Tespih Ağacının Gölgesinde

Ta TAC yıllarımda ders olarak İngilizcesini okuduğum Bülbülü Öldürmek romanının yazarı Harper Lee, 55 yıl aradan sonra ikinci romanını yazmış diye duyunca direkt attım İdefix sepetine. Daha sonra Bülbülü Öldürmek romanındaki karakterlerin hayatlarında 20 yıl sonrasına gideceğimizi duyunca içimden bir eyvah dedim. Pek harika olmayan hafızamı ve o yıllarda henüz imgelemelerimde bile yer almayan blog notlarımı düşünerek ilk kitapla ilgili kısa bir hatırlatma için nerelere başvursam dedim ve Google ve Ekşi karışımına karar verdim. Fırlama Scout'u, müşfik ve adalet timsali avukat baba Atticus'u, ölen ağabey Jem'i, hala karakterini, yaşadıkları Maycomb kasabasını ve 1930lu yılların ABD'sinde had safhada olan zencilere karşı ırkçılığı özetle hatırladıktan sonra hoop 1950li yıllara geliyoruz. 

Jean Louise (bir zamanların fırlama Scout'u) artık New York'ta tek başına yaşayan ve kendi ayakları üstünde duran, yaşıtlarının pek çoğu gibi kasabada evlenip çoluk çocuğa karışmamış dönemin nadir genç kadınlarından. Ziyaret için geldiği bu Güney kasabasında da yaşamın ve karakterlerin pek de değişmediğini, aynı küçük kasaba kapalılığı, dar görüşlülüğü, dedikoduları ve kalıp yaşamlarının devam ettiğini görüyor. Ancak bu kez onu hayal kırıklığına uğratan iki isim var. İlki ve en önemlisi gözünde adeta Tanrısallaştırdığı babası Atticus, diğeri ise babasının desteğiyle eğitimine devam ederek şimdi onunla birlikte çalışan ve gençliğinden beri genç kadına aşık olan Henry. Bir zamanlar eşitlik ve adalete inanan, insan hakları savunucusu babasının da zencilere karşı bakış açısının değişmiş olabileceğini görmek Jean Louise için büyük bir yıkım oluyor. Hayattaki en büyük inancı, güven duyduğu dayanak noktası en temel yerinden sarsılan genç kadın ve kasabayı temsil eden diğerleri arasındaki ilişki tastamam kopar mı, yoksa bir orta yol bulunur mu? Kendinizi kaptırın, çok da harika olmayan çeviriye çok takılmadan zevk almaya bakın ve okuyun derim. 

Alıntılar...
* "İnsanın doğumu son derece tatsızdır. Pistir, fazlasıyla acılıdır, bazen de tehlikelidir. Ve illa ki kanlıdır. Aynısı uygarlık için de geçerli. Güney, müthiş ıstırap veren son doğum sancılarını çekiyor. Yeni bir şey doğurmak üzere."
* "...(Jean Louise zencilerden bahsediyor) Onların insan olduklarını yadsıyorsun. Onlara umudu yasaklıyorsun. Bu dünyadaki her insan, kafası, kolları ve bacakları olan her birey yüreğinde umutla doğar. Bunu Anayasa'da bulamazsın..."
* "...(Jean Louise ırkçıları Hitler'e benzettiğinde babasının şaşırması üzerine devam ediyor) Daha iyi değilsiniz. Tek fark, insanların bedenlerini değil, ruhlarını öldürüyorsunuz. Onlara şöyle diyorsunuz: 'Bak uslu durun. Terbiyenizi takının. Efendi olur, dediğimizi yaparsanız hayattan bir sürü şey elde edersiniz, yok sözümüzü dinlemezseniz, sizi eli boş bırakırız, dahası şimdiye kadar verdiklerimizi de alırız." (Tanıdık geldi mi?)

* "Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: her ikisi de mantığın bittiği yerde başlar."
Seveceksiniz. Daha da önemlisi ırkçılık ve ötekileştirmenin dinamiklerinin her yerde nasıl da aynı zalimlikte olduğunu görerek, kendi ülkemizden de benzerlikler bulacaksınız.  Bense çoktan kendi ülkemize döndüm bile: elimde Filiz Aygündüz'ün Kaç Zil Kaldı Örtmenim? romanı var. Yepyeni bir dünyaya yolculuk etmeye hazırım. 

Keyifli okumalar dilerim.   

Hiç yorum yok: