Hard Rock Cafe Istanbul Birinci Yaşına Giriyor!

Madem işin ucunda seyahat ödülü var, okurlarımı haberdar edeyim dedim. Ben o tarihte buralarda olmayacağım için doğum günü partisini kaçıracağım. Ama siz gidin ve hem Moğollar'ın tadını çıkarın hem de şu seyahat ödülünü kapın olur mu? ;)



Basın Bülteni:

Hard Rock Cafe Istanbul Birinci Yaşına Giriyor!

“Birinci Yıldönümümüzde Hediyeler Bizden”

Dünyanın çoğu ülkesinde önemli bir yer edinmiş olan Hard Rock Cafe, İstanbullular ile buluşalı 1 yıl oldu. Geçtiğimiz yıl 29 Aralık’ta kapılarını açan Hard Rock Cafe, sevenlerine ilk yıllarında kendilerine göstermiş oldukları ilgi için teşekkür etmek amacı ile Viyana, Budapeşte ve Prag’a seyahat fırsatı sunuyor. 1 şanslı çiftin seyahat kazanacağı gecede şansınızı denemek için yapmanız gereken tek şey ise 29 Aralık’ta Cafe’yi ziyaret edip yıl dönümü kutlamasına katılmak.

Peki Yıldönümünde Kiminle Eğleneceğiz?

29 Aralık 2014 akşamı 22:00’da Anadolu Rock müziğinin ilk akla gelen gruplarından Moğollar sahne alacak. 45 yıldır müzik hayatına devam eden grup, Hard Rock Cafe Istanbul’da efsane şarkıları ile hayranlarıyla buluşacak ve Viyana, Budapeşte ve Prag’a gidecek şanslı isimlerin açıklanmasına katkıda bulunacak.

Detaylar:

Etkinlik: Hard Rock Cafe Istanbul 1. Yıldönümü Kutlaması
Konser: Moğollar
Tarih: 29 Aralık 2014
Saat: 22:00

İyi ki doğdun Hard Rock Cafe İstanbul.

Can Bonomo ile Rocco'lu Ev Oturmasına Bu Blogdan Katılabilirsiniz!

Her zaman genç, renkli, eğlenceli ve dinamik olanların tercihi Rocco’dan Can Bonomo hayranlarına büyük sürpriz! Ev konserleri konseptiyle, canlı olarak online yayınlanacak olan “Can Bonomo ile Rocco’lu Ev Oturması”, Can Bonomo hayranlarını müziğe doyuracak…

Sıcacık ev ortamında eğlence ve müzik dolu dakikalar sunacak olan Can Bonomo ile “Rocco’lu Ev Oturması” konserlerinin ilki 28 Aralık günü saat 20:30’da gerçekleşecek. Bu benzersiz konser serisine katılmak isteyen Can Bonomo hayranlarının tek yapması gereken ise Rocco’nun Twitter, Facebook, izlesene.com ve Vine hesaplarında gerçekleşecek yarışmaları kazanmak olacak.



Can Bonomo’nun, doğal ev ortamında gerçekleştirdiği ve canlı olarak benim blogumda da izleyebileceğiniz bu konserler için sizleri bol sürprizli ve eğlenceli yarışmalar bekliyor. Can Bonomo hayranları Facebook, Twitter, izlesene.com ve Vine kanallarından duyurumu yapılacak yarışmalara katılarak ev konserlerine katılma şansına sahip olacaklar.  Son konser ise yine bu yarışmaları kazanan bir talihlinin evinde gerçekleşecek. Rocco’nun renkli ve eğlenceli dünyası, gençlerin, yeni ve yaratıcı paylaşımlarıyla daha da renklenecek, Can Bonomo’yla ev oturmaları herkese keyif verecek. “Rocco’lu Ev Oturması” konserleri serisinde Can Bonomo’nun eşsiz performanslarına canlı tanıklık edemeyecek hayranları içinse tüm konserler Rocco’nun izlesene.comFacebook hesapları ve de benim blogum üzerinden online olarak canlı yayınlanacak.



28 Aralık Pazar günü saat 20:30’da aşağıdaki ekranda konseri canlı olarak izlemek için burada buluşalım!

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Sesim Neden Çıkmıyor? ;)

Yoğun çeviri, yılbaşı programı planlamaları, annem İstanbul'da, işler-güçler, gezmeler-tozmalar derken bir müddet bloga ara. Ama artık Facebook sayfası, Twitter ve Instagram olduğuna göre bu aralar tam da ara sayılmaz. Sadece bir süreliğine mecra değiştiriyorum, az ve öze yöneliyorum diyelim. Gördüklerimi, yaptıklarımı oralardan paylaşmaya devam edeceğim. Elim biraz kolayladığında da detaylı yazılarıma döneceğim, onlarsız olmaz. ;)


Amasra Notları

Yörük Köyü'nden sonra yaklaşık 1,5 saat içinde Amasra'da oluyoruz. Burada ilk önce şehre tepeden bakıp Fatih Sultan Mehmet'in de lalasıyla birlikte buraya ilk geldiğinde "Lala, lala, çeşm-i cihan (dünyanın gözü) bu mu ola?" diyerek şehrin güzelliğine hayran kaldığı Bakacak Tepesi'nde kısa bir mola veriyoruz. Hava sisli olduğu için tepede bakacak hiçbir şey göremiyor, "neyse artık Google'dan bakarız" diyerek dönüyoruz. Yani anlayacağınız hayaller soldaki Google görsellerden alınmış fotoğraf, gerçekler ise sağdaki benim fotoğrafım oluyor. :P


Olsun, moral bozmak yok. Kara kış vakti yollara düşüyorsan capcanlı mavilerle, yeşillerle değil puslu grilerle karşılaşmayı göze almış olman lazım ey gezgin! Şehir merkezine gelir gelmez meydanda Fatih Sultan Mehmet ve lalasının heykelini göreceksiniz. Kale içindeki sokaklara daldığınızda ise Fatih Cami sizleri bekliyor. Burası 9. yüzyılda bir Bizans kilisesi iken 1460'da Fatih'in fethinden sonra camiye çevrilmiş. 


