Medet

22 Kasım akşamı Toy İstanbul'da Tiyatro Yan Etki'nin Medet adlı oyununu izledik. G-Mall'da  o en sık sinema izlediğimiz günlerin yaklaşık on yıl geride kaldığını fark edince feci bir yaşlanıyoruz muhabbetine daldık oyun öncesinde. Sonra DOTMarsta için bol bol uğramıştık buraya ve o dönemler buranın küçük tiyatro gruplarına kiralanan sahneleri ve Souq Karaköy tarzı tasarım alışveriş stantları ile ne kadar güzel değerlendirilebileceğini düşünmüştüm. Toy İstanbul, o kıvamda değil henüz ama DOT'tan boşalan yeri çeşitli tiyatro gruplarına ayırarak güzel bir iş çıkarmış. Hemen 3 ve 7 Aralık'taki oyunlar için de yerimizi ayırttık tabi. Toy İstanbul programını incelerken aşağıdaki sarı şişko da bize eşlik etti. ;)


Medet, Deniz Madanoğlu'nun yazdığı ve Serkan Üstüner'in yönettiği bir Tiyatro Yan Etki oyunu. Baş rollerinde Faruk Barman ve Melike Güner var. Melike Güner daha da bir baş rol sanki. Onu izlerken bir ara "yarabbim bu bitmek tükenmek bilmeyen ağlamayı bir yerden tanıyorum ben" diye düşünüp durdum ama nereden tanıdığımı bulamamıştım. Çıkınca internet sağ olsun buldum: İncir Reçeli'nden tanıyormuşum. Orada da ağlaya ağlaya içi çıkıştı kızcağızın. Buradan yönetmenlere sesleniyorum: lütfen artık bu Melike kızımıza güleç bir rol verin yahu. ;)

Oyuna gelince... Uzun bir aradan sonra kendilerine İstanbul'da iki farklı hayat kurmuş iki eski sevgilinin bir doktor muayenehanesinde bir araya gelişini izliyoruz. Gençlik yıllarında derslerle hiç ilgisi olmayan, daha serseri bir tip  olan Durukan, güzel bir semtte muayenehanesi olan bir doktor olmuş. Gençliğinde daha çok okuyup İstanbul'a gelme, çalışma hayalleri kuran, modern görüşlü, hafif fırlama Çiçek ise başı bağlı, ürkek, iki lafından biri "Allah, peygamber, kader, kısmet" olan bir kadına dönüşmüş. Çiçek'in 1999 Kocaeli depreminden sonra ilk kez Durukan'ın karşısına çıkmasının nedeninin aşkla meşkle ilgisi yok tabi. Çiçek, eski sevgilisinden kendisi için bir iyilik yapmasını isteyecek... ya da daha doğru bir ifadeyle ondan "medet" umacak.

Güzel bir konu, güzel oyunculuklar. Ruh halim pek harika olmadığı için biraz fazla ağlak olduğunu düşünmüş olabilirim. Ama hikaye kesinlikle bize ait, özellikle de kadın ve erkeğe ailede ve genel anlamda toplumda biçilen roller bakımından. İlişkiler açısından da güven yok olduğunda dünyanın insanın başına yıkıldığını anlatmak açısından çok başarılı. İzleyin derim. 

Toy İstanbul'da bir sonraki tarihler 13 ve 27 Aralık. Diğer yerlerdeki en güzel tarihler için Tiyatro Yan Etki'nin Twitter ya da Facebook hesaplarını takip edebilirsiniz.

İyi seyirler!

Eduard Einstein Vakası

Harika bir kitap ile başlıyorum haftaya. Çoğunuzun da ilgisini çekeceğini düşünüyorum konunun. Yüzyılın dahilerinden Albert Einstein'in özel yaşamına, en çok da uzun yıllar Burghölzli Kliniği'nde şizofreni tedavisi gören küçük oğlu Eduard ile olan -ya da olmayan- ilişkisine göz atacaksınız bu kitapta. Kitapta iki evliliğine, çocuklarıyla ilişkilerine, Hitler döneminde Amerika'ya sürgün gidişine, ırkçılığa karşı verdiği mücadeleye ve daha pek çok konuya yer verilmiş olsa da asıl değinilen bir tür utanç duygusuyla yok saydığı ve babasına karşı müthiş bir nefret ve içerleme duygusuyla dolu olan şizofren oğlu Eduard


Eduard'ın, ölene kadar yanında olan annesi ve Einstein'ın ilk karısı Mileva'nın ve elbette Albert Einstein'ın ağzından yazılmış bölümler şeklinde ilerleyen roman çok keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. Eduard'ın düşüncelerinin anlatıldığı bölümlerin çoğunda içim parçalandı desem yeridir. 

"-Ben de babam kadar ünlüyüm. Denklemdeki E, Eduard'ın E'si. Eduard=mc2"

Ne zor bir durum yaşayan ve etrafında ona bakanlar için. Albert Einstein'ın da dünyayı aydınlatırken kendi etrafına bir mum ışığı bile tutamamış, duygusal açıdan ne kadar eksik ve sorumluluktan uzak bir adam olduğunu görmek biraz üzücü - ama çok da şaşırtıcı gelmedi bana nedense (dahilerin pek çoğunun hayat başarısızı olduklarını düşünürüm). 

"-Eduard'ı düşünüyor. Sonra kendini. 'Canlı varlık yabancı unsuru yok ederek kendi varoluşunu korur.' Kendimi böyle mi koruyorum diyor içinden, Eduard'la arasına bu kadar büyük bir mesafe koyarak. Kendi varoluşunu koruyor. Yabancı unsuru yok ediyor. ölüm içgüdüsüne boyun eğiyor."

Laurent Seksik tarafından yazılan Eduard Einstein Vakası, Sosi Dolanoğlu çevirisiyle Can Yayınları'ndan çıktı. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim. 

Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!


“Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

Müzayede Haberi: Antika ve Sanat Müzayedesi

Antika ve Sanat Müzayedesi Türk resminin değerli sanatçılarının yer aldığı 27 Kasım Pazar günü saat:17:00’da Nişantaşı Antika ve Sanat Sergi Salonu’nda gerçekleştirilecektir. Özel koleksiyonlardan oluşan müzayedede Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nuri İyem, Alaettin Aksoy,İbrahim Balaban, Burhan Uygur, Nejad Melih Devrim, Cevat Dereli ve Ali Demir gibi bir çok değerli sanatçının eserleri satışa sunuluyor.

 İbrahim Balaban

Cihat Burak

Müzayedenin en heyecan verici eserlerinden ilk kez satışa sunulan Nuri İyem’in nadir bulunan seramiği ve Bedri Rahmi’nin az bulunan Karabaş Dönemi eseri yer alacaktır. Müzayedede ayrıca Azade Köker’in 1982 yılında yaptığı bir eseri de yer alacaktır.

 Bedri Rahmi Eyüboğlu

Nuri İyem

Aşkın Önder tarafından yönetilecek olan Antika ve Sanat Müzayedesi’nde yer alacak olan eserler 27 Kasım Pazar gününe kadar Nişantaşı Antika ve Sanat Sergi Salonu’nda görülebilir. Maçka Caddesi No:29 adresinden müzayede kataloğunu temin edebilir veya www.antikavesanat.com sitesinden online kataloğa ulaşabilirsiniz.

İletişim : 0212 219 08 50

Köpeklerin İsyan Günü

São Luiz Teatro Municipal ile İstanbul Tiyatro Festivali’nin ortak yapımı olan Köpeklerin İsyan Günü; festivalde gerçekleştirdiği prömiyerin ardından Ekim’de Lizbon’da sahnelenmeye başlamış. Şimdi ise Platform adlı tiyatro grubunun oyunu olarak İstanbul'da sahneleniyor. Zorlu PSM'nin Drama Sahnesi'nde 17 Kasım Perşembe günü izlediğimiz bu yeni oyun ile biz de bu tiyatro sezonunun kişisel açılışını yapmış olduk. Çok da sevdik ve etkileyici bulduk bu oyunu.

Gustave Flaubert'in Madam Bovary isimli romanının günümüzde Nişantaşı'nda geçen serbest bir uyarlaması olarak sahnelenen oyunun yazarı ve yönetmeni Platform'un da kurucularından Ceren Ercan ve Mark Levitas. Oyuncular ise Zuhal Gencer Erkaya, Kanbolat Görkem Aslan, Elif Ürse ve Sercan Gülbahar. Oyunculuklar genel anlamda çok iyi olmasına rağmen Zuhal Gencer Erkaya'yı ağzımız açık izlediğimizi ve hiç abartısız ama çok etkileyici oyunculuğuna hayran kaldığımızı söylemeliyim. 


Nişantaşı'nda yaşayan orta halli, modern, eğitimli bir karı koca, ajanstan buldukları köpeklerini gezdiren genç çocuk ve kadının annesinin bakıcısı genç kadının etrafında geçen hikayede aslında son yıllarda yaşanan toplumsal bir dönüşüm ve bu dönüşüme ayak uyduramayanların hüzünlü halleri anlatılıyor. Cumhuriyet değerleriyle, eğitimin ve kültürün önemine inanarak büyümüş ve kendine yaşam hedefleri koymuş orta yaşlı bir çiftin, değişen sermaye dünyasında ve toplumda bocalamaları güzel anlatılmış. Sınıfsal ve kültürel farklılıklara karşı gitgide daha duyarsız, hoşgörüsüz olan toplumun bir arada yaşamak durumunda olmasının ne kadar sancılı ve rahatsızlık verici olduğu ve her kesimden insanı nasıl da yalnız ve güvensiz kıldığı gösterilmiş. Kısacası içinde yaşadığımız ve bizi hasta eden günümüz Türkiye'si, İstanbul'u var bu oyunda, bu dört kişinin hayatlarında.


Dediğim gibi ben çok sevdim bu oyunu. Siz de izlemek isterseniz biletleri Zorlu PSM'den ve Biletix'ten alabilirsiniz. (Bir sonraki tarih 18 Aralık gibi görünüyor Zorlu'da.) Platform'un Facebook hesabını takibe alarak da güncel oyun tarihlerini takip edebilirsiniz.

Şimdiden iyi seyirler. 

