dan ayırtmıştık. Bizi bulmak için tekneden indikten sonra Olive Garden'a gelin, biz sizi odaya götürürüz, demişlerdi e-mail'de. Gider gitmez bizi sahile beş dakika bile mesafede olmayan pansiyonlarındaki kocaman odamıza götürdüler. Burası bana Bozcaada'da kaldığımız Amaranda Ada Evi'ni hatırlattı. Ada evleri hep böyle ruhlu, şirin ötesi olmak zorunda diye bilmediğim bir kural mı var acaba? Odaya yerleştikten sonra (girer girmez nasıl da dağılmışız, utandım ayol!Olive Garden'ın serin bahçesinde buz gibi bir Mythos molası verdikten sonra sıra sea taxi ayarlamaya geldi.


Sahil boyunca motorlu kayıkla günlük ulaşımları sağlayan pek çok kaptan göreceksiniz, ama kaldığımız pansiyonun sahibi Damien bize Kaptan Antonis'i bulmamızı, onun "safe and caring" olduğunu söyledi. Biz de Blue Cave'i (Mavi Mağara) görene kadar onun bu uyarısının ne anlama geldiğini anlamamış olsak da sözünü dinleyip huysuz ve tatlı adam Antonis'i bulduk. İlk durağımız olan Blue Cave'e yaklaşık 15 dakika denizde roller coaster tadında, bol rüzgarlı, bol su sıçramalı, bol hoplamalı zıplamalı bir yolculukla ulaştıktan sonra Antonis toplam altı kişi olan biz yolcularına dümdüz, elimize kolumuza hakim olarak yere yatmamızı söyledi. 

Evet, doğru tahmin ettiniz: Kayaların arasındaki şu minicik oyuktan içeri gireceğiz motorlu kayıkla! Öyle zırt diye geçip gidemiyorsunuz haliyle. Suyun alçalmasını ve yükselmesini takip ederek, alçaldığında bir anda kendi de tamamen eğilip hızı artırarak bizi büyülü bir ortama soktu Kaptan Antonis. İçerinin ferahlığını, mağara tavanının yüksekliğini, denizin renginin güzelliğini görünce de pek bir rahatlama çöktü hepimize. İşte o rahatlamayla artık fotoğraf makinelerini nasıl verip de Kaptan'a atladıysak, kıh kıh!  ;) Çok değişik bir deneyimdi, denemenizi mutlaka öneririm.  


Oradan çıktıktan sonraki durağımız St. George Adası'nda yer alan Aya Yorgi koyu. Tüm gün yayılacağımız ve akşamüstü kapanış saatinde Kaptan Antonis'in gelip bizi alacağı yer burası. Denizi pırıl pırıl, güneşlenme alanları düzgün ve bize çok methedilen yerlerden biri olmasına rağmen buranın favori denizlerim sıralamasına üst sıralardan giriş yapamadığını söylemeliyim. Çünkü çok sığ! Yer yer kayalara falan değecek kadar sığ ve ıpılık bir deniz. Kayalar, deniz canlıları falan olacaksa derin deniz olsun isterim ben. Onlara aşağıya doğru bir selam çakıp devam edeyim yoluma isterim. Burada aşağıya el sallarken  kayaya çarpabilirsin bazı yerlerde, o derece hani. Olsun, yine de daha az deniz, daha bol kitap&frappe&bira kombinasyonuyla keyifli saatler geçirdik burada da. (Bu arada buraya ve Blue Cave'e gidiş-geliş kişi başı toplam 15 Euro tuttu.)  


Odamızda biraz kendimize geldikten sonra akşam üstü biraları için sahile, oradan da Dilara'dan aldığımız tavsiye doğrultusunda Old Story... Old Time adlı restorana gittik. Salaş balıkçı havasındaki bu restoranda deniz kıyısındaki masamıza kurulup cheese saganaki (üstte ortada gördüğünüz kızarmış dilim peynir), Symi karidesi (çerez niyetine, kabuğuyla falan çıtlatmalık), ahtapot güveç, nohut köfte (pek büyükmüş porsiyonu!) ve tabi ki uzomuzu söyledik. Yunan müziklerini duyup da Plomari'den bir yudum alır almaz yaklaşık 14 yıl önce birlikte Yunanistan turu yaptığımız arkadaşlarımız ve o keyifli tur geldi aklımıza, kulaklarını çınlattık. Belli bir koku, tat ya da müziğin sana hissettirdiklerinin beyinde nasıl kodlandığını, sonradan başka deneyimlerle nasıl eşleştiğini falan konuşarak başladığımız gecede çenemiz o kadar durmak bilmedi ki tek bir minik uzo da haliyle yetmedi. 


Eh, adadaki sakin ve huzurlu hayatta da her şeyi gördükten sonra da sana bol bol zaman kaldığından ve görev başında olmadığımızdan dolayı (:P) pek bol içmişiz o gece. Çakırkeyif kafayla, şarkılar söyleyerek pansiyona gidiş videom bile var İso'nun kayıtlarında; neyse ki ada sokakları karanlık, montaj der geçerim birinin eline düşerse! ;) Tabi her limitsiz içki gecesinin bir de Alka sabahı olduğunu biliyoruz bunca yıllık deneyimlerimize dayanarak. Olsun, ertesi sabah 11.00'de Rodos gemisine binip 3,5 saat gemi yolculuğu yapacağız. Kendime kıvrılıp, biraz kestirecek bir köşe bulurum herhalde koca gemide, sefam olsun! 