13. yüzyılda Cenevizlilerin hakimiyetinde olan bu güzel sahil şehrinde kale içinde gezinirken Cenevizlilere ait izlere rastlıyorsunuz (bkz. sağdaki kapının üstündeki semboller). Fatih'in Bakacak Tepesi'nden bakıp şehre nasıl bayıldığından bahsetmiştim ya hani. İşte onun üzerine demiş ki: "Bu güzel şehre zarar vermek istemem. Savaşarak almayayım burayı, siz paşa paşa kalenin anahtarını bir zahmet getiriverin bana." Ve geliş o geliş işte. Alt sıradaki fotoğraflarda da tarihi Roma dönemine dayanan ve 8. ve 9. yüzyılda Bizanslılar döneminde onarım gören Kemere Köprüsü'nü görebilirsiniz.  


Elbette Amasra ile birlikte anılan önemli isimlerden biri de çok genç yaşta, Bodrum'da bir trafik kazasında -hem de doğum gününde- hayatını kaybeden rockçı Barış Akarsu. Deniz kıyısında bir parkta elinde gitarıyla sizleri karşılıyor. Heykeltıraş ise Tankut Öktem. Ne kötü bir tesadüf ki onu da İstanbul'da üzücü bir trafik kazasında kaybetmiştik. Bu heykel Barış'ın ölümüne çok üzülen sanatçının Amasra halkına içinden gelerek yaptığı bir anı hediye niteliğindeymiş. Her ikisi de nur içinde yatsınlar. 


Sisin izin verdiği kadar manzaralar aşağıda. Burayı bahar ve yaz aylarında hayal edebiliyorum. Capcanlı renklerin yakışacağını tahmin ettiğim, çok şirin bir sahil ilçesi. Deniz görmek isteyen Ankaralılarla dolup taşıyormuş yaz aylarında - ki çok mantıklı, çünkü Ankara'ya çok yakın. Limana ve şehir merkezindeki sahile tepeden ve deniz seviyesinden bakınca gördüklerim aşağıda. Sahil boyunca sıralanan balık lokantalarını görüyorsunuz değil mi? Kısaca cennet de diyebiliriz. ;) 


Biz turdan ayrılarak buradaki balık lokantaları içinde -Dido'nun tavsiyesi üzerine- Canlı Balık'a (Mustafa Amca'nın Yeri) gidiyoruz ve gerçekten çok memnun kalıyoruz. Amasra'da balık kadar baş rolde olan bir şey de salata. İçinde bazen kırk çeşit malzeme olabiliyormuş salatanın. Ve şu an aklıma gelince bile ağzım sulanıyor diyebilirim. Karadeniz mezgiti ve barbun karışık söylüyoruz. Un ve mısır unu karışımına bulanarak kızartılmış balıklar taptaze, çıtır çıtır. Garsonlar ilgililer. Ortam ferah ve tertemiz. Denizin dibinde, buz gibi havada sıcacık kaloriferin yanındaki masalardan birine kurulup, birer de kadeh rakımızı tokuşturunca mutluluğun resmini kulaklarımıza varan ağızlarımızla çizmiş oluyoruz. ;) (Bu arada benim için balığın vücudumdaki serotonin üretimine etkisi kesinlikle çikolatadan kat kat fazla! Ölçmek isteyen bilim insanı olursa bu rakamlarla da kanıtlayabilirim. ;) )  Üstüne de tabi ki sıcak helva, balığın olmazsa olmazı olarak sofraya geliyor. Bence yolunuz Amasra'ya düşerse yemek molası için mutlaka gelmeniz gereken bir adres burası. 


Yemek sonrası biraz da çarşı içinde gezindikten sonra otobüsümüz bizi bekliyor. Yani altı saatlik yolculuk da bizi bekliyor. Işınlanmayı hâlâ keşfetmemiş olmamız büyük kayıp insanlık adına. Çünkü bazı yolları yaşamak da güzeldir evet, ama siste, karanlıkta, hiçbir şey görmeden yapılan yolculuklar yerine beni ışınlasanız evime de bir an önce kahvemin yanında aldığım lokumları yemeye başlasam, bilgisayara fotoğrafları yüklesem, yazılarımı yazmaya başlasam çok daha güzel olurdu doğrusu. ;) 

Neyse, sonuçta sağ ve salim ve köy peyniri, eriştesi, Safranbolu lokumu, yaban mersini, kuru üzüm, çörekotu, dağ kekiği, safran kolonyası vs gibi tüm ganimetlerimizle eksiksiz olarak evimize varıyoruz bu gezinin sonunda da. Ve ben rehaveti atar atmaz, yani ertesi gün, haritamın başına geçerek bir sonraki rotanın hayallerini kurmaya başlıyorum tabi. ;) 

Not: Gezinin tamamıyla ilgili tüm fotoğraflar ve fotoğrafları kolajlar içinde değil, tek tek görebilmek için buraya bakabilirsiniz.

Safranbolu - Yörük Köyü

30 Kasım Pazar günü sabah kahvaltısından sonra Safranbolu'dan Amasra'ya doğru yola çıkıyoruz. Ama öncesinde yaklaşık 15 dakikada ulaşacağımız Yörük Köyü'nü gezeceğiz. Burası adeta Safranbolu'nun köy versiyonu. Evler aynı tarzda yapılmış, taş sokakların her biri ayrı fotojenik, mimarideki ve köy düzenindeki saygılı yaklaşım yine dikkate değer.  Bir Bektaşi köyü olmasının da köylülerin hepsinin güler yüzlü, güzel konuşan ve güzel bakan insanlar olmasında etkisi olabilir. 

Köy sokaklarında yürürken bazı evlerin çatılarından geyik boynuzu sarktığını göreceksiniz. Bu boynuz o evde bir avcının yaşadığını gösteriyor, aynı zamanda evi nazara karşı koruyormuş. Evlerin bir çoğunda kuşların evlerinin de düşünülmüş olduğunu görebilirsiniz (bkz. sağ fotoğraftaki Arapça yazılı -galiba Allah yazılıydı- taşın üstündeki delik). 


Leyla Gencer ve Cemil İpekçi'nin buralı olmasından dolayı hem sokak isimleri olarak adlarına rastlayabilir, hem de köyün ana meydanı olan Çökön Meydanı'nda Leyla Gencer'in büstünü görebilirsiniz. Çökön ismi de Yörük gruplarının buraya geldiklerinde ilk yerleştikleri, çadırlarını kurup, yaşamaya başladıkları yer olmasından (yani bir nevi buraya çökmelerinden ;) ) kaynaklanıyormuş. Bir köy pazarına denk gelmemiş olsak da köy evlerinin önündeki tezgahlarda satılan köy ürünlerine bayıldık.  Keşke yağmursuz bir günde gezebilseydik, çok daha güzel olurdu tabi. 


Şimdi köyün iki önemli durağına gidiyoruz, ama öncesinde kapılardaki ipler dikkatimizi çekiyor. Bunların anlamları varmış. Örneğin aşağıda alt sıranın ortasındaki gibi ip serbest şekilde aşağı sarkıyorsa "Evdeyiz efendim, buyurun bekleriz," anlamına gelirmiş. Yok altta solda olduğu gibi bağlanmamış ama iki kapı tokmağı arasından gevşekçe de olsa geçirilmişse "evde değilim, ama hemen döneceğim" ya da "yakınlardayım, hani komşuda falan olabilirim" demek oluyormuş. Ancak tamamen kilitliyse o zaman "uzaklara gittim, bir süre yokum" demekmiş. 


Şimdi görülmesi gereken ilk önemli durak olan Çamaşırhane'deyiz. 19.yy'da yapılmış olan bu yapıda ortadaki yuvarlak taşın etrafında köy kadınları toplanıp hep beraber sohbetler, dedikodular eşliğinde çamaşırlarını yıkarlarmış. Eğimli yapı ve aralardaki oluklar sayesinde kimsenin suyu birbirine karışmaz, herkesin kirli suyu da ortadaki delikten akar gidermiş. Oluklar arasındaki dilimlerin bazılarının dar bazılarının geniş olduğu dikkatinizi çekebilir. Dar olanlar zayıf, geniş olanlar ise kilolu hanımlar içinmiş, kıh kıh. ;) Dışarıdan bakıldığında içerinin görülmediği, ama pek çok yerden içeri hava giren bu yapının duvarlarındaki sekiler, çeşmeler ve kazanların kaynadığı bölümlerde işleri biten kadınlar çocuklarını yıkarlarmış. Hatta bazen kendilerinin de yıkandıkları olurmuş. Yani bir nevi hamam muhabbeti de oluyormuş iş bitiminde. Kadınların olduğu yerde eğlence eksik olmaz ayol.;)  


Gelelim köyün diğer önemli gezi durağı olan Sipahioğlu Konağı'na. Burası şu an biz bölümünde sekizinci kuşağın yaşadığı, geleneksel konak yaşamını görebileceğiniz en güzel örneklerden biri. Aileden biri evi size gezdirirken tavan ve duvar süslemelerinin anlamlarından da mutlaka bahsedecektir. Birçok yerde Arap harfleriyle Allah  yazılı olduğunu göreceksiniz. Bektaşi kültüründe var olan 12 imam ya da 3ler, 5ler, 7 ler, 40ları simgeleyen figürleri ancak bu kültürü bilen ve özümsemiş biri anlattığında anlayabilirsiniz zaten. Yoksa bakınca sadece beş tane karanfilin olduğu bir vazo ya da yedi gül resmi görürsünüz muhtemelen. İçerideki her bir detay çok orijinal, anlamlı ve güzel korunmuş.


Ana misafir odasının tavanı harika değil mi? Çevresindeki meyvelerin her birinin ayrı bir anlamı varmış. Sadece süs için değil örneğin biri bolluk-bereket, biri doğurganlık, biri başka bir şey anlamına geldiği için orada duruyorlarmış. Ortadaki gümüş ayna top ise odadaki herkesi içine alan bir güzellik. Hemen yanındaki kitaplıkta duran kitapların hepsi birkaç yüzyıllık, orijinal el yazması kitaplar.   


Yüzyıllardır bozulmadan güzelliğini ve özelliğini koruyan bu şirin köye de en az Safranbolu'nun kendisi kadar bayıldım desem yalan olmaz. Tarihi binaları ya da kazılarda çıkan eserleri yakıp yıkan ama eski dili zorla öğretip mezar taşı okutarak "ecdadına" saygı gösterdiğini zanneden zihniyetin, kültürün bir bütün olarak nasıl korunması gerektiği konusunda bu mini minnacık köyden kocaman bir ders alması gerek bana göre. Ya da boş verin, orada bir köy var uzakta bile demesinler, hiç bilmesinler, hiç bozmasınlar huzurunu bu güzel insanların, bu saygılı, paylaşımlı köy yaşamının.   

Sırada Amasra var. Yola devam!

Not: Gezinin tamamıyla ilgili tüm fotoğraflar ve fotoğrafları kolajlar içinde değil, tek tek görebilmek için buraya bakabilirsiniz.

Safranbolu Notları

Kasım ayının son hafta sonunu Safranbolu-Amasra gezisine ayırdık. Hem kış vakti olduğundan, hem uzaklığından, hem de maliyet avantajından dolayı turla gitmeye karar verdik. Ve doğru kararmış diye düşündük dönerken de. Çünkü yol gerçekten pek uzunmuş! Altı saatte Amasra'dan döndük. Arada siste ve yağmurda Yörük Köyü'ne ve Amasra'ya yapılan yolculuklar falan da bu kadar az günde ve tek şoför olarak zorlayıcı ve gereksiz olabilirdi. Ayrıca yapılacak aktivitelerin de limitli olduğu minik yerler buralar. Dolayısıyla birkaç saat içinde programını tamamlayabiliyorsun. Aman bir şey kaçırdım, diye dönmezsiniz bu mevsimde yani. 

İlk durağımız Safranbolu'yu tepeden izleyebileceğiniz Hıdırlık Tepesi. 17 Aralık 1994'ten bu yana UNESCO Dünya Mirasları Listesi'nde yer alan Safranbolu'da en görülesi şey, Osmanlı mimarisini yansıtan az katlı, ahşap panjurlu, o şirin evleri. Taş sokaklar ve bu evlerin bir aradaki uyumu ve çok güzel korunmuş olması çok hoşunuza gidecek. Beypazarı ve biraz da Ohrid'yi hatırlattı bana şehrin pek çok yeri. Ara sokaklarda yürümeden önce tepeden bakınca kentin iki önemli özelliğini de daha iyi görebiliyorsunuz: 1) Kanyonlardan oluşan yapısı (böylelikle kolay kolay sel baskını olmuyormuş). 2) Her evin birbirinin manzarasını kesmeyen, doğrudan önüne geçmeyen, saygılı yerleşimi. 


Yukarıdan gördüğümüz ve görmediğimiz pek çok yeri gezeceğiz. Sadece şu uzaklarda gördüğünüz ve şu an Kent Tarihi Müzesi olarak faaliyet gösteren kocaman sarı evi gezmedik. Beypazarı'ndaki Yaşayan Müze tarzı bir yer olduğu için en azından bir benzerini gördük diyerek orayı pas geçip sokaklarda ve çarşılarda kahve & lokum molalarıyla geçirdik günümüzü. Burası Eski Hükümet Konağı'ymış. Yakınlarında da Saat Kulesi bulunuyor. 

Safranbolu'da eski tip zanaatkarlığın hâlâ devam ettiğini göreceksiniz. Yemeniciler, demirciler, bakırcılar, minik terzi dükkanları, antikacısı, vs ile çok şirin bir çarşısı var. Ama en önemli alışveriş kalemleri lokum ve safran tabi ki. Lokum için adresiniz İmren Lokumları olmalı. Safran ve safrandan yapılan sabun, kolonya, krem, vs gibi pek çok kozmetik ürünü satan dükkanlar arasında da tercihiniz hemen ana meydandaki İmren Lokum'un yanındaki Safran Çiçeği ve Doğal Dükkan olsun. 


Şehirde gezilmesi gereken iki büyük camiden biri 1661'de yapılan Köprülü Mehmet Paşa Cami. Avlusunda bulunan ve mermer üzerindeki metal plakasına düşen gölgeler sayesinde zamanı gösteren güneş saatini görmeyi unutmayın. İkinci büyük cami ise 1796'da adı üstünde İzzet Paşa tarafından yaptırılan ve içinde İzzet Paşa'nın mezarının da bulunduğu İzzet Paşa Camisi


Köprülü Mehmet Paşa Camisi'nden çıkınca Yemeniciler Arastası'na girebilir, buradaki kahvede kömür ateşinde yapılan Türk kahvesinden içebilir, dükkanları gezebilirsiniz. Diğer camiden çıkınca da kendinizi Bakırcılar Arastası'nda bulacaksınız.  Ustaların ellerinden çıkmış nefis kapı kilitleri ve kapı tokmakları burada sizleri bekler. 


Ve elbette şehir gezilerinde en sevdiğim bölüm olan sokaklar arasında gezinmek burada daha da keyifli, çünkü Arnavut kaldırımı taşlar ve evler her döndüğünüz köşeyi harika bir fotoğraf karesine dönüştürüyor sizin için. 


Gelelim yine geleneksel hayatı anlatan bir müzeye dönüştürülmüş olan Kaymakamlar Evi'ne. İçeride konak hayatına dair fikir sahibi olabileceğiniz şekilde döşenmiş odalar ve canlandırmalarla anlatılmış çeşitli ortamlar sizi bekliyor. Örneğin bir kına gecesi eğlencesinde kızların olduğu oda ve erkeklerin yemek yediği oda; bebeğiyle birlikte büyük geline ayrılmış oda, misafir odası ve müstakbel kayınvalidelerin müstakbel gelinlerinin pasaklılığını ölçtükleri raflar (kadının en büyük düşmanı kadındır, yiyelim birbirimizi!) ya da aslında yemek servisi için kullanılan ama arada aşk mektuplarının transferi işine de yarayan dönmedolap gibi bölümler. "Ben senin ne dolaplar çevirdiğini bilirim," sözünün buradan çıktığı söyleniyor. ;) 


Sırada şu an otele dönüştürülmüş olan Cinci Han var. Burası aslında tarihi İpek Yolu üzerine kurulmuş irili ufaklı yüzlerce kervansaraydan biri. Cinci Hoca olarak bilinen Karabaşzade Hüseyin Efendi tarafından 1645 yılında yaptırılmış. 2004 yılından itibaren de aslına uygun restore edilip otel olarak işletilmeye başlanmış. İçeriyi gezebiliyorsunuz (ve gezin mutlaka). Ortasındaki avlu ve harika şehir manzaraları sunan seyir kulesi görülmeye değer. 