Haftasonu İçin İki Film ve Bir Kitap

Haftasonuna girerken sizlere iki film ve bir de kitap önerisinde bulunmak istedim. Biri şu an vizyonda olan Pedro Almodovar filmi: Julieta. Julieta adında orta yaşlı bir kadının sevgilisiyle birlikte Madrid'den Portekiz'e taşınmak üzereyken yıllardır görmediği kızına dair aldığı bir haber üzerine son anda Madrid'de kalmaya karar vermesiyle başlıyor film. Ardından da kocaman bir kadın ağırlıklı -elbette öyle olacak, sonuçta bir Almodovar filmi bu- aile hikayesi çıkıyor.  Nobel ödüllü yazar Alice Munro'nun üç ayrı hikayesinden uyarladığı bu son filmini de çok beğendim ben doğrusu. Julieta'nın gençlik ve orta yaşlılık dönemlerini oynayan Adriana Ugarte ve Emma Suarez'in oyunculuklarını da çok başarılı buldum. Temelde biraz hüzünlü bir "iç acısı" hikayesi olsa da film, geçtiği ortamlar, oyunculuklar ve hikaye genel olarak çok güzel. İzleyin derim. 


Sırada bir Türk filmi olan Dünyanın En Güzel Kokusu var. Mustafa Uğur Yağcıoğlu'nun 2015 yapımı filminde oyunculuğunu çok sevdiğim Rıza Kocaoğlu ve Tuba Ünsal ikilisi oynuyor. Konunun da iki kankanın "yaşımız geçiyor, evlenecek birini bulamadık, bari çocuk yapmak için evlenelim de sonra ayrılırız" tadında bir evlilik gerçekleştirmeleri olduğunu vizyona girdiği sıralarda duymuştum. Yine de oyunculukları merak ettiğim için izleyeyim dedim. Ama beklediğim yerden değil beklemediğim bir yerden etkilendim filmde! Kısacası oyunculuklara çok bayılmadım bu kez - Tuba'nın filmin sonundaki doğal video çekimi sahnesi hariç. Rıza Kocaoğlu'nu abartılı buldum bu kez. Ama "konuyu biliyoruz nasılsa ya" lakaytlığıyla izlerken asıl hikayede gizli bir sürpriz -pek de harika olmayan- olduğunu görünce biraz dağıldım açıkçası. O yüzden izlemeye değer, değişik bir senaryo olduğunu söyleyebilirim. Karar sizin...


Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu

Parola falan değil kitap adı. ;) Acı Çikolata romanıyla tanıdığımız Laura Esquivel'in son romanının adı. Lupita, Meksikalı bir kadın polis. Başarı, güzellik ve zenginlik gibi günümüz dünyasının "hayatta var olma" kriterlerinin yakınından bile geçmeyen gerçek bir kadın, gerçek bir insan. Ütü yapmayı sevdiği gibi kafa çekmeyi de sever, kendine acımayı sever, çıngar çıkarmayı sever, sevişmeyi sever, falan filan... Ancak tanık olduğu bir cinayetle birlikte kendini maceralı bir yolculuğun içinde bulur. Lupita bu gizemi çözmeye çalışırken kendi geçmişiyle ve benliğiyle de yüzleşecektir. 


Lupita karakterinin özündeki o naiflik ve iyiliği ve adalet duygusunu çok sevdim. Sanırım ana karaktere kanım kaynadığından ve Laura Esquivel'in anlatım dilini sevdiğimden kitabı severek okudum. Ama ister istemez Acı Çikolata ile karşılaştırdım ve açıkçası o romandan aldığım keyfi bu kez alamadım diyebilirim. Sık sık koptuğumu hissettiğim oldu okurken. Yine de kıyamam benim tatlı Meksikalıma. Bir bakın bakalım derim. Ama Acı Çikolata'yı okumadıysanız, asıl onu tavsiye ederim.  

Hepinize iyi hafta sonları!

3. İstanbul Tasarım Bienali: Biz İnsan Mıyız?

3. İstanbul Tasarım Bienali, sadece "Biz İnsan Mıyız?" temasıyla bile ilgimi çekmeyi başarmıştı Kaş'ta açılışını okuduğumda. 

"İnsan ve tasarım arasındaki yakın ilişkiyi inceleyen Bienal'de insan anlayışıyla birlikte tasarımın da evrildiği görülüyor. Tasarım insana hizmet ediyormuş gibi görünse de asıl amacı insanı yeniden tasarlamak. Her şeyin tasarlandığı bir devirde yaşıyoruz: Büyük bir özenle şekillendirdiğimiz kişisel görünümümüz ve dijital kimliğimiz, bizi çevreleyen kişisel cihazlar, yeni maddeler, arayüzler, ağlar, sistemler, altyapılar, veriler, kimyasallar, organizmalar ve genetik kodların hepsi tasarlanıyor. Tasarım artık dünyanın ta kendisi olmuş durumda." 

İlgi çekici bir tema ve açıklama olunca Cumartesi günü Bienal'in Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndaki bölümünü gezmeye karar verdik. DEPO ve Studio-X'te de sergiler devam ediyor 20 Kasım'a kadar. 

