Dubai: Önce AVM'ler!

Daha önce de bahsettiğim üzere 12-16 Nisan arası üç günlük bir Dubai kaçamağı yaptım. İsocum'un iş gezisine gezici eleman olarak dahil oldum bu kez. Dolayısıyla üç gün kendi başıma gezeceğim bir Dubai turu beni bekliyordu. Sabah kahvaltıları ve akşam yemeklerinde ise İsocum'la buluşuyorduk. Kahvaltıda bizi görmeliydiniz ama. Masanın bir yanında takım elbiseli, evrak çantalı bir adam, diğer tarafında şortlu, parmak arası terlikli, boynunda fotoğraf makinesi asılı bir yazlıkçı hatun. ;) Biraz uyumsuz bir çifttik sanırım orada. :P

Dubai'de yapılacak şeyleri şöyle özetleyebiliriz: AVM'ye gitmek, özel plajlara gitmek, çölde safari yapmak. Çölde safari için boş bir gün gerekiyordu bize, çünkü öğleden sonra 15.30 gibi sizi otelinizden alıp çöl deneyimi yaşamak için götürüyorlar - ki öyle bir günümüz yoktu ne yazık ki. Plajlara da sağlam bir giriş ücreti verip, tüm gün kaydıraklı havuzu, normal havuzu, denizi, yeme-içmesi, locaları, vs takılabilirsiniz. İsocum olmadan tüm gün güneşlenip de ne yapayım, zaten memlekete de yaz geliyor, diyerek o seçeneğin de üstünü çizdim. O yüzden plaj ve çöl planlarını bir başka gidişe erteleyerek bu kez için bin bir çeşit attraksiyonla dolu AVM'leri ve eski şehri tek başıma gezmeye karar verdim. Gün içinde bir iki saat boşluğum olursa da otelimizin havuz başında biraz güneşe merhaba derim dedim. 

İlk gün Mall of the Emirates'a gittim. Bir ucu ta Abu Dhabi'ye uzanan, şehrin ortasından geçen ana cadde Sheikh Zayed Road üzerinde bulunan otelimiz Shangri La'dan yaklaşık 15 dk taksi mesafesinde bulunan bu nispeten uzak AVM'ye yaklaşık 13-15 USD arası bir ücret ödeyerek ulaşabilirsiniz. Metro hattı üzerindeyseniz metroyla da gitmek çok kolay (ertesi gün keşfettim metroyu ve sıfır trafikle yaklaşık 2 USD'a gidilebildiğini gördüm), çünkü metro tek hat. Kadınlar ve çocuklar için pembe vagonu da burada görmüş olduk. Tabi buradaki amaç yerli halkın kadınlarını korumak falan değil, zira yerli halkın metroya bindiğini görmek pek mümkün değil. Onlar konaklarında, hizmetçileri, şoförleri ile yaşayan, Emir'e duacı sefacılar genellikle (eski şehri gezerken "buranın lookılları" diye diye size bilahare bahsedeceğim kendilerinden ;) ). Nüfusun sadece %15'ini oluşturuyorlar ve el üstünde tutuluyorlar. Nüfusun %51'i Hintli, daha sonra büyük bir çoğunluk da Bangladeşli. Şehir Batı'dan gelen expatların ve turistlerin rahat yaşamına göre düzenlenmiş adeta. O yüzden bu kadın ve çocuk vagonu da biraz o işleve hizmet ediyor. Daha rahat ulaşım imkanı tanıyor onlara.     


Neyse, gelelim AVM'ye. Sanki İstanbul'da AVM gezmeye bayılırmışım gibi, İmge AVM arşınlıyor! Sanki bir AVM inanılmaz farklı olabilirmiş gibi. Sanki bir AVM "vay canına!" dedirtebilirmiş gibi. Tertemiz, iç mimarisi zevkli (bizdekilerden zevkli!), içinde hemen her markanın ve ABD ve Avrupa'dan tanıdığınız lezzetler zincirlerinin yer aldığı kocamaaan AVM'ler işte bunlar da. Seviyorsanız en güzelleri burada. Sevmiyorsanız da çıldırmıyorsunuz, ama yine de görmeye gezmeye değer buluyorsunuz o sıcak havada.  


Mall of the Emirates'taki en önemli aktivite alanı elbette Ski Dubai. Kayak giysileri ve ekipmanları kiralayarak snowboard ya da kayak yapabileceğiniz, derslerini alabileceğiniz devasa bir alan içerisi. Dubai sıcağında kar özleyenlerin ilgisini çekebilir. Benim gibi kayakla falan hiç alakası olmayanlar, ömrü boyunca kar görmese özlemeyecek olanlar içinse camın ardından bakıp geçmek en doğrusu. ;) 


İkinci gezdiğim ve en sevdiğim AVM ise açık alanları daha fazla olan, kemerli koridorlar ve avlu alanlarıyla çok daha otantik bir havaya sahip Souk Medinat Jumeirah oldu. Aslında daha çok bir otel çarşısı burası. Çok daha değişik ve şehre ya da Ortadoğu kültürüne özgü şeyler bulabileceğiniz, avlusundaki stantlarından ise hem modern hem geleneksel dekoratif objeler, parfümler, süsler püsler, elbiseler, hediyelikler alabileceğiniz keyifli bir yer.    


Güzel restoranların genellikle yapay nehre bakan yerlere konuşlandığı bu otel, restoran ve dükkanlardan oluşan kompleksin içinden çok güzel Burj Al Arab manzaraları da yakalayabilirsiniz. Yapay nehirde tekneyle gezinebilir, biraz tuzlu olabileceğini önceden bilerek bir akşam yemeğini burada yiyebilirsiniz. Ben gündüz ortamını çok sevdim ve gece de çok keyifli olabileceğini düşündüm şahsen.  


Assolisti sona bıraktım: Dubai Mall. İçinde 1200 mağaza olan dünyanın en büyük AVM'si burası. Bunlara ünlü Galeries Lafayette, Bloomingdale's, vs gibi ünlü çok katlı mağazalar da dahil. Dev bir Akvaryum'a ve buz pateni pistine ev sahipliği yapmasının yanı sıra çok sevdiğim iç mekan şelalesi de görülesi. Singapurlu DPA Architects'in projesi olan bu şelale dört katlı AVM'nin en üst katından en alt katına kadar akıyor ve sanki akışa kapılmış fiberglas erkek figürleri de dalışa geçmiş gibi görünüyor. Bayıldım. Gitmişken yaklaşık 25 metre uzunluğunda ve 8 metre boyundaki Dubai Dino'ya da selam çakmayı unutmayın. 


Dubai Mall'ın sadece çocuk mağazalarından oluşan, sadece lüks alışverişe ayrılmış, sadece elektronik ya da sadece ayakkabı alışverişi için ayrılmış dev alanlarının yanında hem içeride hem de dışarıda (Souk Al Bahar) geleneksel çarşı yeri şeklinde düzenlenmiş bölümleri de bulunuyor. Dünyanın en çok turist çeken yerlerinden biri burası ve iç ve dış alanıyla birlikte elli futbol sahası büyüklüğünde bir metrekareye sahip! O yüzden ayaklarınızı dinlendirmek için sık sık mola verebilirsiniz. Ya da AVM içinde çalışan arabalarla bir mağazadan diğerine gidebilirsiniz. Şaka değil gerçek! 


Bu dev kompleksin yapay gölete bakan açık hava bölümlerinde Dubai'de yapılması gereken en önemli turistik aktivitelerden ikisi karşınızda duruyor: dünyanın en yüksek binası olan Burj Khalifa'ya çıkmak ve akşam fountain show'u (fışkiye gösterisi de diyebiliriz ;) ) izlemek. E turistiz, yapacağız tabi. Bir sonraki post'ta! ;) 

Son Okunanlar, Çevrilenler ve Okunacaklar

Son zamanlarda okuduğum iki kitabın ilki çok sevdiğim Habertürk yazarı Elif Key'in yazılarından bir derleme olarak çıkan Bize İki Çay Söyle idi. Anneanne ve kardeş temalı ilk iki yazı ile beni dağıtıp kendisine bağlayan Elif Key, Anne Olmasaydın Anlardın! yazısıyla ağzına sağlık dedirtti. Ha bir yandan da hem kıs kıs hem otuz iki diş gülmeme neden oldu. Sosyal medya ve Internet üzerinden takip ettiğim ve sevdiğim bir yazardı zaten, kitabıyla birlikte daha da sevdim. Sıcacık kısa yazılar, ülkenin batısına da doğusuna da, kısaca insana, çevreye duyarlı bir kalem. Harika ikili diye işte buna derim. Şimdi ise yanına yıldızlar koyduğum bir sürü hikaye annemin kucağındaki yerini aldı. Siz de okuyun, seveceksiniz. 


İkinci kitap ise Hamdi Koç'tan. Çıplak ve Yalnız'dan sonra eski kitaplarından okuduklarımı yeniden okumaya karar vermiştim. Bu da okumadığım eskilerindendi: Bir Eski Kocanın Öğleden Sonrası. Adeta bir testosteron tufanının ortasında kaldım! O düşüncesiz, bencil, sorumsuz ve yönetici organ olarak beyni seçmeyen -neyi seçtiğini anlamışsınızdır sanırım, detaya girmiyorum ;)- erkek kafası beni çıldırtır ve kitabın başından sonuna kadar o kafayla muhatap olmak zorunda kaldım. İşim zordu yani bir okur olarak, sevgili dostlar.   


Şaka bir yana, yazım diliyle, okuma kolaylığıyla, hikayesiyle falan ilgi çekici olmasına rağmen baş karaktere bu kadar gıcık olmak, kitaptan alınan keyfi azaltıyormuş gerçekten. Ona göre okuyun derim. Ama Hamdi Koç'a bir süre ara veriyor ve nostalji serime başlıyorum. Bir süredir aklımda Şeker Portakalı ve Küçük Prens'i yeniden okumak vardı. Şimdiki kafayla çocukluk favorilerimizi okumanın nasıl geleceğini merak ediyordum. Umarım hayal kırıklığına uğramam. Bir de Şeker Portalalı'na sansür muhabbetinden sonra da aklıma düşmüştü. Neydi acaba bizim psikolojimizi bozmuş olması gereken şey diye görmek istedim. Sansürleyip, toplatırlarsa falan diye de Durucum'a saklayayım dedim bir tane. Kıh kıh, deli miyim neyim? Minnoş daha üç yaşında bile değil! ;) Neyse, anlayacağınız ben çocukluğuma dönüyorum biraz izninizle. ;)

Siz de gençliğinize dönmek isterseniz -ya da zaten 17-25 arasında hayatınızın light ve leziz bir dönemini yaşayan genç kadınlarsanız- benim çevirdiğim şu kitaplara bir göz atabilirsiniz. O yaş hatunlarına keyifli geleceğini düşündüğüm, çıtır çerez okunan, plaj kitabı olabilecek bir seri var karşınızda. Pena Yayınları gururla sunar: İlk Defa, Aslında ve Aramızda, yazar Cora Carmack, çevirmen İmge Tan


Plaj bandanasını kalp şeklinde kitapların önüne koyarak sizlere verdiğim "Çevirmeninden Sevgilerle" mesajını gözden kaçırmadığınızı umuyorum. ;)

Keyifli okumalar. 

Soma’daki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” Onlarla Hayat Buldu!

Soma İçin Bir Olduk:  Çocukların yüzündeki gülümseme her şeye değer...


Allianz Türkiye, sivil toplum örgütleriyle el ele vererek, bölgede etkilenen vatandaşlara ulaşabilmek, onların yaralarını sarmak ve yeni başlangıçlarını desteklemek için Soma’daydı. Soma’da 2014’te gerçekleşen ve ulusumuzu derinden sarsan maden faciasının ardından, Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) ve Bilim Kahramanları Derneği (BKD) ile işbirliği yapılarak “Allianz SomaDA”yı (Soma Dayanışma Ağı) geliştirdi.


Soma faciasından en çok etkilenen yerlerden biri de Kırkağaç. Kırkağaç’ta yaşayan 12 yaşındaki Yiğit, okuldaki 12 arkadaşıyla birlikte bir bilim kahramanı ekibi kurdu. Önce yapamayacaklarından korktular. Çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar, bilgisayarda yazılım geliştirip, legodan yaptıkları robotlarına yüklediler. Bu bilim yolculuğu, özgüven ve başarı doğru yeni başlangıçları müjdeliyordu.

Allianz SomaDA”yı kapsamında, BKD ile yapılan işbirliği sayesinde, Soma çevresinde, olaydan etkilenen 6 ilçedeki 16 okulun, Bilim Kahramanları Buluşuyor turnuvasına katılımı sağladı. 34 gönüllü öğretmen, 150’ye yakın öğrencinin oluşturduğu 17 farklı Allianz SomaDA takımını 4 ay boyunca turnuvaya hazırladı. Bu yolla, öğrencilerin normal hayata dönüşü desteklenirken, psikososyal ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlanması amaçlandı.


Allianz SomaDA”nın bir ayağı da faciadan etkilenen ailelerin çoğunlukta olduğu Dursunbey’deydi. APHB ile yapılan işbirliği sayesinde, Dursunbey’de bir psikososyal destek merkezi açıldı. Çocuklara, yetişkinlere ve gruplara yönelik üç görüşme odası bulunan Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nin hizmetleri, merkeze uzak bölgelere de ulaştırıldı.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Leziz Molalarda Bu Hafta

Geçen haftalarda blogu biraz boşladım, çünkü araya küçük bir Dubai kaçamağı ve annoşla biraz gezmece-tozmaca sıkıştırdım. Hal böyle olunca okuduğum, yediğim, içtiğim, gezdiğim, gördüğüm birikti elbette. Bir de artık İsocum'lu günler çok daha değerli, zira sayıları biraz azaldı iş güç nedeniyle. O yüzden her anının tadını çıkarmak lazım diyerek de buralara pek uğramadığım doğrudur. Dubai gezisi de zaten onun iş gezisine dahil olmaya karar vermemizle birlikte bir anda ortaya çıkan bir plandı (ki eylemlerimiz devam edebilir ;) ). Dün akşam İsocum'u yeniden yolcu edip de evde bir başıma kalınca blogumla buluşma zamanının çoktan geldiğini fark ettim ve geçtim bilgisayarımın başına. Haftaya son günlerde uğradığım leziz durakları anlatarak başlayayım dedim. 

Önce annemi trileçe ile tanıştırmak için Beşiktaş'a uğradık. Eski evimizin tam karşısında, Nüzhetiye Caddesi üzerinde yer alan Mom's Profiterol ve Trileçe'nin methini duyup deneyelim dedik. Minnak bir yer, gencecik ve çok tatlı iki çalışanı var ve trileçesi gerçekten çok lezzetli. Beşiktaş'ta pazara falan gittiğinizde aklınızda olsun derim. Tatlı dışında ev yemekleri, börekler ve zeytinyağlılar da var. Denemeye değer. 


Sonrasında biraz Çarşı turu yaptıktan sonra ikinci mola olarak bir "Beşiktaş'ta buz gibi bira molası" klasiği olarak The United Pub'a oturduk. İsocum da orada olduğumuzu duyunca tabi ki iş çıkışı koşarak yanımıza gelip bize katıldı. Buranın bira çeşitliliği ve servis elemanlarının biralar konusunda bilgili olup, sizi yönlendirmeleri bence en harika yönleri. Ortamı ve müzikleri de çok başarılı. Bir sürü açılış ve kapanış biralarımıza tanıklık yapmış olan bu mekanı nasıl daha önce yazmamışım bilemedim. Ayıp etmişim, zira bayılırız kendisine. ;) Dubai dönüşü güneşin tadını bir kez almış olan bendeniz tabi ki yine masanın en güneşli yerine kuruldum ve güneşi önce Leffe'lerle batırdık. Daha sonra İsocum'un favorilerinden dünyanın en eski bira imalathanesinin ürünü olan Weihenstephan biralarına geçiş yaptık. Dile kolay adamlar 1040 yılından beri bira yapıyorlar! Türklerin Anadolu'ya girmesinden bile önce diye başlayıp biraz Malazgirt ve Dandanakan geyiği çevirdiğimiz de doğrudur masada. ;)

  
Üç duraklı mini metronun açılışını biz de coşkuyla kutladık bu arada. Anında atlayıp Hisarüstü durağında indik (hat değiştirmek için bir kere daha para ödenen dünyanın ilk mini metrosunu açan böyyük şehir belediyemize sevgilerimizi (!) yolladık) ve en son herhalde on yıl önce falan gittiğimiz meşhur Doğatepe'de bir öğlen yemeği yiyelim dedik geçtiğimiz Pazartesi. Anneannemle de gitmiştik bir kez, bayılmıştı manzarasına, dolayısıyla yemeklerimizi yerken onu da bol bol anmadan edemedik annemle. Aramızda gibiydi küçük kadın. Doğatepe'nin yemekleri ve servisi gayet iyiydi bu arada. Tabi çok az masa doluydu, belki de ondandır. Ama hem kalamar ızgaradan hem Doğatepe kebaptan çok memnun kaldığımızı söylemeliyim. Fiyatlar ne ucuz ne pahalı diyebilirim. O manzara için değer. Metroyla birlikte aklınıza daha sık gelebilecek yerlerden olabilir. 


23 Nisan tatili bizim için bu yıl alışveriş günü oldu. İsocum'un takım elbise alışverişi için bir sürü sıkıcı erkek mağazası gezip yorulduktan sonra minik bir öğle yemeği molası için Teşvikiye'deki Sushi&Noodle House'a uğradık. MOC'a giderken önünden birkaç kez geçmiştim, ama büfe gibi minik bir yer sanıyordum. Meğer içerisi oldukça genişmiş. Dekorasyon olarak fazla beklentiniz olmasın. Londra'da Soho'daki salaş dim-sum'cıların ortamına sahip bir yer. Ama beklediğimden çok daha lezzetli sushileriyle beni mest etti diyebilirim. Evlere servisleri de varmış üstelik. Çok fazla çeşit var, hem sushi hem noodle hem de diğer Çin yemekleri olarak. Bundan sonra Nişantaşı'ndaki minik atıştırma molaları için yerim belli oldu sanırım. Tiyatro, sinema öncesi de gidilebilir. Fiyatlar sushi için bir servet ödemenizi gerektirmeyecek seviyelerde, makul. Deneyin derim. 


Cuma gününe ise Ankara'dan 23 Nisan tatili için İstanbul'a gelen İsocum'un kardeşi Zeyno'yla başladık. Nişantaşı'nda alışveriş turuna çıkmadan önce biraz sohbet edip, sabah kahvemizi içelim, biraz da enerji alalım diyerek Akaretler'deki Minoa'nın minik bahçesine oturduk. Kitaplarla dolu bir yer asla kötü olamaz, tezimi doğru çıkardı Minoa. Önce kitapları biraz inceledik. Bir sürü değişik çocuk kitabı da vardı bu arada, hemen aklıma Dido geldi. Onu da buraya getirmeliyim. Belki birlikte Durukuş'a bir şeyler seçeriz hem. Ben de seyahat kitaplarının arasına uzun uzun dalmayı ciddi biçimde düşünmekteyim. 

Çok zevkli, insanı mutlu eden, ruhu olan bir kafe burası. Bayıldım, sık sık ve herkesle uğramayı düşünüyorum. Hafif bir yemek ya da akşamüstü içkisi için de uğrayabileceğinizi hatırlatırım. Böyle yerler çoğalsın, n'olur!