Şehir bitti sayılır. Buraya kendiniz geliyorsanız, bu eski şehrin ruhunu yaşamak için bir konakta kalmanız önerilir genelde. Biz de bireysel gelseydik öyle yapardık. Ancak turla geldiğimiz için Bağlar Saray Otel'de kaldık. Otelin yemeklerinden, kahvaltısından, oda büyüklüğünden ve temizliğinden de gayet memnun kaldık. Sadece bizim odanın kliması biraz problemliydi ve odalarda daha ruhlu ve Safranbolu'ya özgü bir dekorasyon olabilirdi diye düşünüyorum, ama bir (ya da birkaç) gece kalmak için gayet güzel bir oteldi. 

Son olarak bu müze kentte lokum dışında da bir şeyler yiyeceğiz değil mi, diye soranlara birkaç öneri. Yerel yemekler arasında mutlaka denemeniz gerekenler kuyu kebabı, bükme adı verilen bir çeşit pide, cevizli yayım denilen erişte, minnak boyutlarda yaprak sarması ve safranla renklendirilen zerde tatlısı. Şimdiden afiyet olsun.

Gezinin tamamıyla ilgili tüm fotoğraflar ve fotoğrafları kolajlar içinde değil, tek tek görebilmek için buraya bakabilirsiniz.

Hazırsanız bundan sonraki durağımız Yörük Köyü olacak. Haydi bakalım, yola devam! ;)

Ay Sarayı ve BLAM!

Bu aralar elde kitap süründürme zamanı. Çünkü çeviri programı da yoğun. Dolayısıyla aktivite çeşitliliği anlamında çeviriden arta kalan zamanları sosyalleşme ve sanatın görsel kısımlarına ayırıyor, daha az kitap okuyabiliyorum. Birkaç haftadır elimde gezinen Ay Sarayı da Paul Auster'ın herhalde en uzun sürede okuduğum kitabı olarak kayda geçecek böylece. Eski günlerime döneceğim Paul, bekle beni. ;)


Ay Sarayı yine bir sahaf tezgahından Paul Auster serimi tamamlamak için kaptığım parçalardan biri. Ama fiziksel anlamda pek nadide olmayanı, zira elimde dağılmadan bitirebildiğime sevindim. M.S.Fogg'un üniversiteden mezun olmasına rağmen çalışmamaya, yememeye içmemeye, bir nevi stand-by modunda gidebildiği yere kadar gitmeye karar verdiği yılları, ardından biraz toparlanıp huysuz, yaşlı ve sakat Bay Effing'in yanında çalıştığı yılları ve onun ölümünün ardından da Effing'in babasını hiç tanımamış oğlu ve sevgilisi Kitty ile geçirdiği ve kendi yaşamıyla da ilgili pek çok şeyi yıllar sonra da olsa açıklığa kavuşturduğu dönemi ele alıyor. Bu kez baş rolde Brooklyn yok ama "yok artık" dedirtecek rastlantılar var. Gerçi bu kadar süründürmeseydim iyiydi, çünkü özellikle son bölümlerde öyle rastlantılar, öyle çözülmeler var ki fazla kopmaya gelmiyor.  Yine de her zamanki gibi sevdim ben bu romanını da.

Baş karakter  Fogg'u ise harika tanımlayan Effing'in şu sözleri aklımda kalacak:

"Sen bir düşseversin evlat. Aklın ayda, görünüşe bakılırsa da hiçbir zaman oradan inmeyeceğe benzer. Hırsın yok, parayı umursamıyorsun, felsefi yanının ağır basması yüzünden sanatçı da olamazsın. Ne yapacağım seninle ben?

Geçen hafta izlediğim oyuna gelince aslında DHL Express Turkey sayfasında sorunun yanıtını bilene çift kişilik BLAM! davetiyesi veriyoruz mesajını görene kadar izlemenin aklımda bile olmadığını itiraf edeyim. Ama haftalar önce La Boheme için biletlerimizi alırken görmüş ve ilginç olabilir diye de düşünmüştüm. Yine de tarihlerden emin olamadığımız için "bakarız" diyerek bilet almamıştık. Gerçekten de İso'cumun olmadığı bir haftaydı geçen hafta. Ama yine de yarışma gördüm mü dayanamam diyerek katıldım ve davetiye de kazanınca Nazoş'la birlikte kurulduk yerimize. ;)



BLAM! bu hafta sonu gösterilerini tamamladığı için kaçırdığınızı üzülerek söylemek zorundayım. O yüzden de kısaca anlatayım: bu bir sözsüz ve fiziksel tiyatro. Her şey jestler, mimiklerle, küçük ve büyük -hatta baya büyük- hareketlerle anlatılıyor seyirciye. Ağızdan çıkan tek ses bazı ünlemler, o kadar. Çok az müzik ve bol bol efekt sesi eşliğinde dört oyuncu tarafından sahnelenen tek perdelik bir gösteri.

Bu dört oyuncu, ofis hayatında üstünü başını parça pinçik edecek kadar sıkılmış, aynı yerde çalışan dört memuru canlandırıyor. Biri patron, üçü çalışan. Ama hepsinin ortak özelliği feci sıkılmaları. O zaman ne yapıyorlar? Ofisi fantastik bir ortama çevirerek hayali karakterlere bürünüp kendilerine kurgu bir dünya yaratıyorlar. O dünya içinde iyi adam ya da kötü adam, kurban ya da kahraman oluyorlar. Kimi zaman uzaylıların saldırısına karşı savaşıyorlar, kimi zaman robotların. Bazen romantik anlar yaşıyorlar bazen hastanelik oluyorlar. Düşünsenize hiç dosyalıklardan robot kolu olabilir mi? Ya da damacana ve iki masa lambasından vals yapabileceğiniz bir sevgili yaratmak mümkün müdür? O kadar sıkılınca mümkün oluyormuş, izledik hep birlikte. ;)

Bir de Kuzey insanına soğuk derler. Biz dört Kuzey erkeği (İzlanda, İsveç ve Danimarkalılardan oluşuyor grup) sayesinde hem pek heyecanlandık hem de pek güldük doğrusu. E o zaman sponsorlardan DHL'e ve Zorlu PSM'ye bir de buradan teşekkürler. 18 Ocak'taki La Boheme'i sabırsızlıkla bekliyoruz. O zamana kadar büyük olasılıkla Cinemaximum, Eataly ve H&M için uğrarız oralara. ;) Ha bir de Hugh Jackman fiyatlarını görür görmez ona da bir davetiye kazanmak için aylardır evrene enerji gönderdiğimi şimdiden duyurayım. "Hadi evrene kalmasın işin, fiyatları uçak bileti alıp Hugh Jackman'i görmeye gitmek için harcayacağın miktardan daha aşağılara çektik," diye bir malumat verirseniz koşa koşa bilet almaya gelir, üstüne bir de gelirken size hediye getiririm. Bekliyorum haberlerinizi... ;)

İyi haftalar!

Time ve La Bottega

Bu kez bir film bir de etkinlik ile karşınızdayım. Film önerim artık çok sevdiğimi tahmin edebileceğiniz Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk'un 2006 yapımı Time (Zaman) adlı filmi olacak. Yine çok ilginç, algıları alt-üst eden bir film bu. Sorgulanan ana tema güncelliğini koruyor, hatta her geçen gün daha da çılgınlık halini alıyor: güzellik uğruna yapılan estetik ameliyatlar. Saplantılı aşıklar olarak tanımlanabilecek bir kadın ve erkek var filmin başrolünde. İki yıldır birlikteler. Genç kadın acaba artık erkeğim benden keyif almıyor mu, hep aynı tipten hep aynı tenden sıkılmış olabilir mi, gözü başkalarına mı kayıyor, falan gibi düşüncelere kendini kaptırıp bir gün pılısını pırtısını toplayarak yok oluyor. Amacı estetik ameliyatla yüzünü değiştirmek -ki el atmışken bir de göğüsleri yaptırmalıydı erkeğinden anladığım kadarıyla :P- ve altı ay sonra tamamen iyileştiğinde farklı bir kadın olarak sevgilisinin karşısına çıkmak. 

Bakalım bu "zaman"a meydan okuyan çılgın yöntemi işe yarayacak mı? Acaba erkek bu yeni kadına mı yoksa onu terk edip gittiği için mahvolduğu iki yıllık sevgilisine mi aşık? Yüzünü değiştirdin ama psikopatlığını ne yapacağız be kızım? Ruh estetiği için de ameliyat yapılıyor mu? Diyelim ki yöntemin başarılı oldu, iki yıl sonra bir daha mı yatacaksın bıçak altına? Eyvahlar olsun, senin adam senden de deli çıktı, nerede tanıştınız siz ayol? Ve kafamda deli sorular böylece sürüp gider... Ama konu ilginç. Oyunculuklar harika olmasa da izlenesi bir film. Bir de seyahat rotalarına görülmesi gereken bir yer daha ekledi benim için: Baemikkumi Heykel Parkı. O huzurlu sahil, üstündeki o nefis heykeller ne kadar güzeldi öyle. Bayıldım. 

Gelelim etkinliğe... Geçen hafta Çarşamba günü ilk kez bir Yelp İstanbul etkinliğine katıldım. Açıkçası Yelp'i pek aktif kullanamıyorum ve yorum ekleyemiyorum. Koskoca blog yazıyorum, artık her yere yorum yetiştirmek de zor iş sevgili okur. Geziden dönersin daha annenle, babanla konuşmadan bir yandan Fourquare bir yandan Tripadvisor mesaj atar: "Oo çıstak çıstak, İmge Hanımlar da İstanbul'a ayak basmışlar; ee anlatın bakalım ne yediniz, ne içtiniz, hangi mekanlara kaç puanlar verdiniz?" diye. Booking.com eli kulağında otel değerlendirme formunu gönderir. E blogun hüzünlü gözlerle "kaç gündür bana uğramadın" diye kapris yapar. Hangi birine yetişeceksin değil mi? ;) Ama telafi edeceğim en kısa zamanda. Çünkü yurt dışında sık sık kullandığım Yelp, Türkiye'deki canlı, heyecanlı, sıcak kanıl, şeker mi şeker ekibiyle ciddi bir ilgiyi hak ediyor bana göre. 

O yüzden bu ekiple, özellikle de cana yakın mesajlarından tanıdığım Gülfem'le tanışmak için Baltalimanı'ndaki La Bottega'da yapılan şarap&makarna gecesine "ben de varım" dedim. Burası aslında mutfak ve mobilya mağazası. Ama yemeğe ve sohbete feci düşkün, o kadar konuk sever ve keyifli sahipleri var ki sadece mutfak ve mobilya satmakla kalmayalım, Çarşamba geceleri dostları kendi yaptığımız yemeklerle ve nefis şaraplarla (bizim gecemizin baş rolünde Barbare şarapları vardı mesela) ağırlayalım demişler. (Aşağıdaki fotoğraflardan sadece sol üstteki benim, geri kalanını La Bottega'nın Facebook sayfasından aldım. Habersiz çektikleri fotoğrafıma da bayıldım, ellerine sağlık. ;) )


Çok da iyi yapmışlar. Menünün şarap e başlangıç atıştırmalıkları kısmında değil de yemek kısmında minik bir değişikliğe gidildi bu arada. Şeflerimiz o akşam fırında tavuk ve patatesi uygun gördüler bizlere, ellerine sağlık diyorum. Bir de sürpriz oldu benim için: beni Yelp'le tanıştıran Dilara da eşiyle birlikte oradaydı. Birbirimizden habersiz ilk buluşmamız oldu bu, ama çok da iyi oldu doğrusu. Onun da dediği gibi Happy we are! ;) 

Bu arada hepimiz aynı fikirdeyiz değil mi? ;)


E o zaman böyle nice güzel sohbet ve kahkaha dolu buluşmalara diyelim. Aralık ayını pek severim zaten (ardından sevimsiz 1 Ocak günüyle başlayan ve bitmek bilmez Ocak ayını getirse de), süslü-püslü, kutlamalarla dolu bir aydır. Biz hazırız Aralık'a, acaba Aralık bize hazır mı göreceğiz bakalım! ;)

Bu güzel etkinlik için de önce Yelp'e, sonra La Bottega ve Barbare şaraplarına buradan da teşekkürlerimi göndermiş olayım. İlk buluşmamız oldu, ama son olmayacağına dair kuvvetli bir his var içimde. Keyfimiz bol olsun! 

Çamurun Fısıldadıkları ve MOC

Esra Vardar Argun'un ‘’Çamurun Fısıldadıkları’’ isimli Seramik ve Heykel Sergisi ile  13 Aralık 2014 tarihine kadar Derinlikler Sanat Merkezi’nde gezilebilir.

Sanatçı, serginin ismi olan ‘’Çamurun Fısıldadıkları’’nı şu şekilde açıklıyor;

Çamuru elime alıp yoğurmaya başladığımda içimi büyük bir heyecan kaplar.
Aslında bazen kafamda tasarladığım ve eskizini kağıda çizdiğim bir form önümde dururken, bir anda çamurun içinde bir heykelin görüntüsü beliriverir. Çamur adeta bana “nasıl bir heykel yapmam gerektiğini” fısıldar gibidir.
Bazen sadece elime çamuru alır ve yoğurmaya başlarım. Çevremdekiler harika bir çalışma olduğunu söyleseler de ben çamurun fısıldadığı heykeli görmezsem bir yanım eksik kalır. Üzülmem, bozarım, tâ ki çamurun bana fısıldadığı heykeli bulana kadar…
Bu aralar yolunuz Teşvikiye taraflarına düşerse bu sergiye bir göz atabilir, sonra da üstüne MOC'ta bir kahve içebilirsiniz. Onlarca kahve çeşidinden hangisini seçeceğiniz konusunda deneyimli baristalardan fikir alabilirsiniz. Masanızı deney ortamına çevirirlerse de korkmayın, bir bildikleri vardır elbet. ;)


Hem içeride hem dışarıda yeterince alanı olan MOC, Nişantaşı'ndaki yeni favori kahve durağım oldu. Hot chocolate Milano için hâlâ Caffe Nero'ya uğrasam da kahve için artık buradayım. Siz de kahvenizi Avustralya usulü demlenmiş almak isterseniz mutlaka buraya bir uğrayın. Şehrin sayıları hızla çoğalan butik kahvecilerinden biri burası, denediğinize pişman olmayacaksınız.

İyi gezmeler.  


İşte Benim Zeki Müren

Zeki Müren sizlere ne ifade eder bilmiyorum ama bana göre kişiliğiyle ve yeteneğiyle gerçek bir sanatçı ve müthiş bir insandır. Cesareti, hayat tarzına sahip çıkması, hiçbir zaman kendini baskılamadan içinden geldiği gibi yaşama, mış gibi yapmamış olması, açıklığı, doğallığı ve dürüstlüğü ile hayranlık duyulası, örnek alınası biridir. Tüm bunların yanında bu coğrafyada ve bundan onlarca yıl önce (gerçi o dönemler kesinlikle daha modern kafalara sahipmişiz diye düşünüyorum) bin bir türlü insanla arasında sıcacık sevgi bağlarıyla unutulmaz ilişkiler kurmayı becerebilmiş bir insan ilişkileri uzmanıdır. O nefis sesini dinleyen herkese bir şekilde dokunabilmeyi becerebilmiş bir besteci, söz yazarı ve yorumcudur. Artık tükenmeye yüz tutan mütevazılık kavramının son temsilcilerindendir. Hayat dolu bir insandır. Hayattan keyif aldığı her halinden belli olandır. Yüzünden gülümsemesi eksik olmayan, yaydığı enerjisi her daim olumlu olan nadir vakalardandır. Yani varlığı insanlığa faydalı olanlardandır. 

Ha bu arada benim için de çocukluğumun yılbaşı geceleridir. Çocuk halimle benim, yaşlı halleriyle anneannemin, dedemin onun o şaşaalı giysilerine, takılarına, ojeli uzun tırnaklarına, makyajına, kabartılmış saçlarına hiç de yadırgamadan bakarak ortak noktada buluşabildiğimiz belki de tek isimdir. Çocukluğumun yazlık akşamlarında geniş aile ile sohbetler edilip, okey falan oynanırken illa ki arka fonda çalandır. İso'cumla tanıştığımda onun da Zeki Müren sevdiğini ve hatta plaklarını sakladığını öğrendiğimde mutlu olduğumdur. Rakı sofralarımızın vazgeçilmezidir. 

