Como Gölü

İşte bence gezimizin en güzel günlerinden birini anlatmaya geldi sıra. Zaten benim de Milano'yu merkez alan bir  gezi planı ayarlamamın ilk sebeplerinden biriydi burası: Como Gölü. Sabah erken saatlerdeki ilk trenlerden biriyle Como kasabasına doğru yola çıktık. Trenitalia'nın Regionale trenlerinden birine atladık (yani ekonomik ve hızlı olmayan) ve bir saatte Como'da olduk. Daha uzun mesafeler için hızlı tren tercih edilebilir ama 1-2 saatlik yolculuklarda trenin hızlı olup olmamasının çok önemli bir fark yarattığını düşünmüyorum. Siz de bizim tercih ettiğimiz trenlerle Como'ya gitmeyi düşünürseniz fiyat bilgisini de vereyim: gidiş-dönüş 8 EURO! Süper değil mi?

Como çok şirin bir İtalyan kasabası. Kasaba dediğime bakmayın, aslında bir il ama nüfusu yaklaşık 85,000 olan bir ile bizim buralarda kasaba deniyor diye öyle dedim. Bir dönemler dünyanın en önemli ipek üreticilerindenmiş ama sonradan Çin'in atağa geçmesiyle birlikte bu konumunu kaybetmiş. Yani "Como ipeği" diye satılan makul fiyatlı şal ve eşarpları değerlendirmenizi öneririm. 

İstasyonda iner inmez on dakikalık bir yürüyüşle şehrin merkezine varabiliyorsunuz. Yani Duomo Meydanı'na. Yani her zamanki gibi şehrin en gösterişli ve büyük katedralinin olduğu yere. Ama katedrali, meydanı, müzesinden ziyade sokaklarında gezmenin keyifli olduğu şirin bir yer burası. Elbette sergilere ev sahipliği yapan ve müthiş bir bahçeye sahip Villa Olmo ve füniküler ile dimdik tepelere çıkıp manzara izlemek gibi alternatifleriniz olduğunu da unutmayın.


Şehrin önemli meydanlarından biri de Piazza Cavour. Çünkü göl kıyısında.. Çünkü bizi Bellagio'ya götürecek tekneye buradan bineceğiz. Bizim çingene vapurumuz gibi çok durakta duran ya da daha az yerde durarak hızlı giden tekneler kalkıyor bu iskeleden. Biz hızlı olanlarına biniyoruz, çünkü onunla bile gölde bir saatlik bir yolculuk bizi bekliyor. Tek yön fiyatı yaklaşık 12 EURO.


Como Gölü'nün çevresinde irili ufaklı birçok yerleşim birimi bulunuyor. İsviçre'ye yakın bu huzur dolu cennet köşesindeki birbirinden hoş köyler ve kasabaların hepsi kıyıya yakın yerlere sıralanmış. Belli bir seviyeye kadar evleri görebiliyorsunuz. Ondan sonrası ise gölü çevreleyen dağların tepesine kadar kopkoyu yeşillik. Ağaçlara hiç dokunulmamış. Normali bu olmasına rağmen bize nasıl şaşırtıcı geldi anlatamam. Bizim ülkemizde, hem de George Clooney'nin malikanesinin olduğu bir beldede (!), her karış toprağı ev yapmak için kaç bin ağacı gözünü kırpmadan yok edebilecek zihniyetleri düşündüm de bir an! İşte yurtdışında bu tür doğal (veya tarihi) güzellikleri gördüğümüzde hayran olma sebebimiz de bu zaten. Bizim ülkemiz de bir sürü güzellikle dolu ama içimiz burkularak, üzülerek baktığımız, bizlere rağmen hayatta kalma mücadelesi veren, yıpranmış güzelliklerle dolu. Orada ise gördüğünüz her sokak arası bile adeta el üstünde tutulan birer prensesler gibi. Işıl ışıl, mutlu, canlı, insanı da çok mutlu eden cinsten yerler..Tekne yolculuğu sırasında aşağıdakine benzer manzaralar arasından geçiyorsunuz.


Yeşille mavinin iç içe geçerek büyülü bir renk ortaya çıkardığı bu güzel göldeki yolculuğumuz Bellagio'da sona eriyor. Şimdi yine sokaklarında kendimizi kaybedebileceğimiz ve Como'dan daha şirin bir kasabadayız. Keşif zamanı! :)

Milano'da Alışveriş

Aslında çoğu insanın Milano'ya gitmesinin başlıca nedeni belli: alışveriş! Modanın kalbi sayılan Milano, alışveriş turları için çok uygun bir yer. Elbette biraz para biriktirip gitmekte yarar var. Zira alacağınız ürünler dünyaca ünlü İtalyan tasarımcıların ürünleri olacaksa cüzdanınızın da fazlasıyla rahatlayacağını takdir edersiniz. Bizim amacımız alışveriş değildi, ama elbette sizlere alışveriş için nerelere gitmeniz gerektiğini söyleyeceğim. Gelelim bizim Milano'yu tercih etme nedenimize: aslında amaç hem baharla birlikte gezi sezonumuzun açılışını bir Akdeniz şehrinde yapmak hem de Como ve Verona'yı görmekti. Merkez olarak Milano'da kalarak bu şehri de aradan çıkaralım dedik işte.

Bir alışveriş-sevmez olarak hayatımın herhangi bir döneminde bir çanta için dört haneli bir rakamı bayılıp bayılmayacağımı bilmiyorum (çok uzak ihtimal geliyor ama büyük konuşmayayım), o nedenle alışveriş-severlerin Milano'da neler hissedeceklerini tam anlamıyla size aktaramayabilirim. Ben bir şehirden döndüğümde gördüğüm yerleri, oranın havasını oranın insanları gibi koklayabilme, yeme-içme kültürlerini paylaşabilme derecemi kâr haneme yazıyorum. O nedenle alışveriş benim için bir amaçtan çok bonus olabilir. Garda Gölü'nde de güzel bonuslar topladık İso'cumla birlikte.:)

Ancak tarzınız olsun ya da olmasın bu şehirde tüm vitrinlerden şıklık yansıdığını kesinlikle söyleyebilirim. Ve kaliteli ve sade bir şıklıktan bahsediyorum. Aynı şekilde sokaklardaki İtalyanların da -kadın ve erkek- şıklık anlamında birbirleriyle yarıştıkları bir gerçek. Ancak hatunların kesinlikle erkeklere taş çıkardığını belirteyim. İtalyan erkeklerinin adı çıkmış bence yakışıklılık konusunda. Tamam, hiç de fena olmayanlar vardı ama (ilginç bir şekilde ikinci defa) bana kadınları çok daha hoş geldi. (Bu arada Gizoşcuğuma doğum günü hediyesi olarak getireceğim türden bir erkeğe de rastlamadığımı yeri gelmişken belirteyim. Gerçi o da standartları pek yüksek tutmuştu Milano deyince, ondan elim boş döndüm sanırım. :)) Yine de kadın ya da erkek hepsinin ortak özelliğinin şıklık, sportif vücutlar, bronz ten, bakımlılık, sadelik ve mis kokular olduğunu söyleyebilirim.

Neyse efendim, gelelim Milano'nun alışveriş duraklarına. Öncelikle birbirinden şık tasarımcıların mağazalarının olduğu iki cadde var: Via Montenapoleone ve Via della Spiga. 10 Corso Como da yine bu tür şık ve pahalı markaların ürünlerinin bulunabileceği alışveriş durağı.


Daha ulaşılabilir markaların sıralandığı en merkezi cadde ise Via Torino. Ben bu cıvıl cıvıl caddeyi çok sevdim. Burada aralarda kendi halinde minik dükkanlar da bulmak mümkün.

Navigli'yi Ayşe'nin blogundan duymuştum. Gerçekten de nehir boyunca sıralanmış pek çok değişik butiğin ve antikacının olduğu bir semt burası. Ancak biz zamanlama olarak İtalyanların pek çalışmayı tercih etmedikleri öğlenin sabaha yakın saatlerinde gittiğimiz için oradan pek verim alamadık diyebilirim. :)


Ayrıca biz gitmedik ama Milano'ya yakın outletlere gitmeyi düşünürseniz Zelfist'in önerilerine bir göz atın derim.