Ve kapanışı Adana usulü yapıyorum: kebapla! ;) İsocum'un maç öncesi duraklarından biri olan, bizim de birkaç kez birlikte gittiğimiz, evimize çok yakın, mahalle kebapçımızdan da bahsetmezsem olmaz. Güler Ocakbaşı, bizim için tam da o işte. Canımız lezzetli bir et ya da fıstıklı kebap yemek istediğinde, yanına getirdikleri patlıcanlı meze, ezme salata, tulum peyniri, kaşarlı mantar ve sıcacık çıtır pide ile, belki -yok, yok kesin- bi küçük de alarak kırmızı et sefası yaşadığımız yerlerden biri. Hatta en rahatı. Yakında pijamalarımla gidebilirim, o derece. ;)


Bu kırmızı et meselesi mühim bu arada. Bu aralar unutkanlık başlayınca, eşyaları nereye koyduğumu falan hatırlayamayınca biraz kırmızı et ve B12'ye ağırlık verme kararı aldığım için bu dönem Güler'e de sık sık uğrayabiliriz gibi görünüyor. Gerçi doktor olarak babam ve ruhen ve bedenen beni benden iyi tanıyan İsocum'un teşhisine göre "içkiyi azaltıp, uykuyu artırırsam," sorun kalmayabilirmiş. ;) Benimse emin olduğum tek bir şey var: yaz yaklaşırken yeniden Jatomi'nin yolunu tutmalı ve Rafinera'ya üye olmalıyım. Bu gidişim gidiş değil yani. O yüzden önerilerimi not edin, ama hepsini birden yapmayın benim gibi. ;)

İyi haftalar. 

Sergi Haberi: Değmesin Yağlıboya // Watch Out

Ardan Özmenoğlu 17 Nisan-17 Mayıs 2015 tarihleri arasında “Değmesin Yağlıboya // Watch Out”  isimli solo sergisiyle Galeri İlayda’da sanatseverler ile ikinci kere, altı sene sonra, aynı galeride buluşuyor.

Ardan Özmenoğlu özgün baskı tekniğiyle buluşturduğu post-it notlar ile yarattığı eserleri ve enstalasyonlarıyla tanınmaktadır. Özmenoğlu kendisiyle özdeşleşen neon ve kavramsal işleriyle, bu sergide sanatseverlerin karşısına sergiye adini verdigi neon isi ve ve yeni çalışmaları ile çıkacaktır.

Serginin adı, “Değmesin Yağlıboya  Gırgır dergisinin bir zamanlar en ünlü karakteri En Kahraman Rıdvan’dan sıkça rastladığımız bir replik, halk dilinde bir şey taşınırken kalabalıktan hızlı geçilmesi gerekiyorsa söylenen söz ve Barış Manço’nun değerli plaklarından biri; yedinci albümü. Sergiyle ayni ismi taşıyan eser, Barış Manço’nun aynı adlı albümüyle aynı karakterde yazıldı. Sergi bunlardan referans alıyor ama gerçekliğinde bir sanat görüsü var. Bu sanatta çokça rastladığımız, özellikle ressamların yağlı boya tablolarında önem verdiği ve eseri taşırken çokça söylediği, bütün bu anlamlarından çok başka bir yaklaşım. Aynı zamanda çağdaş sanatçıların günümüzdeki bir tutumu!


Sanatçının sergide anlatacakları gene bize ait olan, unuttuğumuz bazen çok gördüğümüz veya çok duyduğumuz için farkına varamadığımız “hayatımız”.  Bu sergisi için karışık teknikle ürettiği ‘desenli rögar kapakları” adını verdiği üç boyut izlenimli, çok-katmanlı,  izleyiciyi eserin karşısında tutsak bırakan eserler üretmektedir. Özmenoğlu, alışılagelmiş, yürürken gözümüzün alıştığı obje ve nesneleri, sabit hallerinin  dışına çıkarak kendine göre yorumluyor. Geleneksel formundan çıkararak geometriye sunduğu bu simgeler üstünden aynı zamanda bir sanatçı olarak kendisini ve bizi  tanımlıyor.


Alışılmış kalıpların dışında özgün, orijinal fikir ve tekniği ile göz dolduran ender çağdaş sanatçılarımızdan olan Ardan Özmenoğlu’nun “Değmesin Yağlıboya” isimli solo sergisi 17 Nisan – 17 Mayıs 2015 tarihleri arasında Galeri İlayda’da izlenebilir.



Ardan Özmenoğlu (d.1979, Ankara), Çağdaş Sanatçı. Lisans ve lisansüstü eğitimini  Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi’nde tamamladı. Eserleri esas olarak, özgün baskı tekniklerini farklı materyal yüzeylerinde kullanarak oluşturduğu mekana özgü enstalasyonlar, resimler ve bu teknikle buluşturduğu transparan cam heykeller oluşturmaktadır. Berkeley Kala Art Enstitüsü, Berlin; Ateliergemeinschaft Milchhof e.V. ’de, Belçika; Frans Masereel Sanat Merkezi’nde ve Kulturkontakt Austria, Viyana’da davetli sanatçı olarak çalıştı. Sanat eserleri dünya çapında gösterilen sanatçı İstanbul ve New York’ta yaşamını sürdürmektedir.

Galeri İlayda

Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye Tel    : 0.212.227 92 92

Galeri İlayda, Pazar günleri hariç, her gün 10:00 ile 19 :00 arasında açıktır. Altında ve karşısında otopark mevcuttur.

Loco&Matto

Geçtiğimiz Çarşamba akşamı saat 18.00'de leziz ve bol kalorili bir blogger etkinliği için Loco&Matto'ya gittik. Burası ufacık tefecik, ama içi dolu şirincik bir dükkan. Bağdat Caddesi'nin Şaşkınbakkal bölümünde yol üstünde bir kaçamak durağı. E ben de o gün yaza hazırlık amaçlı sağlıklı beslenme ve egzersiz programına biraz ara vererek tatlı bir kaçamak yaptım sayelerinde. Kesinlikle değdiğini düşünüyorum, pişman değilim. ;)


Burası sadece tatlı kaçamaklar için uğrayacağınız bir yer değil. Alışveriş arası acıktığınızda durup atıştırmalık olarak alabileceğiniz nefis panzerotti ve empanada çeşitleri de var. Biz domates ve mozzarellalı ile kıyma ve mozzarellalı panzerottilerden denedik. Çok lezzetlilerdi. Yok ben tatlı kaçamaklar insanıyım, diyorsanız o zaman işiniz daha keyifli olacak. Kahveniz hazırlanırken hangi churros'u yemek istediğinize karar vermeniz gerekiyor. 