Yapı Kredi Private Banking ve Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık sağ olsunlar, nefis bir sergi ile bizi Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde "İşte Benim Zeki Müren" sergisi ile buluşturuyorlar. 20 Aralık'a kadar gezilebilecek olan bu harika sergide Zeki Müren’in 18 yıldır Türk Eğitim Vakfı ile TSK Mehmetçik Vakfı arşivinde bulunan fotoğrafları ve özel eşyaları görülebiliyor. 

Sanatçının çok yönlülüğünü birbirinden ilginç fotoğraflarla ve belgelerle bir kez daha görebileceğiniz bu sergiyi sakın kaçırmayın. Aşağıdaki fotoğraflar kendisinin plaj aşkına birkaç örnek. "Seni çılgın!" ;)


Burada ise televizyonda Müren Kokteyl tarifi verirken ve yapılışını gösterirken fotoğrafını görüyorsunuz. Şimdi kokteyl tarifi verin bakalım televizyonda yanınızda tabi kanyak şişesiyle! Peh! Bu arada fotoğrafımdaki "sanat güneşi" temasını da yakaladığınızı umuyorum. ;)


Ve sahne kostümleri! Çeşit çeşit, renk renk, pullar, payetler, işlemelerle ışıl ışıl... Apartman topuklar konusunda hiç şakası yok: 20 santimlik topuklarla çıkıyor sahneye. Ve bir de kostümlerine isim veriyor Çılgın! ;) Mesela en sağdaki mor kostümünün adı Paris Geceleri'ymiş. Amerika seyahati sonrasında kendine çiçek çocuklarından esinlendiği bir kostüm yaptırtıp adını da Hippi Hippi koymuş. 


Aşağıda Nezihe Araz'ın onunla ilgili yazdığı bir bölüm var ki daha güzel tanımlanamazdı sanırım. Karşısında da tam da konuyla ilgili olarak kadınlar matinesinden iki fotoğraf görebilirsiniz.


Ailesi, Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olarak yaptığı desen çalışmaları, sanat dünyasındaki dostlukları, plakları, ödülleri, sahne halleri, oyunculuğu (hem sinema hem tiyatroda), seyahatleri ve hayatının daha pek çok yönü ile ilgili bir dolu şey göreceğiniz ve öğreneceğiniz bu müthiş sergiyi sakın kaçırmayın. 



Şarkılara duygu seren,
Çilelere göğüs geren,

Dertli gönüllere giren,
İşte benim Zeki Müren.

Son birkaç not:

1) Bu sergi kesinlikle kalıcı bir sergi olarak kendine bir yer bulmalı. Hatta bir Zeki Müren Müzemiz olmalı. Çünkü bu kadar ilginç bir kişilik bırakın ülkeye, dünyaya bile çok nadir gelir. 

2) Serginin kocaman da bir kitabı var. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkmış ve hemen sergi çıkışında yanda YKY kitabevinden alınabilir. Fiyatı 55 TL. Ama biliyorsunuz şu sıralar İdefix Sanal Kitap Fuarı var. Ve oradaki fiyat inanılmaz! Ben siparişimi verdim bile. Almayı düşünenler kaçırmasın.

3) Ve elbette sergiyle ilgili çok daha fazla fotoğraf için buraya buyurun: 

Karanlık Işığı Çevreler-Portreler'im

Geçen Perşembe Dido'yla birlikte Beyoğlu'nda bir kültür-sanat-sıcak çikolata turu düzenledik. İlk durağımız da Akademililer Sanat Merkezi oldu. Kader Genç'in 20 Aralık'a kadar sürecek olan Karanlık Işığı Çevreler-Portreler'im sergisindeki resimlere hayran kaldık.  
‘’…imgelerimin arasından gösterdiğim portrelerim, ne kadar bir halin tasviri gibi görünse de, mekan düzlemlerini doğanın gerçekliğinden alarak, usun kıvrımlarında yapısını oluşturur. Temalarımda  öne çıkan insan, doğa parçaları ve nesneler, rol dağılımlarına göre özneleşirler; kimi zaman da yükleme yaslanırlar…’’
Kader Genç üçüncü kişisel sergisini bu cümlelerle seyirci karşısına çıkarmış. Karanlık bir fantastik kurgudan fırlamış gibi görünen yağlıboya resimlerin herhalde tamamında sanatçının kendi yüzünü görebilirsiniz. 


"Karanlık Işığı Çevreler" tarihsiz bir zamanın akışında, bütün bir insanlığın çağlar boyu taşıdığı dünyevi yükü, ressamın içsel dünyası ile buluşturuyor. Görsellik dışında hissiyat anlamında da algılanabilir karanlığın nedeni bu olsa gerek. Bu otoportreler sayesinde seyirciye de kendi benliğinde var olan hayata dair hesaplaşmalar, sorgulamalar ve yüzleşmeler de hatırlatılmış oluyor. Hafif sarssa da görülesi bir sergi.


Yukarıdaki nispeten küçük ama etkisi pek büyük tablo da galiba favorim oldu. Sanatçının Bilge Karasu'ya saygılarını sunduğu Dehlizde Giden Adam isimli bu yağlıboya tabloya baktıkça huşuyla karışık bir hüzünle doldum. Çok etkileyiciydi bana göre. 

Sergiden daha fazla resim görmek isteyenler buraya: Post by İmgeleme.
 
Resimlerin kendilerini capcanlı görmek isteyenlerin ise 20 Aralık'a kadar zamanı var. Ajandalara not düşün derim. 

Şimdiden iyi gezmeler.