Alışveriş bakımından Milano'ya kocaman bir Nişantaşı diyebilir miyiz? Bence uyar. Bizim alışveriş deneyimimizin büyük bir kısmı İso'cuma ayakkabı ve kravat bakmakla geçti. Milano'da ne kadar ayakkabıcı varsa, hepsini ezbere biliyorum artık! Bir de önünden her geçişimde güzel bir sanat eserine bakar gibi hayran bakışlarla takılıp kaldığım iki vitrin oldu: Gucci ve Louis Vuitton. Bence bu sezon çantalar konusunda açık ara önde görünüyorlar.

Milano'yla ilgili anlatacaklarım bu kadar. Yeme-içme notlarında Milano'ya tekrar döneceğim, ama onun dışında bir daha döner miyim bilmem. Çünkü ben daha Akdeniz kokan, daha İtalyan ve daha kasaba gibi olan küçük, butik şehirlere bayılıyorum. Soğuk nevale büyük şehirler bana göre değil. Milano, diğer sıcak İtalyanlara nazaran daha soğuk bir Kuzeyli gibiydi bana göre. Üç-beş gün için sevdim, ama defalarca İtalya'ya gitmek istememe rağmen tercihimi bir kez daha Milano'dan yana kullanır mıyım emin değilim. Ama Como'ya, Floransa'ya, Venedik'e, Verona'ya, Siena'ya ve bilmediğim bir sürü küçük şehrine defalarca gitmeye asla hayır demem! Bakalım bu sıcacık ülke ile bir sonraki buluşmamız nerede olacak?

Artık Como Gölü'ne gidelim mi, ne dersiniz?

Son Akşam Yemeği

Leonardo da Vinci'nin en ünlü eseri olan Mona Lisa'yı görmüştük. Hatta kendisinden hiç haz etmememe rağmen ben de kalabalığı yarıp bakmıştım o beklediğimden daha karizmasız çıkan tabloya. İkinci en ünlü eseri olan The Last Supper (Son Akşam Yemeği) tablosunu -daha doğrusu duvar resmini- ise görebileceğimizi hiç sanmıyorduk. Çünkü gitmeden haftalar önce rezervasyon yaptırmak gerektiğini duymuştuk ve gerçekten de üç hafta önce baktığımda bazı günlerin bazı saatlerinin boş olduğunu gördüğüm için riske girip de rezervasyon yaptırmamıştım. Oradayken şansımızı deneriz, diye düşündük ve denedik. Sonuç: şanslıydık! :)

Restore edilerek neredeyse baştan yaratılmış olan bu duvar resmi Santa Maria delle Grazie kilisesinde görülebiliyor. İkinci gün kale gezimizden sonra öğlen saatlerinde tabloyu görebileceğimiz bir gün var mı diye öğrenmek için içeri girdik ve aynı günün saat 15:30'da iki kişilik yer açıldığını öğrendik. Hemen biletlerimizi alıp öğle yemeği molası için Sevgi'den öğrendiğimiz o müthiş pizzacıya gittik, ama yemeklerle ilgili yazıyı her zamanki gibi en sona saklıyorum, o yüzden biraz sabredin lütfen. :) Yemek molası sonrasında yeniden kiliseye döndük ve küçük tur grubuna katıldık.


İçeriye belli sayıda insan alınıyor, belli bir süre (15 dk. gibi) içeride kalınabiliyor. Tablo daima belli bir ısı derecesinde korunuyor ve fotoğraf çekilmesi elbette yasak. Ancak tabloyu en ince detaylarına kadar inceleyebileceğiniz web sayfası işte BUDUR!

Tablonun hikayesini de hepiniz biliyorsunuzdur ama kısaca bahsedecek olursak İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki akşam havarileriyle birlikte yediği son yemeği resmetmiş burada Leonardo. İsa, bu yemek sırasında havarilerine "içlerinden birinin kendisine ihanet edeceğini" söyler. İşte tam o sırada hepsinin yüzünde farklı bir ifade belirir. Üzülen, şaşıran, ihaneti reddeden, sorgulayan 12 havarinin arasındaki haini bulabildiniz mi?

İsa'yı ortada ve havarilerini ise ikişer tane üçlü grup olarak İsa'nın sağında ve solunda resmeden Leonardo'nun, hain Judas'ın yüzünü en karanlıkta bırakacak şekilde masaya yerleştirmiş olması da incelikli dehasının bir göstergesi sayılabilir. Hem ışığın geliş açısıyla hem de maneviyatının karanlığıyla ilgili olarak Judas'ın yüzü karanlıkta kalmıştır. Elinde sımsıkı tuttuğu kesenin içinde de ihanetinin karşılığında aldığı para bulunmaktadır. Masa örtüsü, ekmeklerin biçimi ve bardaklar ise İsa döneminden çok Leonardo'nun yaşadığı dönemi yansıtan natürmort örnekleridir.

Leonardo bu tabloyu yaparken (1494-1498) rutubeti hesaba katmadığı için yapıldığı andan itibaren boyalar akmaya ve tablo da yıpranmaya başlamış. Ayrıca II. Dünya Savaşı sırasında bu kilisenin bombalanması sonucu  pek çok duvarı yıkılmış, ama şans eseri bu duvarın olduğu bölüm ayakta kalabilmiş. (Gerçi İtalyanlar tüm dünyayı kekliyor olabilirler mi diye düşünmedim de değil hani! Çünkü resmin orijinalinden kalanlar yalnızca gördüğünüz nispeten koyu renkler.Yani aslında resim baştan yaratılmış gibi bir şey. Neyse artık, kekliyorlarsa da restorasyon anlamında iyi iş çıkarmışlar diye bu seferlik göz yumuyorum artık, n'apalım. :) )

Yolunuz düşerse görmenizi ve resmin karşısında hikayesini dinlemenizi öneririm.
İyi hafta sonları...

Sforza Kalesi ve Müzeleri

Milano'daki ikinci günümüze (18 Mayıs Çarşamba) Sforza Kalesi'nden başlıyoruz. Eyvah eyvah, bugün hava biraz soğuk gibi sanki. Askılı elbise ve çorapsız indiğim kahvaltı sonrasında dışarı çıkınca yeniden odaya dönmemin iyi olacağını fark ediyorum. Hemen birkaç takviye ile üzerimi güçlendiriyorum ve tura başlıyoruz. İstanbul'da olsa o bulutlar ve serinlik birkaç gün sürerdi sanırım, ama Milano'da kale ve müze gezisi sonrasında kendimizi kalenin bahçesine attığımızda üzerimdekileri teker teker çıkarmaya başlıyorum.. :)


Tarihi Rönesans dönemine kadar uzanan bu kale, 14. yüzyılda Galeazzo Visconti II tarafından savunma amaçlı  inşa edilmiş. Leonardo da Vinci de 1482-1499 yılları arasında on yedi yıl boyunca bu kalede Dük Ludovico'nun hizmetinde kalmış. İnşa edildikten sonra çeşitli dönemlerde harap olup yeniden restore edilen kalenin yedi yüzyıllık bir tarihi varmış. Son olarak 19. yüzyılda Luca Beltrami tarafından restore edilerek Lombardiya bölgesinin başkenti sayılan Milano'nun olmuş ve bir müzeler merkezi ve dinlence alanına dönüştürülmüş.

Kalenin içinde birçok müze bulunuyor. Bunların en önemlilerinden biri eski uygarlıklardan kalma yaklaşık 2000 sanat eserlerinin sergilendiği Antik Sanat Müzesi. Lombardiya'nın antik çağlar, Ortaçağ ve Rönesans döneminden kalma heykellerini görebileceğiniz bu müzenin bence en ilgi çekici bölümü Leonardo eli değmiş odalarıydı. Geri kalan bölümlerde "Madonna and The Child" (Meryem Ana ve Çocuk (İsa)) heykeli görmekten fenalık geçirdik diyebilirim. :) Buyrunuz her ikisinden bir örnek size; siz hangisini alırdınız?


İlk bölüm dışında en büyük ve ilgi çekici yerlerden biri de Resim Galerisi'ydi. Burada da yaklaşık 1,500 tablonun bulunduğunu ve şehrin en önemli koleksiyonlarından biri olduğunu belirteyim. Gerçi ben sadece son dönem (yani 18. yüzyıl tablolarını) çok beğendim, ama olsun, görülmeye değerdi. Onlar dışında Mısır Müzesi, Tarih Öncesi ve Yazının İcadı Öncesi Tarih eserlerinin bulunduğu müze, Dekoratif Sanat Müzesi, Müzik Enstrümanları Müzesi, Mobilya Müzesi, baskı ve fotoğraf arşivleri, sanat, arkeoloji ve şehir tarihi kütüphanesi de bulunuyor ama elbette çoğunu es geçiyorsunuz, çünkü tüm günü kalede geçirmeye gerek yok değil mi?

Tablolardan seçtiklerimin dışında altta ortada duran kocaman Herkül ve Atlas resmine de bayıldım. Bir de yukarıda bahsetmemişim ama en sağdaki heykel de ilk bölüm olan Antik Sanat Müzesi'nde ve Michelangelo'nun neredeyse doksan yaşında, ölmeden önce son enerjisini sarf ederek ortaya çıkardığı "Rondanini Pieta" isimli heykeli. İsa'nın çarmıhtan indirilmesi sonrasında Meryem'in onun omuzlarının arkasından cansız bedenini tutmasını görüyorsunuz burada. Sol üst köşede de Michelangelo'nun kendi el yazısıyla yazdığı bir mektup bulunuyor.


Burayı da bitirdik sayılır. Sonrasında kalenin yemyeşil bahçesindeki banklardan birinde biraz dinlenerek Leonardo'nun Son Akşam Yemeği tablosunu görmeye Santa Maria delle Grazie kilisesine gidiyoruz. Orada buluşmak üzere! :)

Milano'da İlk Günümüz

Blogumda yayınlanan yazılara bakıp da aldanmayın, çünkü bu blogun sahibesi geçen hafta buralarda değildi. Umarım ben yokken ülkeme, bayrağıma, metroda koşturan insanlarıma iyi bakmışsınızdır! :)

Gelelim nerede olduğuma. Salı sabahı Pazar akşamına kadar kalacağımız Milano'ya geldik. Milano Malpensa Havaalanı'nda indik ve bizim Havaş servislerimiz gibi hemen dışarıda bekleyen Malpensa Shuttle otobüsleriyle Central Station'a geldik. Tek yön fiyatının 7,5 EURO, gidiş-dönüş fiyatının ise 12 EURO olduğunu ve yolculuğun 1 saat sürdüğünü de bilgi notu olarak ekleyeyim. Dönüş biletini daha sonra istediğiniz zaman kullanabiliyorsunuz. Otelimizin buraya çok yakın olduğunu biliyorduk. Elimizde Milano haritasıyla düştük yollara, İtalyanların yönlendirme ve harita konusundaki müthiş (!) becerilerinin yetersiz kaldığı durumlarda da İso'cumun GPRS'i girdi devreye ve 10 dakika içinde otelimizi bulduk. Hotel Sempione 3 yıldızlı bir şehir oteli. Hemen yanında metro durağı var. Maksimum 15 dakika yürüme mesafesinde de tren istasyonu. Yani her yere ulaşım kolay. Kahvaltısı yurtdışındaki birçok üç yıldızlı otelden daha iyi. Çalışanları güleryüzlü ve ilgili. Tertemiz ve fiyatı da makul. Daha ne olsun diyenler Booking.com'dan yerlerini ayırtabilirler.


Otele eşyalarımızı bırakıp attık kendimizi Milano'nun sıcak ve güneşli havasına. İlk iki gün Milano'da olacağımız için iki günlük sınırsız ulaşım kartı aldık. Bu kartları gazete büfelerinden veya metrolardaki makinelerden alabilirsiniz. Tekli biletler 1 EURO (75 dak. kullanım süresi var), günlük biletler 3 EURO ve iki günlük ise 5,50 EURO. Başka alternatifler de var ama biz nasılsa her yerin altını üstüne getireceğimizi hesap ederek iki günlük bilet ile açılışı yapalım dedik..

İlk durak Milano'nun merkezi olan Duomo Meydanı. Burada dünyanın en büyük Katolik kiliselerinden biri olan Duomo Katedrali (veya Milan Katedrali olarak da geçiyor) bulunuyor. Tepesindeki Altın "Madonnina" 1769'dan itibaren şehrin sembolü olarak kabul edilmiş. İçiyle ve dışıyla buraya dini ihtişam örneklerinden biri diyebiliriz.


Duomo Meydanı'ndaki diğer iki önemli yapı ise Katedral'in sağında bulunan eskinin Kraliyet Sarayı, bugünün kültür ve sanat merkezi olan Palazzo Reale ve solundaki Galleria Vittorio Emanuele II adlı tarihi alışveriş merkezi. 1861 yılında tasarlanıp, 1865-1877 yılları arasında inşa edilen bu yapının mimarı Giuseppe Mengoni'nin trajik bir öyküsü var ne yazık ki. Çünkü İtalyan mimar eserinin tamamlandığını göremeden binanın cam çatısından düşerek ölmüş. İçeride birbirinden şık mağazalar ve restoranlar olan bu etkileyici alışveriş merkezi Duomo Meydanı ile Scala Meydanı'nı da birbirine bağlıyor.


Buradan çıkmadan önce yapmanız gereken bir şey daha var. Önce tam ortada, zeminde yer alan boğa mozaiğini buluyorsunuz (sol üst). Boğanın malum yerlerinin yerinde yeller estiğini, onun yerine bir oyuk oluştuğunu görüyorsunuz (sağ üst). Sonra topuğunuzu o oyuğa getirip, içinizden bir dilek tutup, üç tur dönüyorsunuz (İmge & İso için bkz. sol alt ve sağ alt resimler). Tuttuğum dileklere göre bu yaz hiç yerimde oturmadan gezmem gerekiyor, bakalım boğa bana yardım edecek mi? :)


Bir kapısından girdiğiniz alışveriş merkezinin diğer kapısından çıktığınızda karşınızda Scala Meydanı'nı (Piazza della Scala) ve kocaman Leonardo da Vinci heykelini görüyorsunuz. Leonardo, yüzünü meşhur La Scala Tiyatrosu'na (Teatro alla Scala) doğru dönmüş. Milano programını yaparken La Scala'nın programını da incelemiştim, çünkü birçok gösteriye haftalar ya da aylar öncesinden bilet almak gerekiyor. Ama biraz hayal kırıklığına uğramıştım, çünkü bizim orada olduğumuz hafta boyunca bilinen klasiklerden hiçbiri oynamıyordu. Jewels adlı bir bale vardı (ve eminim orada oynayan bir bale de güzeldir) ama şahsen sayılı günde bu riski alamadık. Program ve biletler için buraya bakabilirsiniz. Gösteri izleyemesek de içini görelim diyerek daldık içeriye. Yetişkinler için bilet fiyatları 5 EURO. İçeride fotoğraf çekemiyorsunuz. Neler göreceğinize gelince: oyunların olduğu binlerce kitap, kostümler, maskeler, kılıçlar gibi dekor parçaları, Maria Callas gibi ünlü sanatçıların portreleri, Giuseppe Verdi ve Franz Liszt'in çalmış olduğu piyanolar (Liszt'in piyanosu hâlâ çalıyormuş ve bazı özel konserlerde kullanılıyormuş), Verdi'nin saçları, çeşitli sanatçıların nota kağıtları, vs. İlginizi çekiyorsa burayı da mutlaka görmelisiniz. 


Bence ilk gün için bu kadar gezme yeter. Artık Duomo Meydanı'nda güvercinlerin üşüştüğü çeşmenin basamaklarına oturarak bir dondurma molası verebiliriz. :)


Sırada Sforza Kalesi ve müzesi var. O zamana kadar tatlı kalın! :)

Pera Müzesi'nde Farklı bir "Mor"

Geçen hafta Pera Müzesi'ni gezdim. Bildiğiniz üzere Pera Müzesi'nde Nisan başında iki yeni sergi açıldı ve 3 Temmuz'a kadar devam edecek. Bunlardan Temelde İnsan sergisini herkese tavsiye etmiyorum. Bu çağdaş sanat ve nörobilim sergisi beni aştığı gibi birçoğumuzu da aşacaktır, çünkü bir sanat etkinliğinden çok bir bilim etkinliği olduğu söylenebilir. Ama yine de ilgilenenler olabileceğini düşünerek onu da buradan duyurmuş olayım. Ben şahsen yedi çağdaş sanatçı arasında bir tek Rona Pondick'in eserlerine birazcık yaklaşabildim!

Ancak 20. yüzyıl Türk resminin akademik eğitimi reddetmiş özgün isimlerinden İhsan Cemal Karaburçak'ın eserlerinin yer aldığı retrospektif niteliğindeki sergiyi görmenizi kesinlikle öneririm. Resim fırçasını eline ilk kez 1930 yılında, Telgraf İşleri Müdürlüğü'ndeki görevi gereği bulunduğu Paris'teyken kaydolduğu École Universelle'de alan sanatçının ilk peyzajlarında evler, ağaçlar ve bol bol telgraf direği görmek mümkün. Akademik eğitimin kendi sanat anlayışına uymadığını düşünen sanatçı buradaki eğitimini yarıda bırakarak kendine has bir üslup geliştirmiş.


Kendine özgü bu tarzının dışında kendine özgü bir renk de yaratabilmiş olan sanatçının "İhsan Cemal Karaburçak moru" olarak anılan mor tonlarını görmenizi öneririm.Resme naivite denilen ve çocuk safiyeti, acemice ve beceriksizce bir icra olarak tarif edilebilecek bir unsur katılmadığı sürece eserin cansız, ruhsuz ve edasız olacağına inanan sanatçı, bu tür eserleri soğuk güzellere benzettiğini söylemiş. "Naiviteden mahrum bir resim, mahcupluktan nasibini almayan bir kadın gibidir. Bir kadının da ne güzelliği, ne tenasübü, ne endamı hatta ne de zekası aşkı için yeterlidir. Mahcubiyet ve tatlı eda çok defa bunlara yeğdir," demiş. Aşağıda İhsan Cemal Karaburçak "mor"larından bazı örnekleri bulabilirsiniz:


Kapanışı da karanlık tonlardaki resimlerinin açıklamasını sanatçının kendi ağzından duyarak yapalım:

“Ben bir renk ressamıyım. Güneş de renkleri öldürdüğü için tabiatı havanın karardığı, bulutların biriktiği veya yağmurdan sonra toprağın, ağaçların ve binaların yıkandığı, renklerin meydana çıktığı saatlerde sevmekliğim bu yüzden olabilir. Koyu tonları da daha çok bu tonlar arasında uygun yerlere konulan ışıkların veya alttan gelen aydınlanmanın olgun cazibesi altında kaldığım için seçiyor olmalıyım. Belki de kötümser veya melankolik bir ruh veya mizaç meselesidir; kim bilir? Ama sebep ne olursa olsun beni doyuran bir netice aldığıma ve sanatı da sanat için yaptığıma göre sanatımdan, dolayısıyla da hayatımdan memnunum demektir.”
Temmuz'a kadar bir ara Pera Müzesi'ne uğrayıp bu kalıpların dışındaki sanatçıyla tanışmayı unutmayın. Şimdiden iyi gezmeler.

Altın Kurdeleler

Burhan Doğançay'ın Türkiye'de bir ilke imza atarak "Ribbons 58" adlı tablosundaki kıvrımları mücevhere taşıdığını daha önce duymuş olabilirsiniz. Ben de Mart başında Burhan Doğançay Müzesi'nden gelen bir e-posta sayesinde haberdar olmuştum. Geçen hafta annemle Beyoğlu'nu turlarken aklıma geldi ve farklı versiyonunu görmek için müzeye uğradık. Ve gördük, yaşasın!

Sanatçının Zen Diamond ile birlikte tamamen el işçiliğiyle yarattığı "Ribbons on Sapphires" adlı mücevher, dört aylık bir çalışmanın sonunda ortaya çıkarılmış. Tablodaki renkler pırlanta, yakut, mavi ve sarı safir ile yansıtılmış. Tabloda yer alan kurdelelerin gölgeleri için açık ve koyu olmak üzere özellikle safirin iki tonu seçilmiş. Tamamı el işçiliği olan bu özel mücevherin mıhlanması ise iki haftada mikroskopla yapılmış. Sonra da bu mücevher Antik A.Ş. tarafından satılarak geliri de TİKAD ile Doğançay Sanat Kültür ve Eğitim Vakfı’na bağışlanmıştı.


Bu çalışmayla birlikte Zen Diamond ile işbirliğini sürdüren sanatçı, çok sınırlı sayıda "Golden Ribbons" kolyeleri de tasarlamış. İşte o madalyonlardan biri de müzede duruyor. Kurdelelerin beyaz, pembe ve yeşil altın kullanılarak üç boyutlu olarak yapılan ve etrafının pırlantalarla çevrildiği madalyonun arka yüzünde Burhan Doğançay'ın imzası var. Burhan Doğançay imzalı ve sertifikalı çok özel bir esere sahip olmak isteyenler için yukarıda gördüğünüz kolyenin müzede sizleri beklediğini söylemiş olayım. Fiyatı KDV dahil 2,770 USD. (Beyler, aklınızda olsun, sanatsever sevdiceğe alınabilecek süper bir hediye bence.)

Burhan Doğançay Müzesi'nde ne var ne yok diyenler ve iletişim bilgileri için buraya buyrun.

...19 Mayıs 1919...


Mustafa Kemal Paşa, Bandırma Vapuru'yla Samsun'a çıkarak Milli Mücadele'yi başlattı. Yani tarihimizdeki en önemli günlerden biri. O zaman unutmayalım, unutturmayalım ve coşkuyla kutlayalım, değil mi?

"Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı"mız kutlu olsun! Nicelerini birlik, beraberlik ve coşkuyla kutlamak dileğiyle...

Türvak Müzeler Haftası Programı

Türkiye’ nin ilk ve tek “Sinema - Tiyatro Müzesi” TÜRVAK, 19 Mayıs’ta Müzeler haftası kutlamalarına özel olarak sabah 10.00’dan, gece 24.00’e kadar açık olacak ve ücretsiz gezilebilecek.

1 Ocak 2011’de kapılarını Beyoğlu’nda açan ‘’Türvak Sinema –Tiyatro Müzesi’’, hayal perdesinin serüvenini sinemaseverlerle buluşturmaya devam ediyor.


Türvak Sinema –Tiyatro Müzesi’nin giriş katında, CİNE-TELE Cafe’yle iç içe geçmiş olan sergi salonunda, TURHAN KA. ‘’ Sesleri alan Marko Buduris’’isimli resim sergisi ve gün boyunca hazırlanan özel menüler Yeşilçam müzikleriyle ziyaretçilere nostaljik anlar yaşatacak.

19 Mayıs Perşembe günü ziyaretçiler, müzenin birinci katında bulunan ALİ EFENDİ Sinema Salonu’nda da saat: 21.00’de, yönetmenliğini Orhan Aksoy’un yaptığı, başrollerini Gülşen Bubikoğlu, Erol Evgin ve İzzet Günay’ın paylaştığı unutulmaz Yeşilçam filmi “Renkli Dünya”yı ücretsiz olarak izleme fırsatı bulacaklar. Bunun yanı sıra tıpkı eski günlerdeki gibi, gazozlu, patlamış mısırlı, mozaik pastalı ve frigolu geleneksel sinemayı da yaşayacakları, keyifli bir akşam geçirecekler.

Türvak Sinema –Tiyatro Müzesi’nde 19 Mayıs Programı

10:00 - 24:00 Müze açık, giriş ücretsiz
18:00 - 24:00 CineTele Cafe'de Yeşilçam Müzikleri Yayını ve özel Yeşilçam menüsü
21.00 - 23:00 Ücretsiz Film Gösterimi "Renkli Dünya"

Not: 'Renkli Dünya’ filmini seyretmek isteyenlerin 0212 245 80 91/92/93 no'lu telefonlardan rezervasyon yaptırmaları rica olunur. Adres: Yeniçarşı Caddesi No:24 Galatasaray Meydanı - 34430- Beyoğlu – İstanbul

İstanbul Modern, 18 Mayıs’ta ücretsiz!

İstanbul Modern Sanat Müzesi, Müzeler Haftası kapsamında, ziyaretçilerine 18 Mayıs Çarşamba günü gece saat 22.00’ye dek ücretsiz olarak müzeyi ziyaret etme olanağı sunuyor. Ziyaretçiler 18 Mayıs Çarşamba günü ülkemizin modern ve çağdaş sanatının gelişimini yansıtan “Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar” ve doğa ile teknoloji ilişkisini ele alan dijital medya ve videolardan oluşan “Kayıp Cennet” sergilerinin yanı sıra geleneksel Çin resmi estetiğini yeniden yaratarak, çağdaş Çin’in değişimini yansıtan çalışmaların yer aldığı “Yao Lu’nun Yeni Manzaraları” başlıklı fotoğraf sergisini görebilecek. Çocuklar ve gençler, Genç İstanbul Modern’in “Sanat Sirki” başlıklı etkinliğine katılabilecek.

İstanbul Modern’in Süreli Sergiler Salonu’ndaki “Kayıp Cennet” sergisinde doğayla ilgili konular üzerinde duran, endüstrinin ve teknolojinin çevreye olan etkilerini inceleyen farklı kuşak ve coğrafyalardan 21 sanatçı ve bir ortak proje yer alıyor. Küratörlüğünü Paolo Colombo ve Levent Çalıkoğlu’nun sergi çağdaş sanatçıların teknolojiyi kullanma biçimlerini ve doğaya, hayvanlar dünyasına ve son yıllarda dünyayı etkileyen önemli ekolojik değişimlere dair bir dizi güncel konuya yaklaşımlarını yansıtıyor.

Müzenin üst katındaki Sürekli Sergiler Salonu’nda, resimden heykele, enstalasyondan videoya uzanan çeşitlilik içinde çağdaş bir kimliğe bürünen İstanbul Modern Koleksiyonu’ndan oluşan Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar” sergisi, Türkiye’de üretilen modern ve çağdaş sanatın başlangıç evresinden bugüne geçirdiği süreci aktarıyor.


İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ndeki “Yao Lu’nun Yeni Manzaraları” başlıklı sergide, çağdaş Çin fotoğrafının dünyaya tanıtılmasında en etkili isimlerinden biri olan, 2008 BMW- Paris Photo Çağdaş Fotoğraf Ödülü sahibi Yao Lu’nun Çin’in inşaat alanlarında koruyucu yeşil örtülerle kaplanmış çöp ve moloz yığınlarını, Song Hanedanı’nın yeşil dağ ve su resimleriyle ilişkilendirdiği bir dizi çalışması sergileniyor. Sanatçı, geleneksel resim formunu yansıtan kompozisyonlar ve düzenlemeler yaratarak, çağdaş Çin’in modernleşme ve dönüşüm sürecini aktarıyor.

6- 16 yaş arası çocuk ve gençler, Paris’teki Centre Georges Pompidou’nun işbirliği ve Eğitim Sponsoru Garanti Bankası’nın katkılarıyla gerçekleşen Genç İstanbul Modern kapsamında, Alexander Calder’in sirkleri anımsatan eserlerinden esinlenerek tasarlanan “Sanat Sirki”ne katılabilirler. Atölye, sanatıyla renkli ve eğlenceli bir dünya yaratmış olan büyük usta Alexander Calder’in yaratım sürecini keşfetme ve heykellerinde kullandığı benzer malzemeleri kullanarak eğlenceli sanat oyunları oynama fırsatı sunuyor.

0212.334 73 00

Bugün N'apıyoruz?


Özgür bir yaşam sürmenin hakkı olduğunu düşünen herkesin yapması gerektiğini yapıyoruz. Devletin size "sabah 8'de kalk, bugün elbise giy, vitamin al, o arkadaşınla görüşme, dışarıda çok dolaşma, spora gitme, akşam eve geç kalma, al bu kitabı oku, öyle değil ama notlar alarak oku, çok kahve içtin bugün daha fazla içme, dur bir yatak odana bakayım her şey yolunda mı (!), vs vs..." demesinin  hiç de normal olmadığını düşünüyorsunuz değil mi? Peki, sınırsız Internet dünyasının ne kadarından yararlanıp ne kadarından yararlanamayacağınıza karar vermesine nasıl ses çıkarmıyorsunuz? Gerçek hayatta çocuklarınızı da kendinizi de zaten kendiniz korumuyor musunuz? Sanal hayatta da aynısını yapabileceğinizi biliyorsunuz. O zaman bunu öyle düşünmeyenlere de açık açık söylemeniz gerekmez mi?

Uzun zamandır Internet kullanıcısıyım ve Internet'in hiçbir zararını değil aksine çok yararını gördüm. İşimle ilgili çok fazla araştırma yapmam gerektiği için Internet'i kullanıyorum. İletişim amaçlı kullanıyorum. Bilgi almak için kullanıyorum. Bu sayfadan pek çok konudaki deneyimlerimi paylaşmak için Internet'i kullanıyorum. Benim gibi sayfalar hazırlayan insanların deneyimlerinden bir şeyler öğrenmek için Internet'i kullanıyorum. Eğlence için kullanıyorum. Paylaşım için kullanıyorum. Dünyaya ulaşabilmek için kullanıyorum. Keyfim için kullanıyorum. Kim benim keyfimin kahyası olabilir ki?

"Internet üzerinden dolandırıldı", "Facebook'ta tanıştığı genç tarafından bıçaklandı", "Chat odasında başlayan aşk intiharla son buldu" türünden üçüncü sayfa haberleriyle pompalanmaya çalışılan Internet düşmanlığına ve Internet'in sadece erkek/kadın bulmak için girilen tuhaf bir ortam gibi yansıtılmasına da kimse kanmasın (diyeceğim ama kime diyorum!). Internet yokken de bu haberler vardı, olmaya da devam edecek. Çünkü buradaki asıl dikkat edilmesi gereken nokta o haberlerdeki kurbanların aklı, fikri, yetiştirilme tarzı, gördüğü baskı, vs gibi çok çeşitli ve onlara özel özelliklerdir. Yani o kişi Internet olmasa da sokağa çıktığında kandırılacaktır, mahalle pazarında tanıştığı adama kaçıp bıçaklanacaktır, falan filan.

Nasıl ki bir apartman dairesini çok farklı amaçlarla (ev, iş yeri, vakıf merkezi, hücre evi, depo, vs.) kullanabilirseniz Internet'i de çok farklı amaçlarla kullanabilirsiniz. Olumlu amaçlarla kullanırsanız gelişir, zenginleşirsiniz. Olumsuz amaçlarınızın sonuçları da olumsuz olacaktır. Yasa dışı faaliyetler için kullanıyorsanız, hukuki sonuçlarına katlanırsınız. Ancak fiilen olumsuz amaçlar için kullanma olasılığı var diye tüm kullanıcıların sıra dayağına çekilmesi neden?

İşte bu ve buna benzer düşünceler içinde olanlarla birlikte 15 Mayıs Pazar günü saat 14:00'te birçok şehirde "Internetime Dokunma" yürüyüşü yapılacak. İstanbul'da olanlarla Taksim'de görüşürüz.

Not: Heberler'de de bu konu ele alınmış bu arada. Bir göz atmanızı öneririm. Çok güzel olmuş! Burada.

Gıcır Gıcır Sayfalarıyla Beni Bekleyenler


Blogger kafayı yediği sırada kaybolan postlarımdan biri bu en yeni cicilerimin olduğu post'umdu! Kıskanç Blogger, kitaplarımı mı kıskandı nedir?! Sinir içindeyim hâlâ. Planlanmış bir sürü yazım silinmiş. Neyse artık, benzerini yazayım bari. 

Öncelikle yeni kitap alımı konusunda "biri beni durdursun!" diye sesleneyim. Sonra da aldıklarımdan bahsedeyim sizlere. Ortada gördüğünüz Pera Müzesi'nden  edindiğim ganimetlerden biri. Çok severek gezdiğim Çarlık Rusyası'ndan Sahneler sergisinin katalog kitabıdır kendisi. Sergi sırasında 60 TL idi ve ben sergiden sonraki haftalarda fiyatının düşeceğini düşünerek beklemiştim. Veee sabreden derviş muradına erdi! Bu hafta 40 TL'ye aldım kendisini ve baş köşeye koydum. Frida Sergisi'nin katalogu da 30 TL'ye düşmüş. İlgilenenlere duyurulur!

Diğer kitaplardan sol üstteki Goethe romanını annemle Kadıköy turumuz sırasında İmge Sahaf'tan aldım. Diğerlerinin hepsini de Metrocity'deki İnkılap Kitabevi'nden aldım. Neden mi? Çünkü İnkılap'ta yeni çıkan kitaplarda yüzde 20 indirim var. Süper, değil mi? Sol atta duran Murathan Mungan'ın son kitabı Şairin Romanı'nı annem için aldım. Sağ alttaki kitabın yayınlandığını duyar duymaz almaya karar verdim çünkü bir ODTÜ İşletme fenomeni olan Muhan Hoca benim de hocamdı ve onu çok severdim. Nur içinde yatıyordur umarım. Sağ üstteki Hakan Günday romanını ise yorumlarına güvendiğim bir arkadaşımın kitaptan büyük bir övgüyle  bahsetmesi üzerine almaya karar verdim.

Hepsini okudukça bilahare sizlerle paylaşırım.  
Şimdi biraz gezineyim bakalım blogumda, eksik gedik ne var bakayım da gerileyim biraz bu 13. Cuma akşamında! :)

Akaretler Art & Design Day

Bu Cumartesi gerçekleştirilecek bu süper etkinliğe hepiniz davetlisiniz. Sonrasında da Vespa partisi yerine Beyoğlu'na falan mı gitsek acep? :) 

Hepinize iyi hafta sonları!

Kadıköy & Moda Sokakları

Pazar günü sağlıklı bir Belgrad Ormanı yürüyüşü sonrasında erkekleri ayrı diyarlara gönderip Pazartesi annemle birlikte Kadıköy'de dolaşmak üzere yola düştük. Zaten sadece annem geldikçe gittiğimi fark ettim Kadıköy'e. Ama her seferinde o çarşı pazarının yayıldığı ara sokaklarına bayılıyorum o ayrı. Kadıköy de Beşiktaş gibi insanın her aradığını bulabileceği, dev bir açık hava çarşısı, ama her ne kadar Avrupa Yakası insanı olsam da Kadıköy'deki çarşı sokaklarının düzeni ve albenisinin Beşiktaş'tan açık ara önde olduğunu da kabul ediyorum. Hatta küçük Avrupa şehirlerinin butik gıda dükkanları ve pub'larla dolu ara sokaklarına benzeyen bir havası da var yer yer.


Her biri neredeyse Eminönü'ndeki Namlı kadar çekici görünen şarküterileri, itinayla sıralanmış Mercan tarzı bira+midye+kalamar+kokoreç mekanları, tertemiz ve özenli tezgahları olan balıkçıları (ve her biri adeta "al beni!" diye bağıran pırıl pırıl balıkları), çeşit çeşit unlu mamulün, şekerin, lokumun sıralandığı dükkanları, sahafları, sakatatçıları, aktarları, büfeleriyle Kadıköy yine kendimizi kaybetmemize neden oldu. Annem zaten ufak çaplı bir gıda kaçakçısı halinde dün evine dönebildi. :) Ama yurt dışında falan yaşıyor olsaydı o kadar kurabiye, peynir, helva, kıtır, pıtır ile hayatta uçağa binemezdi diye düşünüyorum. Favorimiz yine Beyaz Fırın'dı tabi. Ama Avrupa Yakası'nda şube açmayan Beyaz Fırın'a feci bozulduğumu da söylemeden  geçemeyeceğim. Bu kez yemek molamızı da Ekspres İnegöl Köftecisi'nde verdik. Tanımayan var mı? Yoktur sanırım. Ama yine de hani şu meşhur Baylan Pastanesi'nin yanındaki meşhur köfteci diye tarif edeyim. Buradan da bakabilirsiniz. Sonrasında yürüyerek Moda Çay Bahçesi'ne gittik.


Moda'da hafta arası ilk iş gününde hiçbir yerde bulunamayacak o huzurlu ortam eşliğinde çayımızı, kahvemizi  içip, sohbet ettik. Kitaplarımıza, kurabiyelerimize baktık ucundan azıcık. :) Annemin "dönerken çilek alalım, erik alalım, salata malzemesi alalım, balık alalım..." türünden çocuk gibi her gördüğü şeyi alıp evimize getirme ısrarlarına karşı kapı gibi direnebildim - çünkü onların hepsinin başıma kalacağını biliyordum. Gün boyunca havanın ne güzel olduğunu, güneşi, manzarayı övüp durduktan sonra dönüşte sahilden yürüyelim dedik. Merdivenlerden inerken henüz mutlu mutlu bahar dallarıyla resim çektiriyor ve baharın geldiğini düşünüyorduk ki aşağıda durumun hiç de öyle olmadığını acı bir şekilde anladık. Biraz yürümeye devam ettikten sonra çok sert ve şiddetli esen rüzgardan dolayı Keto olmamak adına önümüze gelen ilk merdivenden çıkıp yeniden sokak aralarına daldık. Ama güneşli olan Pazar ve Pazartesi günleri aslında ne kadar üşümüş olduğumuzu Salı gününü hafif dağılmış şekilde geçirdiğimizde anladık. Mayıs ortasında kaloriferler hâlâ yanarken her gördüğüm Güneş'e aldanmamam gerektiğini bilmem gerekirdi ama ben de bahar dalları gibiyim bu açıdan. Üzerime kar düşeceğini bile bile çiçeklenip, günümü görüyorum her bahar!

Gerçi Nisan ayının iki haftasını berbat geçirerek sıramı savdığımı ümit ediyorum ama artık bir an önce "Beni bu güzel havalar mahvetti" geyiği yapmak istiyorum, ona göre! Yukarıya duyurulur!

Ömer Hayyam (5)

Seriye uzun bir ara verdikten sonra aynen devam ediyorum. İşte Ömer Hayyam dörtlüklerinden seçmelerimle karşınızdayım yine. Kitabın da 106. sayfasını bulduk bu sayede.

Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?
***
Sensiz camide,namazda işim ne?
Seninle buluşma yerim meyhane.
Benim sevmem de böyle,yüce Tanrı:
İstersen kaldır at cehennemine.
***
Seni kuru softaların softası seni!
Seni cehenneme kömür olası seni!
Sen mi Hak’tan rahmet dileyeceksin bana?
Hakka akıl öğretmek senin haddine mi?

***

Şarap benlik kaygısı bırakmaz sende
Çözülmedik bir düğüm kalmaz beyninde
İblis bir kadeh şarap içmiş olsaydı,
Secdeye yatardı Adem'in önünde.
***
Hayyam, günahım var diye tasalanma,
Bunun için dertlere düşmek boşuna.
Günah olacak ki Tarı bağışlasın:
Rahmet neye yarar günah olmayınca.

Lezzet Önerileri: Vogue, Go Mongo, Gourmet

Ağzınızı sulandıracak bir yazı ile karşınızdayım yine. Adana ziyaretimiz sonrasında iade-i ziyaret yapan annem ve babamın bu hafta sonu burada olmaları ve evlilik yıl dönümleri olması nedeniyle ve elbette İso'cumun da şans eseri (!) buralarda olması ve karınca gibi çalışmasının güzel sonuçlarını aldığı bir hafta olmasından dolayı güzel bir kutlama yemeği yapmaya karar verdik. Mekanı önceden belirlemiştik ama havadan korkuyorduk. Neyse ki o şakır şakır yağmurlar gitti ve Cumartesi günü pırıl pırıl güneş yüzünü gösterdi. Biz de attık kendimizi bence İstanbul'un en güzel teras manzaralı yeri olan Vogue'a. Bir süre Vogue'un kuru yemiş ve değişik zeytinlerinden (bademlisine bayıldım) olan atıştırmalıklarından yiyerek barda içkilerimizi yudumladık. Hava kararana kadar buradan ve terastan manzarayı izledik. Daha sonra maviler laciverte, lacivert ise tamamen karanlığa bürünüp de şehrin ışıklarının yarattığı nefis Boğaz manzarası ortaya çıkmak üzereyken masamıza geçtik. İşte orada ana yemek bölümünde kendimizi kaybettiğimiz için sadece başlangıçları ve kapanışı fotoğraflayabilmişim. :) Limonlu ahtapot ve lagos carpaccio ile başladığımız geceye annem-ben ve İso'cum sushi ile babam ise kuzu incik ile devam etti. Sushileri mekanın müdavimi İso'cum seçti ve her zamanki gibi kocacığımın seçimleri çok başarılıydı. Bana göre sushide bir numara olan Itsumi ile yarışabilecek bir lezzetti. Zaten yemeklerin hepsi de çok başarılıydı diyebilirim. Gecenin sonunda ise bizim yeni evliler kestaneli bir ıslak kek ile kapanış yaparlarken biz de limoncello'larımızı yudumladık. Bu güzel gece de yaşam arşivimizin keyif bölümüne eklenmiş oldu böylece. Vogue'un biraz tuzlu bir yer olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. Ama çok özel kutlamalar için senede bir(kaç) kez de bu tür kaçamaklara hayır dememeli, ne dersiniz? Özel geceleriniz için kesinlikle tavsiye ediyorum. Ayrıca akşamüstü şarap ve peynir tabağı eşliğinde Boğaz manzarasının tadını çıkarmak için de ideal bir yer burası.


Sırada Moğol barbeküsü olarak tanımlanabilecek otantik bir mutfak olan Go Mongo var. Yine İso'cumun burada olduğu bir hafta sonu, hazır İstinye Park'ta da halletmemiz gereken bir işimiz varken, yemek molasını uzun zamandır denemek istediğim Go Mongo'da verelim dedik. İyi ki de demişiz. Buranın bu kadar lezzetli yemekleri olduğunu tahmin edemezdim herhalde. Başlangıç için seçtiğimiz kıymalı Çin mantısı ve tavuk satay süperdi (gerçi Çok Çok ve Wanna'nın yer fıstığı sosunun çok daha başarılı olduğunu söyleyebilirim ama yine de lezzet çok iyiydi). Ben bunlarla doyduğum için sonrasında  ana yemek olarak sebzeye döndüm. Aslında buranın özelliği açık büfeden dilediğiniz malzemeleri seçip, şefe teslim edip yemeğinizi hazırlatmakta. Dilerseniz hazırlanışını da izleyebiliyorsunuz. Onu bir başka zamana bıraktık ama aklımızda da kalmadı değil. Kapanışı da harika bir lezzeti olan bir top Hindistan cevizli dondurma ile servis edilen muhteşem bir mango sufle ile yaptık. Alışveriş için İstinye Park'ı arşınlayarak yorulanlara yemek molası için Go Mongo'yu kesinlikle öneriyorum. Daha detaylı bilgi ve menüyü incelemek için buraya tıklayabilirsiniz.


Bir de uzun zamandır bahsetmeliyim dediğim bir Metrocity restoranı var. Spor için sık sık Metrocity'ye gittiğimiz için oradaki restoranları da sıkça kullanıyoruz. Yemek alanında yer almayan Gourmet Restaurant ise bunlar arasındaki son dönem favorilerilerimizden. Yemekleri inanılmaz lezzetli, fiyatlar makul, servis hızlı ve porsiyonlar çok doyurucu. Alışveriş merkezinin 2. katında bulunan Gourmet Restaurant'ın ıspanaklı kreplerine, köftelerine, ama en çok da makarnalarına ailecek bayılıyoruz. Şimdiye kadar hep sırtımda spor çantamla uğradığım için yemeklerinin resmini çekemedim, ama borcum olsun size. Menüsünü incelemek için de buraya buyrun bakalım.   

Pazartesi günü tam da karnınızın acıkmaya başladığı bu saatlerde bu yazıyı görerek umarım hakkımda iyi şeyler  düşünürsünüz. :) Ama fena mı oldu işte. Aklınıza bir dolu yemek alternatif getirmiş oldum. Seçin, beğenin, afiyetle de yiyin. Ağzımızın tadı hiç bozulmasın.

İstanbul Modern'de Anneler Günü

İstanbul Modern Sanat Müzesi, Anneler Günü dolayısıyla 8 Mayıs Pazar günü annelere özel bir gün geçirme fırsatı sunuyor.

8 Mayıs Pazar günü İstanbul Modern’i ücretsiz ziyaret eden anneler, ülkemizin modern ve çağdaş sanatının gelişimini yansıtan “Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar”; sanat, doğa ve teknoloji ilişkisini ele alan dijital medya ve videolardan oluşan “Kayıp Cennet” ve geleneksel Çin resmi estetiğinin yeniden yaratıldığı “Yao Lu’nun Yeni Manzaraları” başlıklı sergileri gezebilecek. İstanbul Modern’de Anneler Günü nedeniyle gün boyunca Zamane Kahvesi'nin katkılarıyla kahve ikramı yapılacak, saat 13.00 ve 16.00’da uzman eşliğinde sergi turları düzenlenecek. İstanbul Modern Sinema’da Fransız sinemasının ünlü yönetmenlerinden Olivier Assayas’ın Irma Vep, Yaz Saati ve Sil Baştan isimli filmleri gösterilecek. Ziyaretçiler İstanbul Modern Mağaza’da tüm ürünlerde yüzde 15 indirimli alışveriş olanağından yararlanabilecek.


İstanbul Modern'in Anneler Günü etkinliğine bayıldım. Sanatsever anneler ve çocuklarının bu Pazar gidecekleri adres belli oldu demek. Hepinize güzel bir hafta sonu diliyor ve tüm annelerin ve anne adaylarının Anneler Günü'nü kutluyorum.

TÜRVAK'ta Anneler Günü

Geçtiğimiz Ocak ayında açılan ve Türkiye’nin ilk ve tek “Sinema - Tiyatro Müzesi” TÜRVAK, 8 Mayıs Pazar Anneler Günü’ne özel olarak ücretsiz gezilebilecek. 4 Mayıs’ta ziyarete açılan TURHAN KA.’nın “Sesleri Alan: MARKO BUDURİS” isimli resim sergisini de görme fırsatı bulacak olan anneler için ayrıca CineTele Café’de pasta ve içecekten oluşan indirimli özel bir menü de hazırlandı.


Müze binasının giriş katında bulunan, ziyaretçiler için oldukça şık ve sinemanın eşsiz zaman tünelinde hoşça vakit geçirebilecekleri, ilginç bir mekan olarak tasarlanan CineTele Café’de anneler gününe özel 1 sıcak/soğuk içecek ve günün pastasından oluşan 8 TL’lik menüden yararlanılabilecek. Sergi salonuyla iç içe olan bu mekanda anneleri sinemanın ilk yıllarına ait ve Türkiye’ye ilk gelen 1904 model projeksiyon cihazı karşılayacak; bir tarafta üç objektifli ahşap Vedat Ar kamerası, diğer tarafta körüklü fotoğraf makinesi… Ayrıca her tarafta sinemanın tarihsel sürecini anlatan örnek cihazlar, Ari kamera, film gösterim cihazları, 16’lık film kopya baskı cihazı (matipo) ve stüdyo pikabı bulunuyor.

TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzesi, anneleri bu mutlu gününde de yalnız bırakmayacak...


TARİH: 8.5.2011
ADRES: Yeniçarşı Caddesi No:24 Galatasaray Meydanı - 34430- Beyoğlu – İstanbul
TEL: 0212 245 80 91/92/93

Taze Taze Raflarda... Kapışın! :)

Bu hafta önce Everest Yayınları'ndan çıkan Kara Brooklyn kitabım geldi. "Kara (noir)" dizisinin İstanbul ve New York kitaplarından sonra Brooklyn kitabı da karşınızda. Kara öykülerin suç öyküleri olduğunu biliyorsunuz. Tim McLaughlin'in yazdığı ve benim Türkçeleştirdiğim bu kitapta da 20 muhteşem öykü sizleri bekliyor. Çeteler, seks avcıları, katiller, uyuşturucu satıcıları, ahlaklı ve ahlaksız polisler, daha neler neler... Soluk soluğa okuyacaksınız. Demedi demeyin.


Az önce kapım çaldı ve yine sıcak sıcak baskıdan yeni çıkmış bir çevirim daha evime ulaştı. Rough Guide'ın cep gezi rehberlerinden Londra Rehberi, İmgeleme çevirisiyle karşınızda. Siz onun öyle ufacık tefecik olduğuna bakmayın, az uğraştırmadı beni kendisi! Ama sayesinde Londra'ya gitmeden şehrin her köşesini tanımış oldum. Artık -hazır Ongun & Kolyekolik ikilisi de orada yaşamaya başlamışlarken- geriye Londra'yı kendi gözlerimle keşfetmek kaldı! En kısa zamanda bunu da yapmayı umuyorum. Giderken yanımda Alfa Kitap'tan çıkan rehberimi de götüreceğim. Size de aynısını yapmanızı öneririm.


Eveeeet... Böylelikle çevirdiğim kitaplar kütüphanemin bir rafını doldurdu. Tamam, birazcık hile yapmış oluyorum, çünkü aynı kitaptan birkaç tane olan çevirilerim ve kitapların orijinalleri de mevcut. :) Yine de dizi dizi inci şeklinde sıraladığım çevirilerimi de sizlerle paylaşmak istedim. Pek kıymetliler onlar benim için. Çeviri, tam anlamıyla iğneyle kuyu kazma işi, ama sonunda kuyudan su içmenin keyfi de hiçbir şeyde yok.


Umarım sizler de zevkle okursunuz bu dil emeği göz nuru kitapları. Hadi şimdi kitapçılara hücum ederek kapışın kitaplarımı..:)

Körlük

Portekizli yazar Jose Saramago'nun okuduğum ikinci kitabı Körlük'ten bahsedeceğim bu yazıda. İlki için buraya bakabilirsiniz. Ben Jose Saramago'nun olmayacak (ya da metaforik) varsayımsal durumları bir topluma uyarladığı romanlarına bayıldım. Seçilen konular çok ilginç ve okurken pek çok şeyi düşündürtüyor. Sırada Görmek kitabı var, ama onun için araya başka kitaplar almam gerek. Dolayısıyla iki kitabı bir yazıda yazmayı beklemeyip Körlük'ü hemen yazmaya karar verdim.

Bulaşıcı bir körlük salgını başladığını düşünün. Önce kırmızı ışıkta arabasında bekleyen bir adam kör olur, ardından ona yardım için yanına gelen başka bir adam, sonra gittikleri göz doktoru, sonra doktorun muayenehanesinde bekleyen bir kız ve çocuk... Ve bu böyle sürüp gider. Birbirleriyle etkileşim kurmuş olan herkesin dünyası kararır. Aslında kararmaz, aydınlanır da diyebilirim, çünkü bu yaşanan beyaz bir körlüktür. Görme yetisini yitiren herkes adeta beyaz bir sisin içindeymiş gibi aydınlık bir körlük yaşamaya başlar. Hastalığın daha fazla yayılmaması için devlet, hastaları karantinaya almaya başlar. İşler kontrolden çıktıktan sonra karantina için kullanılan yerlerin de kapasitesi yetmez. Yemek, içmek, hijyen, düzenin sağlanması, uyunacak yerler, vs gibi gündelik hayatın ufak tefek konuları çok büyük sorunlar haline gelir. Tüm bunları sağlıklı gözlerle gören tek bir kişi vardır: o da göz doktorunun karısıdır. Ama kitlelerin kör olduğu bir ortamda gören gözlere sahip olmak iyi midir kötü mü tartışılır.

Gören kişinin bakıp da göremeyen kişileri bakıp görmeye hakkı var mıdır? Belli bir zaman geçtikten sonra bütünüyle normal insanlar gibi yaşama yeteneğini yitirmiş olan insanların yaşamlarını hayvanlar gibi sürdürmemeleri için ellerinden geleni yapmaları gerektiği bilincini yerleştirmek gören gözlerin sorumluluğu değil midir? İnsanlıktan çıkmış bir insanın başına gelen her şeye alışabileceğini bu kadar açık ve net görmek en çok ona acı vermeyecek miydi? Kitapta altını çizdiğim ve not ettiğim o kadar çok yer var ki burada hepsine yer vermem mümkün değil. Zaten siz kendiniz kaybolun Saramago'nun upuzun cümlelerinde ve beyninin kıvrımlarında.



Jose Saramago, bu kitabıyla ilgili olarak "körleşmeye başlayan insanlardan bahsetmediğini söylemiş. Aslında hepimizin zaten kör olduğunu, kör ama bakıyor olduğumuzu belirtmiş. Bakabilen ama göremeyen insanlar olduğumuzu..." 2010 yılında öteki âlemdeki yerini almış olan Nobel ödüllü büyük yazara nur içinde yatsın falan demeyeyim, zira "Herkes ateist olursa, gezegen daha barışçıl olabilir," düşüncesine inanan bir ateist olarak bana kızabilir. :) Ama iyi ki bu muhteşem eserleri sayesinde onun gibi akılcı ve yaratıcı bir isimle tanışmışım diyebilirim. Siz de tanışın derim. İyi okumalar...

"Transparan" Sergisi

İlayda Sanat Galerisi, 3 – 29 Mayıs 2011 tarihleri arasında Ozan Oganer'in "Transparan/Transparent" adlı kişisel heykel sergisine ev sahipliği yapacaktır.

İlayda Sanat’da gerçekleşecek “Transparan” adlı ilk kişisel sergisinde Oganer, heykellerini geleneksel Türk el sanatlarında önemli bir yer teşkil eden dantel, iğne oyası gibi yapım süreci meşakkatli ve kadınların el izlerini taşıyan dokoratif bir malzemeyi bronza, ahşaba, kile tercih ederek oluşturuyor.

Bu anlamda Oganer’in işlerini meydana getirişi iki aşamadan oluşuyor. Heykeli yapılacak objenin seçimi, objenin formuna bağlı olarak seçilecek dantel ve dantellerin üretimi. Türk toplumunda sosyo-kültürel hayatta önemli bir yer tutan, geleneksel bir algıya sahip ve sembolik anlamlar taşıyan dantel ve motifleri Ozan Oganer’in heykellerinde farklı bir algı yaratıyor.

(Basın bülteninin arasına kişisel bir not düşeyim. Dantelden heykel fikrine bayıldım, bu biiiir... Bu sergiyi kaçırmamalıyım, bu ikiii... Alttaki görsellerde en soldaki heykelin adının "Eyvah, kilo aldım!" olduğunu görünce hem gülümsedim hem de adını ilk kez duyduğum Ozan Oganer'e karşı anında bir yakınlık duydum. O duyguyu pek güzel ifade etmiş, ellerine sağlık.:)


Ozan Oganer, “Transparan” adlı sergisinde yer alacak genç kadın heykellerini dantelden inşa ediyor. Kadınsılığın, üretimin, emeğin, genç kızlığın, bekaretin, çeyizin simgesi olan dantel, Ozan Oganer’in heykellerinde kadının ruhunu örten ama bedenini görünür kılan bir örtüye dönüşüyor. Dantelin hem örten, hem de görünür kılan ironik yapısı işlere hem teknik açıdan hem de kavramsal açıdan ironik bir dil kazandırıyor. Heykellerdeki kadın figürleri çekici, davetkar, flörtöz, seksi pozlara sahipken, malzeme gelenekselciliğe, bekarete göndermeler yapıyor. Oganer, işlerindeki bu tavrın, günümüz genç kadının toplumsal rolünü ifade ettiğini belirtiyor.

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun olduktan sonra çeşitli heykel projeleri gerçekleştiren Ozan Oganer’in “Mol” adlı heykeli İstanbul Modern’in koleksiyonuna girmiştir.

Ozan Oganer’in son dönem eserleri 29 Mayıs 2011’e kadar İlayda Sanat Galerisi’nde izlenebilir.

İlayda Sanat Galerisi
Adres: Hüsrev Gerede Cad. No:37 Teşvikiye
Tel : 0-212-227 92 92
Galeri Pazar günleri hariç, her gün 10.00 ile 19.00 arasında açıktır.
Altında ve karşısında otopark mevcuttur.