İspanya ve Latin Amerika'ya özgü bu nefis lezzetlerden churros benim Avrupa tatillerindeki favorilerimdendir. Noel pazarlarında da mutlaka görmüşsünüz külahların içinde satılan churros'ları. Amerikan tarzı churros da var isterseniz; tarçın ve şeker kaplamalı, ama sossuz olanı (sağda altta). Ama ben çikolata sosuna batırılarak yenen İspanyol usulü klasik churros'un hastasıyımdır. Burada bir de ilk kez denediğim beyaz/sütlü/bitter çikolata dolgulu churros'lar da vardı ve kesinlikle çok başarılılardı.


Yıllar önce bir Noel pazarında ilk kez bu lezzetle tanıştığımda "İstanbul'da bunu açmak lazım," demiş ve minik kulübesinden, hazırlayan kızların önlüklerine kadar bir sürü şeyi hayal etmiştim. Tabi her zamanki gibi bir heves kurulan bir hayal olarak kaldı ve unutulup gitti dönünce. Ama Enes kardeşler hayallerini hayal olarak bırakmayıp, bir adım ötesine geçmeyi, gerçekleştirmeyi başaran gruba giriyorlar. Eski bir bankacı olan büyük kardeşin anlattığına göre kostümleri, külahları, külahların yerleştirileceği karo delikleri olan masaları, rengarenk karton bardakları ve sarmaş dolaş kedi tuzluklarıyla bile birebir kendileri ilgilenmişler, tasarımlarından yapımlarına kadar her işle uğraşmışlar. Şimdi de bu leziz kaçamakları güler yüz eşliğinde bizlere sunuyorlar. 


İçleri taze sebze ve et ile doldurulmuş panzerotti ve empanada çeşitlerinden denemek ya da hamuru Loco&Matto ekibi tarafından özenle hazırlanan churros'lardan yemek için buraya mutlaka uğrayın derim. Bu arada Loco ve Matto da "çılgın" anlamına geliyormuş. Biri İtalyancada, diğeri İspanyolcada. Bir çılgınlık yapıp kurumsal hayattan böyle tatlı bir dünyaya atılan çılgın kardeşler ismi de kendilerine göre seçmişler anlaşılan. ;) 


Masadaki tuzlukları çaktırmadan çantama atıp eve getirdiğimi düşünmüyorsunuz, değil mi? Onlar çılgın şefimizin bizleri uğurlarken verdiği minik ve şirin bir hediye olarak benimle birlikte eve geldiler. İsimlerini de günün anısına Loco ve Matto koydum. ;)

Alışveriş sırasında enerji depolamak için ilk fırsatta deneyin derim bu güzellikler. Bakalım siz de beğenecek misiniz?

Hayal Rotalarda Bugün: Peru-Bolivya

24 Mart 2015 akşamı Antonina Turizm'in Harbiye'deki ofisinin salonlarından birindeki Peru-Bolivya seminerine katıldım. Çok merak ettiğim bu uzak diyarları uzman rehber Ercan Özcan'dan dinledim. Merakım kat kat arttı, ama korkum da biraz arttı diyebilirim. 

Aktarmayla, beklemeyle falan toplam 20-24 saat arası bir yolculukla 7 saat zaman farkının olacağı bambaşka bir kültüre ve doğaya gidip, hemen kendimizi oranın ayarlarına uydurup, fiziksel anlamda oldukça zorlayıcı bir geziye hazır olmamız gerekiyor. O nedenle de bu geziyi genellikle yaş fazla ilerlemeden, fiziksel kondisyonu sağlam olanlara öneriyorlar. Çoğu zaman 2300-3800 metre yüksekliklerde gezileceği için hiçbir şikayeti olmayanları bile sarsan bir gezi olduğunu belirtiyor; tansiyonu olanlara, akciğerleri hassas olanlara, bünyesine güvenmeyenlere falan da aman dikkat, doktorunuza danışıp gelin, diyorlar. O yüksekliklerde başı dönen, nefes darlığı çeken, burnu kanayan misafirler olabiliyormuş. Benim için her şey tamamdı, ta ki burun kanamasını duyana kadar. Septum deviasyon ameliyatının travmasını yıllardır bünyesinde taşıyan bir kişiliğim ne de olsa! Neyse bir burun yüzünden Machu Picchu'yu görmeyecek değiliz herhalde. ;)


Yüksekliğin etkilerini hafifleten ilaçlar varmış. Her otelde ve turistik yerlerde oksijen maskeleri de mevcutmuş. İlk bir iki gün vücut alışana kadar bu kadar yüksekte yaşamak gerçekten zor olabiliyormuş. Zira iki basamak çıkınca nefes nefese kalınıyor diyorlar. Bir de daracık, kargacık, burgacık, virajlı toprak yolları düşünürseniz, mide bulantısı için de ilaçları unutmamak gerekiyor. Hadi diyelim jet lag'i hemen atlattınız, sizi bekleyen diğer şeyleri bilin istedim. ;) 

Bu arada koka bitkisi de yüksekliğe iyi geliyormuş. Koka yetiştiriciliğinde Kolombiya'dan sonra ikinci sırada olan Peru'da ve üçüncü sıradaki Bolivya'da koka bulmak sorun olmayacaktır. Yerel halkın sık sık koka çiğnediğini görebilirsiniz, ama bünyeyi alışmadığınız bir şeye daha maruz bırakmak iyi mi bilemedim tabi! ;)

Görülecek yerler dendiğinde ilk akla gelenler Machu Picchu ve Titicaca Gölü olsa da o kadar çok ilginç durak var ki... Bu gezi kültür, doğa ve tarih gezisi olmanın yanında mistik tarafı da olan bir gezi olacak. Dünyada manyetik etkilerin en çok hissedildiği, anlaşılamayan pek çok gizemli olayın yaşandığı topraklardayız, ona göre. Hani vücudun nasıl sinir noktaları varsa, dünyanın sinir noktaları da burada toplanmış gibi düşünün.

Gezilecek yerler...

- Ballestas Adası:  burası Peru'nun Galapagos'u sayılıyor. Sıcak ve soğuk su akıntıları olan bir noktada bulunan bu adada bu nedenle pek çok canlı görünüyor. Özellikle Humboldt soğuk su akıntısı nedeniyle suyun derecesi 8-9 derece düşüyor ve iklim bile etkileniyor bu bölgede. Dolayısıyla normalde bu coğrafyada görülmeyen deniz ayıları, foklar, penguenler burada sizleri karşılayacaklar. 


- Huacachina: çölde vaha buymuş a dostlar! Çok etkileyici değil mi?



- Sonra Nasca'ya geliş ve pır pır uçakla Nasca halkının tanrılar için çöle çizdikleri ve sadece havadan görülebilen sinek kuşu, kondor ve farklı şekilleri görme zamanı. Pır pır uçak hava muhalefeti durumunda iptal olabiliyormuş (%30 gibi bir olasılıkla). Mide alt üst olsa da mutlaka görülmesi gereken bir yer burası da. 

- Altı tane sönmüş yanardağın ortasında yer alan Arequipa ve hâlâ nereden geldikleri belli olmayan, bir anda oluşmuş bir medeniyet olan İnkaların başkenti Cusco en seveceğimiz şehirler olacakmış diyor Ercan Bey. Fotoğraflarına bakarken haklı olabileceğini düşünüyorum. Cusco içeride kaldığı için limandan balık/eşya/haber taşımak için kullanılan İnka yollarında o günlere dönmek gerek. Ayrıca Machu Picchu treni de buradan kalkıyor. Tavanı cam bir trenle nefis manzaralar eşliğinde bu etkileyici İnka antik kentine çıkılacakmış. Ah, dinlemesi bile heyecanlı! Burada bu saklı şehrin sırları çözülen ve çözülemeyen yanlarına ağzımız açık saatlerce bakacağız diye düşünüyorum. 


- Titicaca Gölü: dünyanın üstünde taşımacılık yapılan en büyük gölü. Yerel halkın zamanında İnka eziyetinden kaçmak için sazlardan yaptıkları yüzen adacıkları görmek çok etkileyici olabilir. O dönemin travması nedeniyle hâlâ anakaraya çıkmak istemeyen eski nesle göre genç nesil modern yaşam isteyerek en yakın şehir Puno'ya yerleşiyormuş. O yüzden bu yüzen saz adalar geleneğinin elli yıl içinde yok olacağı öngörülüyor. 


- Lima: Tabi ki başkenti görmeden dönmek olmaz. Ama diğer yerlerle karşılaştırıldığında burası bir hiç sanki dostum! Peru ve Bolivya doğal kaynaklar açısından çok zengin. Topraktan adeta altın, gümüş, bakır ve nitrat fışkırıyor ama elbette halka faydası yok bu zenginliğin. Doğru düzgün işletilen madenler de yok. Yine de 1540'lardan itibaren buranın başkent olmasının nedeni elbette ülkenin ortasında yer alan bir liman şehri olması. Böylelikle hem çıkarılan madenler Avrupa'ya buradan gönderilebilir hem de ülkenin her yerinden kolaylıkla ulaşılabilir diye düşünmüş İspanyollar.

- Bolivya'da ise görülecek şeyler nispeten daha az. Zaten önceden ayrı bir ülke olarak bile düşünülmezmiş; Aşağı Peru denirmiş işte. La Paz fiili başkent, ama anayasal başkent Sucre. Büyü yapmak isteyenleri La Paz'daki cadı pazarına alabiliriz. Kurbağa bacağından at kuyruğu kılına, kurutulmuş lama dilinden yarasa kanadına kadar ne ararsanız mevcut!

Not aldıklarım, hatırladıklarım bu kadar. Ha bu arada pisco sour içmeyi unutmuyoruz molalarda. Peru ve Şili'ye has bir brendi türünün yumurta akı, tarçın ve misket limonu ile birlikteliğinden oluşan geleneksel bir içki bu. Pisco bölgesi şarap üretimi için de uygunmuş bu arada.


Bir de dana etinin yanında bir lama türü olan vikunya ve alpaka eti de yiyecekmişiz buralardayken. Ayrıca buralara has bu hayvanların yününden yapılmış pançolar, hırkalar, bereler de alınacaklar arasındaymış. Lama ve alpaka evcil ve 2. kalite yüne sahip hayvanlarmış, vikunya ise evcil değil ama en değerli yüne sahip bölge hayvanı. Alırken malzemeye dikkat!

Daha bir sürü gezilecek nokta, tüylerinizi diken diken edecek hikaye ve tüyolarla dolu iki buçuk saatlik nefis bir seminer dinledik o akşam. O yüzden Ercan Bey'e bir kez de buradan teşekkür ediyorum. Umarım bir gezisinde anlattığı yerleri birlikte gezme fırsatımız da olur.

(Fotoğraflar için Google görseller sağ olsun diyorum.)

Lokanta Armut ve Suadiye Mirror

Evet, yine nefis yemeklerle karşınızdayım. Hazır mısınız? ;)

İlki bir süredir adı her yerde karşıma çıkan Lokanta Armut. Burası bu ilk ya da sonbaharda bir hafta sonu kalmak için gitmek istediğimiz Barbare Bağ Evi'nin de genel müdürü Tülin Bozüyük ile Şef Burak Zafer Sırmaçekici tarafından kurulan sade ama çok güzel bir gurme restoran. Yemeklerin lezzetine de şarapların çeşitliliğine ve kalitesine de güvenebilir, kendinizi işinin ehli bu isimlere teslim edebilirsiniz. 



Menü sayfaları doldurmuyor. Restoranın kendisi gibi sade, ama kaliteli malzemelerle hazırlanmış nefis tatlardan oluşuyor. Başlangıç olarak gelen sarımsaklı, çam fıstıklı ve biberli tereyağ halkaları ve ekşi maya ekmeği bile şefin yapımı. Biz dört kişi olarak dört beş tane başlangıç tabağı ve iki ana yemek söyledik. Şaraplardan ise en beğendiğimiz aşağıdaki kolajda gördüğünüz Urla oldu.  Yerel tulum peynirleri çok lezzetliydi. Kavanozda somon ise hem sunumuyla, hem kapağı açar açmaz gelen sirkeli ve sarımsaklı karışımın kokusuyla, hem de tadıyla bayıldığımız bir tat oldu. Ahtapot kalamar çeşitlemesi ve levrek söğüşlü tabakla birlikte başlangıçlara son vererek ana yemeklere geçelim dedik. Üç ana yemekten etli olan ikisini seçtik bu kez. Ve ikisinden de çok memnun kaldık. Pirzolaların yanındaki minik topların kızarmış iç pilav olduğunu biliyor musunuz? Dana antrikotun altındaki püre ise eski kaşarlı ve nefis bir tadı var.  


Kısacası burası duyduğum kadar varmış. Mutlaka denemelisiniz. Yemeklerden, servisten ve her ikisinin kalitesinin karşısında ödediğiniz fiyattan memnun kalacaksınız. Rezervasyon için: 0-212-229 22 25

İkinci mekan önerim ise Suadiye Mirror olacak. Burayı yemeklerden çok mekanın kendisi için önereceğim, çünkü ortamına, loş aydınlatmasına, manzarasına, bizim gittiğimiz gece çalan müziklerine bayıldım. Yemekleri hakkında çok fazla bir fikrim yok ne yazık ki. Uzun zamandır uğramadığım fırsat sitelerinden birine uğrayarak, şükela bir kupon aldığım için sadece sushilerinin tadına bakabildik. O da bir sushi restoranı kadar güzel değil, ama kötü de değildi. Yanında bir şişe şarabımızla sushi kuponu bahane sohbet şahane dedik Bostik'le. :) Başka yemekler ya da sadece bir şeyler içmek için de gidilebilecek hoş bir mekandı bana göre. Rezervasyon tel: 0-216-464 27 10.


Yağmurlu ve sevimsiz İstanbul günleri ve geceleri itinayla değerlendirilir anlayacağınız. Ama hava artık canımı sıkmaya başlıyor. Böyle davranmaya devam ederse kaçıp giderim sıcak diyarlara, haberi olsun. ;)

Öfke

Pek çok çeşidi olabilir ama bu kez Salman Rushdie'nin kitabı olanından bahsediyorum. Orta yaşlarına gelmiş, Hint asıllı felsefe profesörü Malik Solanka, akademik hayatın kısırlığından şikayetçi olduğu için üniversitedeki işinden ayrılır. Yarattığı bebekler ile bir TV programı yapmaya başlar ve bu bebekleri sayesinden bir anda büyük bir üne ve paraya kavuşur. Tabi hiç bayılmadığı popüler kültürün de bir halkası olmuştur artık. Dışarıdan bakıldığında Londra'da ideal bir yaşamı var gibi görünse de aslında cinnetin eşiğine gelecek kadar bunalmıştır. Cinnet getirmek yerine kaçmayı tercih eder ve karısına ve çocuğuna haber bile vermeden tek yön bileti alarak kendini New York'a atar. Burada da durum pek farklı değildir tabi, onu bu aşamaya getiren öfke çemberinin farklı bir haliyle sarmalanmıştır yine. Çünkü Malik Solanka'nın da dediği gibi "hayat öfkedir".  

Kitapta Solanka'nın New York'ta sil baştan kurmaya çalıştığı düzen üzerinden Amerikan toplumuna, Batı'nın tüketen, sömüren ve saldırgan düzenine karşı çok sert eleştiriler var. O anlamda felsefi bir roman olduğunu da söyleyebilirim. İlk basımı 2001 yılında yapılan romanda eleştirilen her şeyin günümüz dünyasında kat be kat arttığını ve müthiş bir öfke ve gerilimle yaşamanın, yaşamlarımızın bir parçası haline geldiğini kitabı okudukça fark edeceksiniz. 


Alıntılar

...Amerika sınırsız gücü yüzünden korku doludur; dünyanın öfkesinden korkar ve bu öfkenin adını kıskançlık olarak değiştirir...

...Yeni başlayan üçüncü milenyumda Amerika gençliğinin hayatı böyleydi işte. Olağanüstü güzel ve keskin zekalı bir kızın tamamen maddi gerekçelerle reddedilmesi, yürek meseleleri ya da en azından çiftleşme oyunu söz konusu olduğunda Amerikan standartlarının emlak fiyatlarından bile yüksek olduğunu kanıtlar nitelikteydi...

...Gerçeğe sahip çıkan güçsüz, yalanı savunan kudretli olduğunda güçlünün önünde eğilmek daha mı iyiydi? Yoksa kararlı bir tavırla direnen insan kendi içindeki daha derin gücü keşfedip despotu alaşağı edebilir miydi?...

...İnsanlar sevdikleri birine zarar vermekten, korktukları birine zarar vermekten daha az çekinirler. Çünkü insanlar acınası yaratıklar olduklarından, kendi çıkarları söz konusu olduğunda, sevgiyi oluşturan yükümlülükler zincirini kırmaktan çekinmezler; oysa korkuyu cezalandırılma endişesi oluşturur ve bu endişe insanı asla terk etmez....

...Kendini bir kez sattın mı, elinde alan tek güç fiyat konusunda bir miktar pazarlık etme gücüdür...

İyi okumalar.

Sergi Haberi: Tılsımlar

Son dönem ülkemiz sanatının önemli değerlerinden Oya Özer'in 20 tane yağlı boya eserini sergileyeceği ‘Tılsımlar/ Talismans’ isimli sergisi 1- 15 Nisan tarihleri arasında Galeri Eksen’de açılacaktır.

Sergi, dünya kültürüne yüksek derecede etki yapan Anadolu ve farklı medeniyetlerdeki tılsım konusu üzerinden hareket etmektedir. Binlerce yüzyıllık bir geçmişe sahip olan insan kültürünün en önemli inanışlarından olan tılsımlar, tüm heyecanı ve tazeliği ile Galeri Eksen’de sergilenecektir. Sergide uğur böcekleri, balıklar, dört yapraklı yoncalar, hırka-i şerif ve kadim kültürlerin inançlarına dayalı birçok figürü Oya Özer estetiği ile görebileceğiz. 


Eşref Yıldırım'ın sergi tanıtım yazısı...

Sanat, önceleri sanat değil ritüeldi. Sanatçı yoktu; korkutucu bir doğa ve onunla mücadele etmeye gücü yetmeyen çaresiz insan vardı sadece. Sanat tarihinin başlatıldığı yer olan mağara duvarı resimleri sanat değil ‘’av büyüsü’’ydü. Kontrol edilemeyen şeyleri etki altına almanın bir yolu olarak onları büyüleyebilmek umulurdu. 

Rastlantıların kendi lehine sonuçlar vermesini, felaketlerin uzakta kalmasını bekleyen insan sadece dilemekle yetinmedi, bu isteme halini biçimleştirdi. Hayvanlara, bitkilere, taşlara başka anlamlar yükledi, onlardan yola çıkarak yeni semboller yarattı. Kendi üzerinde, evinde, yakınında taşıdı onları; yalnız, çıplak kalamadı. Tavus kuşundan yılana, sarımsaktan yoncaya, bazı tılsımlı sözcüklerden bazı düğümlere kadar aklınıza gelen gelmeyen yığınla şey, insanın arzularını elde etmesi yolunda birer sihirli araçtı artık. 


Tek tanrılı dinler döneminde pagan kültürlerin bu renkliliği azalsa bile yok olmadı. Büyüyü asıl bozan ‘’akıl çağı’’ olacaktı ama oraya varana kadar koskoca, rengârenk, uçsuz bucaksız bir kültür yaratmıştı insan kendi güçsüzlüğünden, aczinden. Aklın yetmediği ya da kullanımdan geri bırakıldığı yerlerde hâlâ durum çok farklı değil. Daha da yaygın olanı; zamanında doğrudan bir işlevi olduğuna inanılan bu tılsımlı sembolleri, artık çok inanmasak bile süsleme olarak, dekor olarak, takı, tasarım, logo olarak, gittiğimiz yerlerden topladığımız küçük hatıra eşyaları olarak, hele ki bu görsel bombardıman çağında her an, pek çok yerde görebiliyoruz. Değişen dünyanın yeni hedeflerine eski kodlarla gidiliyor hâlâ. 



Rönesans'la birlikte sanat, zihinsel bir eyleme; sanatçı da yapıtına imzasını atan mühim bir kişiliğe dönüştü. Kötü ruhları uzaklaştırmaya çalışmak, bereket getirmek gibi işlerden daha soylu bir görevi vardı bir takım yüzeyleri boyayan ya da taşları yontan o insanın, evreni kavramaya çalışıyordu. Sanat eserinin biricik, benzersiz ve alınıp satılabilir bir metaya dönüşmesiyse kültürün elden ele dolaşıp çoğalarak var olduğu zamanları durdurup müzelerde, koleksiyonlarda saklamakla sonuçlanacaktı. 

Oya Özer’in tılsımlı resimler serisi, burada kabaca bahsedilen çizgisel gelişimi dairesel hale getirerek, işi başladığı yere geri döndürüyor. Modern zamanlara ait dışavurumcu resim anlayışıyla, geçmiş halkların tılsımlı sembolleri üzerine bir araştırmaya girişiyor sanatçı, izleyiciye o tılsımlı sembolleri göstermekle birlikte daha çok o sembolün yarattığı büyülü atmosferi vaat ederek üstelik. İlkel kabile törenlerinde yaşanan vecd haliyle sürrealistlerin ya da ekspresyonistlerin üretim biçimleri arasında bir paralellik kurulabilir. Özellikle Jackson Pollock’un resimleri, yaşadığı bir takım kendinden geçiş hallerinin izleri olarak da yorumlanır. Oya Özer’in tılsımlı resimlerinde de ressamın resim yapma coşkusuna tanık oluruz. Ele aldığı konuyla iç içe düşünüldüğünde bu durum daha anlamlıdır. İzleyiciyi büyülemeye çalışan, sonrasına yatırım yapan bir tavırdan çok, büyülenmiş birinin tam o üretim anında içinde yaşadığı evrenin betimlemesidir gördüğümüz. İstenen şeyden çok isteme halidir önemli olan. 


İnsanın aklına şu soru geliyor ister istemez bu kadar tılsımın içinde: alıp duvarımıza astığımız bir resim bizi kötülüklerden korur mu? Muhtemelen hayır. Sanat insanı felaketlerden korumaz ama düşüncelerimizi arıtıp başka sorular sormamızı, şeylere başka bir yerden de bakabilmemizi sağlayarak bizi daha ‘’iyi’’ insanlar haline getirebilir belki. Bu da hiç yabana atılacak bir ‘’büyülenme’’ değil.

***

Basın bülteni ve sergi yazısı her şeyi çok güzel anlatmış bence. Bize de gidip, tabloları görmek kalıyor o zaman.

Galeri Eksen adres: Maçka Cad. No:29 Nişantaşı Tel: 0212-219 08 50

İyi gezmeler!

Lezzet Önerileri: Burger@ ve Hasanbey Çiftliği

Cuma günü Mamut Art Project 2015'i gezdim. Fotoğraflarını burada bulabilirsiniz. Bu da ne ola ki diyorsanız, son üç yıldır gerçekleştirilen sanat ve genç sanatçılar adına çok olumlu bir proje. Genç sanatçılara alan ve görünürlük sağlamak amacıyla yapılan, ulaşılabilir sanatı destekleyen, genç sanatçıları destekleyen bir oluşum. Burada işleri beğenilen sanatçılardan İstanbul Bienali'ne katılanlar bile olmuş. Ben geçen senekini ve bu senekini gezdim. Kesinlikle bundan sonrakileri kaçırmayın derim. Gerçekten ilham verici işlerle ve bakış açılarıyla karşılaşmanın keyfi paha biçilemez. 

Yine spor ve sanatı birleştirdiğim bir gün olmasına karar vererek Maçka Küçükçiftlik Park'ta gerçekleşen bu etkinliğe Beşiktaş'tan yürüdüm. 55 sanatçının 400'e yakın eserini gördüm. Sonra Maçka Parkı'ndan yürüyerek Nişantaşı'na geldim. Ve beklenen an geldi: acıktım! Canım da anne köftesiyle yapılmış bir hamburger çekince dooğru Burger@'e attım kendimi. Şair Nigar Sokak'ın başında yer alan Burger@ minicik ve sevimli bir mahalle hamburgercisi. Birkaç şubesi daha varmış. İçinde közlenmiş biber, karamelize soğan, jalapeno biberi olan Barbeque Burger söyledim bir tane. Yanına patates kızartması falan almadım, soda söyledim ve hamburger ekmeklerinden birini de (alttakini) yemedim tabi ki. Alkışlar için teşekkürler, elleriniz dert görmesin. ;) Hamburger olarak kesinlikle en favorilerim arasına girecek lezzette olduğunu söyleyebilirim. Köftesinin sululuğu, ekmeğinin güzelliği, malzemelerin uyumu, servis nefisti. Bir dahaki sefere Cheeseburger denemeyi düşünüyorum (hâlâ aklımda olan Super Duper lezzetini sanki onda bulabilirmişim gibi geldi bana). Et tahtasında gelen Lokum ya da yeşillikler arasında servis edilen hamburger köftesiyle Fit Burger gibi alternatifler de mevcut. Anlayacağınız web sayfalarındaki ekstra romantik müzik dışında her şey güzel göründü gözüme. ;) Bence denemelisiniz.


İkinci önerim ise ilk kez alışveriş yaptığım, ama başta Dilara olmak üzere sağlıklı yaşam ve yemek bloglarında sık sık adını duyduğum Hasanbey Çiftliği olacak. Evdeki reçel ve bal stokumun tükenmeye başladığını görünce hemen ilk siparişimi verdim. Sayfaya girmişken biraz domates, biraz köy yumurtası, biraz peynir ve kurutulmuş domates de alarak paketimi kargo ücreti ödemeyecek boyuta getirdim. ;) Tamamı doğal ve katkısız olan ürünler ertesi sabah harika sarılıp sarmalanmış ve paketlenmiş bir şekilde elime ulaştı. 


Peyniri ve balı henüz denemedim, ama domates reçeli ve kayısı marmelatının lezzeti karşısında gözüm döndü diyebilirim. Kurutulmuş domatesleri, salkım domatesleri ve köy yumurtaları da harika. Bundan sonra İso'cumla birlikte evde tüketebileceğimiz kadar uzun süre kalacağımız zamanlarda mutlaka buradan bol bol sipariş vereceğim gibi görünüyor. Siz de gönül rahatlığıyla Bergama'dan bir koli sağlık sipariş edebilirsiniz, o kokulara ve o lezzetlere bayılacağınızı düşünüyorum.

Afiyet olsun!