Ben rengarenk görüntüleriyle ruhumuzu şenlendiren, çıt çıkmayan sessizliğinde huzur bulduğumuz, nefis yemekleriyle midemizi el üstünde tutan, sıcak ve misafirperver esnafıyla gerçekten komşuda olduğumuzu hissettiğimiz bu küçük dev adayı çok sevdim. Eğer bizim gibi bir gece konaklamalı değil de Kaş'tan günübirlik gidecekseniz Çarşamba gününü tercih edin derim. 10.00'da gidip 16.00'da dönmek yerine gece feribotuyla dönebilir, dolayısıyla hem sahillerin hem de 23.00'e kadar ada restoranlarının tadını doyasıya çıkarabilirsiniz. Çıkarın da... 

KAŞ = AŞK (2014)

Bu sene de aşkımız Kaşımız ile buluştuk. Ağustos ayı boyunca İstanbul'u bekledik ama kapanış tatiliyle durumu nefis telafi edebildik doğrusu. Ayrıca Ağustos'ta her yerin kabus bir sıcağa ve kalabalığa sahip olduğu düşünülürse bundan sonra da İstanbul'da geçirmeyi tercih edebiliriz gibi görünüyor. Çünkü Eylül gerçekten yaz tatili için en ideal zaman bence. Gürültücü kalabalıkların azaldığı, denizin sıcacık olduğu, havanın akşamları klimasız yatılacak kıvama geldiği, püfür püfür esen ama üstüne bir şey almadan da askılı elbisenle oturabileceğin güzellikte olduğu, restoranlara rezervasyon yaptırmadan da gidebildiğin, harika bir ay Eylül. 

Bu kez İso'cumun itirazlarına rağmen benim ısrarımla Kaş merkezde kaldık ve dönerken o da merkezde olmanın çok daha keyifli olabileceğini kabul etti. Dolayısıyla deniz için bir gün hariç her gün Küçükçakıl'ı tercih ettik. Orada da bir gün hariç her gün Çınarlar'daki ağaç gölgeli, ful manzaralı, okazyon (;)) yerimize kurulduk. Bu sene Derya Beach yerine Çınarlar'ı tercih etmemizin nedenlerine gelince: birincisi sessizliğinin çok daha iyi olması (Derya giderek daha piyasa görünmeye başladı gözüme, yaşlanıyor da olabilirim), kocaman yeşil şemsiyeleri, konumu ve ağaç alanlarıyla koyu gölgesinin daha iyi olması (yaşlanıyor olabilirim), Lynchburg Lemonade'inden, köftelerine, tatlı saatlerine kadar her türlü yemek ve içkinin daha lezzetli ve servisinin daha iyi olması (Vedat Milor olma yolunda ilerliyor olabilirim ;)), servis elemanlarının yediden yetmişe efendi olması (al sana işte, elitist (!) olmuşum görüyor musun; selam veren, gülümseyen, düzgün Türkçeyle konuşan, hal hatır soran servis elemanlarının olduğu yeri tercih ediyorum utanmadan). 


Bu sene diğer senelerden farklı olarak bir günümüzü de Büyükçakıl plajına ayırdık. Burası da nefis bir koy. Adı üstünde büyük çakıl taşlarından oluşan bir plajı var, o yüzden deniz ayakkabısı giymenizi kesinlikle öneririm. Süssüz püssüz, kır restoranı tadında bir tesisi var. Şezlong, şemsiye, duş ve sessizlik arıyorsanız deneyebilirsiniz. İstekleriniz bu kadar sade olmalı. Buraya bir gün daha ayırmak istemiştik, ama öğleden sonrasını görünce "biz yine Çınarlar'dan şaşmayalım," dedik. Çünkü öğleden sonra denizden esen rüzgar, burada çok daha etkili olabiliyor. Ne şemsiye yerinde duruyor, ne kitap okuyabiliyorsunuz, saçım başım bira şişem şapkam derken nereye yetişeceğinizi şaşırabiliyorsunuz. Tatil stresleri işte. ;P Ama o saatleri de kıyıda sizi adeta yerinizden zıplatan dalgalara karşı oturarak, çocuklar gibi şen geçirebilirsiniz. ;) Rüzgarı görünce değişti, sabah başladığı gibi getiremedi akşamı ama yine de çok sevdik burayı da... Doğayla bütünleşmek için nefis bir koy... Üstelik Küçükçakıl'a 15 dakika yürüme mesafesinde, aklınızda olsun.