Bienal küratörleri Beatriz Colomina ve Mark Wigley, açılış öncesi yaptıkları basın açıklamasında temel olarak 8 önermenin belirlendiğini söylemişler:
  • Tasarım daima insanın tasarımıdır.
  • İnsan tasarlayan canlıdır.
  • Türümüz, sonsuz tasarım katmanları arasından durmaktadır.
  • Tasarım, insanın kabiliyet alanını kökten genişletir.
  • Tasarım sürekli köklü eşitsizlikler yaratır.
  • Görmezden gelmenin tasarımı bile tasarımdır.
  • "İyi tasarım" anesteziktir.
  • Anestezik tasarım insanlığa dair önemli sorular sorar.

Biz her zamanki gibi en üst kattan başlayarak aşağı devam ettik. Üst kata yayılmış Homo Cellular bölümüne de bayıldık. İnsanın cep telefonlarıyla birlikte yaşadığı çarpıcı dönüşümü anlatan bölümün çok ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Cep telefonunun zenginde de yoksulda da yeni bir his yarattığını, bir yandan koruma bir yandan da savunmasızlık hissi verdiğini görüyoruz. Su ve yemek sonrası en değerli varlık o. Bedene sürekli yapışık olan cep telefonu, mimarinin yerini almış durumda. Yeni sığınağımız olmuş gibi adeta. 


Selfie tutkusundan, telefonlarımızla ilgili istatistiklere, cep telefonlarının akıllılaşmasıyla birlikte günde onlarca kez yapmaya başladığımız parmak hareketlerine, eskinin "tuğla"larından, iş adamı telefonlarından yeni modellerin ortaya çıkışına kadar pek çok panoda günümüzün belki de en önemli teknoloji tasarımlarından birinin hikayesi duruyor karşımızda. Terastan kilise binası ve arkasındaki denize bakmadan ayrılmam buradan hiçbir zaman. Ama önlerindeki telefona bakmaktan güzelim günbatımlarını, dolunayları kaçıranlar var günümüz dünyasında. Ara kattaki duvar fotoğrafı onlara ithaf edilmiş. ;)


Tasarım ile olan bağını çok anlayamamış olsam da Ape Law (Maymun Yasası) bölümünü de çok sevdim. 2015 yılında Endonezya'da çıkan ve Uzakdoğu'nun pek çok yerine yayılan yangınların hem iklim hem de bölgede yaşayan orangutanların nüfusu üzerinde nasıl olumsuz etkiler yarattığını anlatan ve oradan Jean Jaques Rousseau'nun Eşitsizliğin Kökenleri'ndeki maymunların insanlaşabilme potansiyelleri olduğuna dair bulgulara ve Arjantin'de bir kısım insan haklarını kazananan Sandra adlı orangutana uzanan etkileyici bir odaydı burası. (Hımm, tasarımla ilişkiyi yazarken çözdüm galiba. İnsanın çevresini, doğayı, eko-sistemi dönüştürmesinden mi bahsediyor acaba?)

  
Aşağıdaki ekranların önünde ne yaptığımı soracak olursanız hemen söyleyeyim: insanın dünyayı istila etme sürecini inceliyorum. İçimden "Tüh, İtalya'ya da geldiler tükürdüğümün homo sapiensleri!" falan diye saydırarak. ;) Yan taraftaki ise Hint Pasifiği Tarih Haritası. Artık var olmayan eski baskın rejimlerin ve sömürge imparatorluklarının kendilerini tanımlamak için ürettikleri görüntüleri kullanarak oluşturulmuş.


Gelelim dikkatimi çeken diğer işlere. Sağ altta örümceğin ağ tasarımı var. Daha güzel ve doğal bir çalışma olabilir mi? Yanımda aynı işe bakan sevgililerden erkek olanı kıza dönüp "E örümcek nerede?" diye müthiş bir soru sordu. Hakikaten nerede bu örümcek? Ne yaptınız ona Bienal uğruna? Orangutan hakları var da örümcek hakları yok mu, hı? ;) Üstteki fotoğraf Japonya'daki Fukuşima Nükleer Enerji Santralinin bir numaralı reaktörünün kontrol odası. 11 Mart 2011'de dünyanın üçte birini kirlettiği düşünülen nükleer kazadan hemen sonraski görüntüsü.


Yukarıdaki kolajdan devam ediyorum. Üstte solda ve aşağıda ortada gördüğünüz haritalar mültecilerin göç rotalarını ve NATO'ya ait sularda göz göre göre ölüme terk edilen bot olayını gösteriyor. Sol atta ise petrol endüstrisini müzelik ederek tarihe gömmek isteyen İngiliz John Palmesino ve Ann-Sofi Ronnskog'un Petrol Müzesi işinin sergilendiği oda var.

İnsan bedeninin mükemmel bir tasarım olduğunu düşünenler el kaldırsın! Ben de onlardan biriyim ve oturup ameliyat falan izleyecek kadar da insan anatomisini merak ederim. Siz de bu anlamda bana benziyorsanız, giriş katındaki çalışmalar ilginizi çekecektir.


Ali Kazma'nın bu kattaki kadavra incelenen Anatomi videosu dışında diğer katlardan birinde Norveç'in Svalbard adasında biyoçeşitliliği korumak adına değişik tohumların saklandığı bir depoyu filme aldığı bir video çalışması da vardı. En sağda yer alan Alman çalışması Cam Adam'da da transparan bir derinin altında bedenin iç tasarımının neye benzediğini bize gösteriyor.

Bunlar Bienal'den benim seçtiklerim. Daha pek çok video ve yerleştirme sizleri bekliyor ama zaman da daralıyor, aklınızda olsun. Bu hafta sonu 3. İstanbul Tasarım Bienali sona erecek. O yüzden planlarınızı şimdiden yapın derim. Giriş ücretsiz. Rehberle gezmek isterseniz saatlerini öğrenip, kişi başı 20 TL vererek rehberli turlara da katılabilirsiniz.

Şimdiden iyi gezmeler.   

Şirazı'ın Eylülleri, Diren! ve Salt Tuz

2008 yılında kitabını okuduğum Dalia Sofer'in Şiraz'ın Eylülleri romanının filme uyarlandığını duyar duymaz izlemeyi kafama koymuştum. Adrien Brody'nin baş rolde olduğunu görür görmez merakım daha da arttı. Diğer baş rol ise Salma Hayek, ama Adriencığım Piyanist ve Houdini ile gönlümün ayrı bir köşesine taht kurduğu için daha torpillidir nezdimde. Kitabını yazdığım yazıda (yukarıdaki link) konuyu detaylıca anlattığım için tekrar uzun uzun bahsetmeyeceğim. Bir İran hikayesi dersem az çok tahmin edersiniz zaten. Humeyni ile birlikte yaşanan İslam devrimi sonrası son derece varlıklı, modern bir Musevi ailesinin başına gelenler ve kaçış öyküsü anlatılıyor. Bence güzel bir film uyarlaması olmuş, oyunculuklar çok başarılı, ama kitabını okumanızı illa ki tavsiye ederim. Filmde yer verilmemiş olsa da kitaptan aklımda kalan ve İsaac ile Farnez'ın yanında çalışan Habibe'nin ağzından söylenen şu sözünü bir kez daha burada hatırlatayım dedim: "Bir karıncanın gözünü, bir yılanın ayağını, bir mollanın da hayrını gören olmamıştır." Bence izlenesi bir film. 


İkinci film önerim ise Diren! (Suffragette) olacak. Kadınların 1900lü yılların başlarında İngiltere'de oy hakkı elde etmek için verdikleri mücadeleyi anlatan filmin oyuncu kadrosunda Meryl Streep ve Carey Mulligan gibi isimler göze çarpıyor. Konusu ve oyunculuklar kadar dönem kostümleri ve dekorları da çok başarılı olan filmden çıkan mesajı da günümüzde de içselleştirmemiz hayrımıza olur gibi görünüyor: oturduğun yerden direniş olmaz; kanınla, canınla, feragat ederek, boyun eğmeyerek haklarını kazanabilirsin. Erkek egemen sömürü düzeninde gerçekten de hakkın verilmediğinin, büyük mücadeleler sonrasında alındığının göstergesi bu film. Dayanışmanın ve örgütlü olmanın önemini de gösteriyor. Filmin sonunda ise jenerikte yıllar itibariyle kadınlara oy hakkı veren ülkelerin listesi akıyor. Fransa, İtalya, 1970lerde bu hakkı tanıyan İsviçre gibi ülkeleri görünce 1934'te bizlere bu hakkı ve değeri veren Atatürk'ü bir kez daha sevgi, saygı ve minnetle anmadan edemedim. Ne şanslıyız aslında!


Sergi Haberi: Salt Tuz

Yolum Nişantaşı'nda Galeri Işık yakınlarına düştüğünde mutlaka içeride ne var ne yok diye görmek için uğrarım. Bu kez de 19 Kasım'a kadar devam edecek Salt Tuz adlı fotoğraf sergisini gezmek için uğradım geçen hafta. Sergide Tuz Gölü'nün yok olma tehlikesine dikkat çekmek isteyen fotoğrafçılar, fotoğrafçı Salih Güler'in rehberliğinde 2013 yılından bu yana farklı zamanlarda çektikleri fotoğrafları sergiliyor. 

Başta flamingolar olmak üzere; birçok hayvan ve bitki türüne ev sahipliği yapan Tuz Gölü'nde hızla yaklaşılan kuraklık sonucunda, hiç de uzak olmayan bir gelecekte bu türlerin yaşama şansı kalmayacak.


Tuz Gölü'nde çektiği fotoğrafları ile tanınan fotoğrafçı Salih Güler, bu olumsuzluğa dikkat çekmek, süregelen yanlışlıkların önlenebilmesine ve bu doğal mirasın gelecek nesillere taşınmasına katkıda bulunmak üzere; fotoğrafı hobi ve hayatlarının anlamlı bir parçası olarak gören fotoğrafçı arkadaşları ile 2013 yılından bu yana her yıl, Tuz Gölü'nün insanı derinden etkileyen doğal atmosferinin estetik ile birleştirildiği "Tuz Gölü Fotoğraf Atölyeleri"ni gerçekleştiriyor. İlgilenenlere duyurulur.

İyi hafta sonları!

Ekşi Elmalar

Hafta sonu şu an vizyonda olan Ekşi Elmalar'ı izledik. Ben Bir Demet Tiyatro'dan bu yana Yılmaz Erdoğan hayranı olduğum için mi bu adamın elin değdiği her şeyi seviyorum, yoksa adam mı gerçekten yetenekli bilemiyorum, ama ne yapsa severek izlemiş ya da okumuşumdur. Yazdıklarındaki duygu yoğunluğunun dozunu da çok iyi ayarladığını düşünmüşümdür hep. Maymunluk yapmadan komedi yapabilen, iki göz iki çeşme ağlatmak için kasmadan üzüntü, sıkıntı, nefret, vs gibi duyguları hissettirebilen yazar ve yönetmenlerden. Kendi doğduğu toprakları anlatırkenki tarzını da çok seviyorum ayrıca. Güzeli görmeyi becerdiği, gülümsetene ve iç ısıtana odaklandığı çok belli. 


(Filmi izlemeyi düşünen artık okumasııın!!) Ekşi Elmalar, Hakkari'de Belediye "Reisi"nin ailesi etrafında geçen bir hikaye. 80 ihtilalinden hemen önce başlıyor, ihtilalle birlikte ülkenin olduğu gibi AP'den aday olan Reis'in de hafiften tadı kaçıyor. Yılmaz Erdoğan'ın canlandırdığı Aziz Reis'in tutkulu bir tarafı var. Kafasında Hakkari'nin dağlarıyla ilgili projeler dönüp duruyor, güzel giyinmeyi seviyor ve elma bahçesinin üstüne titriyor. Üç tane de birbirinden güzel kızı var, ama evde ters bir baba ve koca olan Reis, onları da çok sıkarak yetiştirmiş ve evlendirmeye hiç niyeti yok gibi görünüyor. Reis'in kızlarını canlandıran Songül Öden, Şükran Ovalı ve Farah Zeynep Abdullah çok doğal ve başarılı oynamışlar. Kızların talipleri arasında da en favorim mühendis bey Fatih Artman oldu. ;)

Büyük kızların evlenip çoluk çocuğa karışmaları, Reis'in siyaseten,maddi açıdan ve elbette ruhen düşüşü, evlerini, bahçelerini bırakıp Antalya'ya taşınmaları, hastalıklar falan derken neşesiyle hüznüyle sıcacık bir aile ve dönem hikayesi izlemiş oluyorsunuz. Bu arada dekor ve kostümler de hayran kaldığımı belirtmeden geçmeyeyim. Özellikle de Reis'in evi ve yayla-şehir arası göç sahnesi ve yaylaya adeta minik bir şehir kurdukları bölümler, Hakkari'nin dağları arasında çekilen fotografik görüntüler beni mest etti.


Hüzünlendiğimiz çok yer olsa da evin en küçük ve en cesur kızı Muazzez sayesinde "aşkın cesaret istediğini" de görünce keyfimiz yerine geldi. Zira Özgür'ü en son Che Guevera'dan hallice gördüğümde bu çocuğu bir daha göremeyiz demiştim. ;)

Sonuç olarak, mutlaka gidin bu filme. Bu kötü dönemde bu deveyi gütmek zorundaysak sığınacağımız tek yer sanat. Ha bu diyardan gideceksek de sığınacağımız yer aynı bence. Ruhu şifalandırmak lazım: sinemayla, tiyatroyla, kitapla, müzikle, doğayla... Başka çıkar yolumuz yok.

(Fotoğrafları buradan aldım.)

Seyahat Sanatı

Genellikle şu fotoğrafta gördüğünüz manzaraya karşı kurulduğum ağaç altında okuyup bitirdiğim ve çok keyif aldığım bir kitapla başlayayım haftaya ki içimiz açılsın. (Zira şu an görebildiğim tek manzara ülkenin aşırı acıklı hali ve hiç de keyifli değil kendisi!) Seyahat Sanatı adı üstünde seyahat ile ilgili. Biliyorsunuz ki benim de başlıca ilgi alanlarımdan biri seyahat. Alain de Botton, bu kitapta birtakım başlıklar altında, farklı sanatçıların seyahat ile ilgili rehberliğine yer vermiş. O kadar güzelmiş ki bambaşka gözlerle seyahat etmeye bakmak. Çok severek okudum her satırını ve neredeyse her sayfasında altını çizecek bir şeyler buldum. Aynı ya da tamamen farklı düşündüğüm yorumlardı bunlar ve hepsi de illa ki zihnimi etkili bir biçimde kıpraştırdı. ;) Günün sonunda en uzlaştığım fikirler seyahatin ruhu iyileştiren bir şey olduğu ve hiçbir zaman beklenti ve gerçekliğin birbirine uymadığı oldu. Ve elbette Doğa ile ilgili bölüm de en sevdiğim bölümlerden biri oldu.

Şimdi hemen alıntılara geçiyorum, çünkü içinizde feci bir okuma isteği uyandırmam lazım. ;)


Alıntılar...

* "...Bir yere gitmeden önceki beklentilerimiz ve o yerden döndükten sonraki anılarımız müthiş bir saflık taşır: bir yer, en saf haliyle, beklentilerde ve anılarda var olur."

* "Uçağın usulca havalanışı, nasıl sakin bir güç sergiliyorsa, biz de kendi yaşamlarımızda benzer bir güçle hareket edebileceğimizi, bir şeyleri usulca değiştirebileceğimizi, bize acı verenlerin üzerinden sessizce uçup geçebileceğimizi hayal ederiz." (Uçağın kalkışına bayılırım, acaba bu yüzden mi, diye düşündüm okurken. Bir de uçakta bulutları izlemenin muhteşem bir his olduğundan bahsediyor, ki en sevdiğim manzaralardandır. Ve normalde mutfağımızdayken hiç bayılmayacağımız yemekleri uçakta bayıla bayıla yeme nedenimizin bulutların bize eşlik ediyor olması olduğunu söylüyor. Bu da kendimle ilgili düşündüğüm bir nokta oldu, çünkü uçakta her şeyi silip süpürürüm! ;)

* Benzin istasyonunda ve motelde şiirsellik buluyorsak eğer, bir güç bizi havaalanına veya tren istasyonuna çekiyorsa, bunun nedeni toplumdan kopuk bu mekanların mimarilerinin vasatlığına, eşyalarının konforsuzluğuna, aşırı parlak renklerine ve sert ışıklarına rağmen sıradan ve düzenli toplumun bencilce rahatlıklarına ve alışkanlıklarına bir alternatif oluşturmalarıdır belki.

Edward Hopper, Compartment C Car, 1938

* Kendime not: Gustave Flaubert ile yıllar önce Madame Bovary sayesinde tanışmıştın. Başka kitaplarını da al mutlaka. Adam "Sevdiğim yer neresiyse ülkem orasıdır, bana hayaller kurduran, bana kendimi iyi hissettiren yerdir," diyerek seninle aynı milliyetçilik seviyesinde bir kere. Çok tuttum. Ayrıca içine doğduğu Fransız kültüründen ve sözde Batı medeniyetinden nefret eden bir Doğu aşığı olarak ilginç ve protest bir profil çizen yazarın bu görüşlerinden izler de aramalıyım yeni okuyacağım kitaplarında
   
* "...Flaubert temelde yaşamın kaotik olduğuna inanıyor, düzen yaratmayı hedefleyen (sanat hariç) bütün çabalar yüzünden kendi benliğimizi reddettiğimizi, kendimizi fazlasıyla sıktığımızı ve gereksiz yere fazilet tasladığımızı düşünüyordu."


*  Hildebrand Jacob, insanda yücelik hissi uyandırma olasılığı en yüksek yerlerin okyanuslar, günbatımları, uçurumlar, büyük mağaralar ve İsviçre'deki dağlar olduğunu söylemiş."...Yüce yerler, sıradan yaşamın bize her gün acı bir biçimde öğrettiği dersi, daha büyük terimlerle yeniden ifade ederler: evren bizden kudretli, biz de evren karşısında aciz ve geçiciyizdir. Yapabileceğimiz tek şey, arzularımızın kısıtlandığını ve bizden daha büyük olgular karşısında boynumuzun bükük olduğunu kabul etmektir."


* Seyahatlerimizden aldığımız haz, belki de gittiğimiz yerle değil, giderkenki ruh halimizle ilgilidir. Hayatımızın büyük çoğunluğunu geçirdiğimiz mekanlara bir "seyyah gözüyle" bakabilseydik, o zaman yaşadığımız yer çok daha ilginç olabilirdi belki. Etrafa seyyah gözüyle bakmak ne demektir öyleyse? Yenilikleri algılamaya açık olmak bu bakışın en temel gereğidir diyebiliriz. 

Hımm, bakın bu son madde çok önemli bence. Zira Alainciğim Londra'da yaşıyor olmasına rağmen Barbados Adası dönüşü "dünya üzerinde varlığımı sürdürmeye yazgılı olduğum bu şehirden daha kötü pek az yer olduğunu düşündüm" diye yazmış kitabın bir yerinde. Londra için bunu diyor beyler,bayanlar, dikkatinizi çekerim. O zaman n'apıyoruz? Belki bakışımızı değiştirirsek İstanbul'dan bile zevk almaya başlayabiliriz, değil mi? ;)  

Haydi iyi haftalar olsun hepimize!
  

Annemin Yarası, Elle ve Eş

İstanbul'a hızlı bir giriş yaptım ve ilk üç günün sonunda ayağım "hu huu, ben buradayım!!" dediği için dördüncü gün totomun üstüne oturmak zorunda kaldım. ;) Hazır oturuyorken biraz blog yazayım değil mi? Bu aralar izlediğim iki film ve okuduğum bir kitapla karşınızdayım.