Kaş'ta günbatımlarının tadını çıkarmamak düşünülemez! Günbatımı izlemek için çoğunlukla durağımız bir Kaş klasiği olan Dejavu oldu. Ama bazen Çınarlar'daki şezlongumuzdan iki yana kayarak benzerini izlemeyi tercih ettiğimiz de oldu. Bu arada günbatımlarımız biraz Bomonti reklamı tadında olmuş sanki, ne dersiniz? ;)


Bizim için Dejavu kadar klasik iki Kaş durağından da burada bir kez daha bahsetmezsem olmaz. Her gidişte değişmediklerini görmek ve birkaç kez uğramadan dönmemek ise paha biçilemez. Bunlardan biri Mavi'nin önündeki midye dolmacı delikanlıdan defalarca midye dolma yemek (kardeşi buzlu badem satan, ikisi de birbirinden efendi gençler; bu sene eklenen küçük çocuk değil.). İkincisi ise geceleri yemek sonrası kapanışı Hideaway'in nefis kokteylleriyle yapmak. Aynı karede pek harika durmadılar sanırım. :/ Ama ayrı ayrı harikalar, emin olun!



Bu sene Kaş'taki lezzet duraklarımız arasında en favori ikisi Meymeze Bay Uygar ve Bahçe Restaurant oldu. Bahçe Restaurant (Bahçe Balık değil; sahipleri aynı aileden olsa da) zaten yılların Bahçe'si. Anlatmaya çok da gerek yok. Yıllardır var olmasının sebebini lezzetli ve doyurucu porsiyonlara sahip harika mezelerine, taptaze deniz ürünlerine, güleryüzlü hizmetine, şirin mi şirin bahçesine borçlu olmalı. Ve ününü sonuna kadar hak ediyor. Yeni yerler deneyelim diye son gelişlerimizde pas geçtiğimiz bu güzel restoranın nefis lezzetlerini yıllar sonra hatırlamak çok iyi geldi midemize.


Ama elbette yeni yerler denemeden de olmaz. Bu sene en çok duyduğumuz iki isimden biri olan Meymeze Bay Uygar'ı ve beğendi yatağında hüpletilmeyi bekleyen ahtapotunu denemeden hiç olmazdı. (Çok tavsiye edilen diğer restoran ise Zaika'ydı ama kebap ağırlıklı yemekleri olduğu için yaz sıcağında denemek içimizden gelmedi.) Meymeze sadece mezeleri ve yemekleriyle değil, arka fonda çalan Zeki Mürenler, Tanju Okanlar, dev ekrandan akan eski Türk filmi görüntüleri ve diyalogları, çok ilgili ve çıtıpıtı kadın servis elemanları ile sizi kesinlikle mest edecek bir yer. Hem midenize hem ruhunuza dokunacak bu mekanı denemeden dönmeyin.


Bunlar dışında geçen sene deneyip bayıldığımız Retro Bistro'ya da uğradık. Hamburgeri ve makarnaları bıraktığımız gibi duruyor, yine harikaydı. Bu kez geçen sefer deneyemediğimiz ve aklımızda kalan patlıcalı creme brulee'yi de denedik. Patlıcan ne alaka demeyin, yok böyle bir lezzet!


Yine geçen sene deneyip bayıldığımız Sumanu Şarap Evi'ne iki kez uğradık. Biri akşam tatlı kapanış niyetine nefis tatlı şaraplarından içmek için; biri de bir akşamı şarap-peynire ayırdığımız için. Sumanu'nun lezzetine bayıldığımız Küp marka nar, karadut ve böğürtlen şaraplarını Cihangir'deki kocaman içki marketinde de bulabileceğimizi öğrendik sahibesinden ve daha bir mutlu olduk. (Sanırım La Cave'den bahsediyorlar, Google'dan bulunan adres burada da bir köşede bulunsun.;)) Değişmeyen yerlerden biri daha işte burası da. Güleryüzlü üç harika kadın, kadın eli değmiş bir bahçe, mezeler ve müzikler, huzurlu bir sohbet mekanı. Çok seviyorum burayı da... Ömer Hayyam'ın ruhunun bizi izlediğini ve şarabın güzelleştirdiğini düşündüğüm yerlerden biri. ;)


Defalarca denenip onaylanmış klasik yerlerden Bi Lokma'ya da uğrandı elbet. Önden bi yaprak sarma, üstüne de bi lokma bölüşüldü itinayla. ;)

Kaş değişmeyen güzelliklerin, kalitenin ve lezzetlerin yeri bana göre. Bazı rutinlerin dünyanın en güzel şeyi olabileceğini hatırlatıyor bana. Yüzüme makyaj değmeden, plaj terliğimle ve şortumla da meyhane keyfi yapabildiğim ya da kokteyl içmeye gittiğim bir yer. Üstelik bunları arabaya binmeden, trafik çekmeden, piyasa yapmaya çıkmış kalabalıklara girmeden, kazıklanmadan yapabilmek paha biçilemez. O yüzden hep değişik bir yer denemek isteyen ben bile hiç sıkılmadan her sene -keşke defalarca olabilse- yaz tatili için Kaş'ı tercih ediyorum.

Seneye yine görüşebilmek, sadece kalbimizin değil aynı zamanda bir ayağımızın da hep sende olabilmesi dileğiyle dileğiyle güzeller güzeli Kaş