İlk olarak Annemin Yarası adlı Türk filminden söz edeyim. Vizyondayken izleyemeyip, çok da merak etmiştik. Meryem Uzerli, Okan Yalabık, Ozan Güven, Belçim Bilgin gibi isimlerin olduğu bir film merak edilir sanki. Bora Akkaş'ı hiç izlememiştim daha önce ama yetimhaneden çıkıp ailesini arayan Salih rolünde çok başarılı olduğunu düşündüm. Evet, hikaye onun etrafında şekilleniyor, ama bu yetimhane Bosna-Hersek'te olduğu için elbette geçmişe, savaş yıllarına kadar dayanan çok önemli ve trajik bölümleri de oluyor. Salih'in ailesini arama sürecinde karşılaştığı Bosnalı ailede bacağını savaşta mayına basarak kaybetmiş ayakkabıcı Mirsad rolüyle Okan Yalabık çok başarılıyken, karısı Nerma rolündeki Belçim Bilgin'i "eh işte" buldum. Sanki şehirli, modern kadın rollerine dha çok gidiyor gibi Belçim. Bir de kocaman bir çiftlikte aşk dolu bir yaşam süren Sırp Borislav (Ozan Güven) ile eşi Marija (Meryem Uzerli) çifti vardı ki "ah, ömür boyu böyle yaşayabilirim" diye içimden geçirdim. Ancak işler göründüğü gibi olmayabiliyor ve maşallah dediğim üç gün yaşıyormuş, sevgili dostlar. ;) Filmdeki en favorimin oyunculuğuyla, doğallığıyla, güzelliğiyle Meryem Uzerli olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Ve film de bence güzeldi. Zamanında kaçırdıysanız siz de benim gibi, yakalayın derim. 

İkinci film ise gönül rahatlığıyla öneremeyeceğim ama severek izlediğim bir Fransız-Alman ortak yapımı: Elle. O Kadın olarak Türkçeleştirilmiş. Temel İçgüdü'nün yönetmeni Paul Verhoeven, her an birbirlerini yatağa atacakmış bakışlarıyla gezen Fransızların dünyasına dalarsa ne olur, görmek isterseniz izleyin. ;) Isabelle Huppert baş rolde ve Michele adında güzel bir işi , evi, hayatı olan, yalnız yaşayan, güçlü ve biraz sert bir kadını canlandırıyor. O sertliğin çocukluk yıllarında yaşadığı bir travma kaynaklı olduğunu anlıyoruz film ilerledikçe. Ancak yetişkin yıllarını da travma anlamında boş geçirmiyor Michele. Evinde maskeli bir adamın saldırısına uğruyor ve bakalım o adam Michele'den pek de hoşlanmayan anti-hayran kalabalığının hangi üyesi çıkıyor? Bunu öğrenmek için Michele kimseden yardım almadan kendi başına araştırmalarını devam ettiriyor. çünkü zamanında yaşadığı durumlardan dolayı bir kez daha polislerle muhatap olacağı durumlara tahammülü yok. Avcı rolünde başarılı olup olmadığını da izleyip görebilirsiniz. Isabelle Huppert'in oyunculuğu muhteşem. Filmden benim çıkardığım ana fikir ise: muhafazakarın her türlüsünden uzak dur!   


Gelelim okuduğum kitaba. Jenny Offill'in adlı romanını sosyal medya üzerinde hatırlamadığım birilerinden duyduğum için listeme eklemiştim. Ve "Vogue-New Yorker-Boston Globe-New York Times'da Yılın En İyileri Seçkilerinde" başlığıyla sunulan kitaplara dikkatli yaklaş kuralımı ihlal ederek almıştım. Gördüm ki o kurala uymak iyiymiş! ;) Eğlenceli, kolay okunan, kopuk kopuk oradan buradan paragraflar halinde yazılmış, değişik bir tarzı var. Belki de günümüz dünyasında kitap okuma oranlarının yerlerde süründüğünü düşünürsek birçok insanın hoşuna gidiyordur bu tarz, bilemiyorum. Ama benim edebi bir roman kategorisine alabileceğim bir şey değil. Dolayısıyla da çok keyif alamadım okurken. Konu ise ilişkilerde bir klasik: ne güzel sevgiliydik, evlendik, çocuk yaptık, aşk bitti, biz bittik mi, yoksa kurtarabilir miyiz? 

Oof, içimi baymayın böyle şeylerle yahu! Çocuk yap, yoruluyorum diye dır dır et; hödüğün önde gideniyle evlen, evlilik beni boğdu, de; birlikte hiçbir şey yapmadan yıllarca koltuklarda pijamanla oturup cips yiyerek TV izle, evlilik aşkı öldürüyor, de; bir bitmediniz klişeler! Başta roman karakterleri olmak üzere bunu yapanlara bir sözüm var: sen neysen, onu yaşıyorsun şekerim. Çok üzgünüm. Tek de olsan çift de olsan çıkacak sonuç bu. Eli ayağı tutan, kafası çalışan insanın şikayet etme hakkı yok yaşadığı hayattan. Zindan içinde yaşadığını düşünüyorsan, muhtemelen o duvarları kendin ördün etrafına. Bak bakalım, ördüğün gibi kırabiliyor musun? İlla bir filmden, romandan ilham alayım diyorsan da çay kaşığıyla tüneller açılıp ışığa ulaşılan hikayelere bak derim. Hayat çok kısa ve güzel olduğu kadar da zor. Daha da zorlaştırma, olur mu? Hadi canım benim, şöyle uzağa bir zahmet...

E bak hemen sinirlenmeye de başladıysam, o zaman hoş geldim İstanbul'a. ;)